27 Ocak 2016 Çarşamba

SA2409/KY1-CÇ189: GALE -Uyuz-

"Yok, rahatsız değiller. Herkes kendi havasında. Neyse ki bir durak sonra ineceğim!"


Zamanımda da -çocukluk dönemi, gençliğimin ilk yılları- toplu taşıma araçları vardı. Hak verirsiniz ki bu araçların sayısı nüfusa orantılı olurdu. Azdı. Gerçi en uzak mesafe belki yürüyüşle yarım saatten fazla sürmezdi. Şimdi öyle mi araçla en yakın mesafe neredeyse yarım saat sürüyor. Derdim mesafe değil efendim! Derdim zamanımdaki toplu taşıma aracıyla taşınanlarla bugün taşınanlar. Yok, yaşlılara hastalara hanımlara -özellikle kucağında çocuk olan- yer verilip verilmemesi değil, yer vermeyenler tek tük de olsa şimdilik yer verenler çoğunlukta. Bu çoğunluğun güneş altında eriyen kar yığını gibi erimekte oluşu bir vakıa olsa da henüz hissedilecek denli değil, derdim bu da değil dediğim gibi. Derdim toplu taşıma ile taşınan kişilerin birbirlerine olan tavırları.

Efendim aslında 'Kendi zamanım diye söze başlayanlardan kaçın!' demiş olsam da bu sözün tüm değerlerden, tüm bilgilerden kaçın anlamında olduğunu murat etmediği anlaşılmış olmalıdır. Her halde böyle anlaşılmamıştır. Her neyse her zamanın kendine özgü güzellikleri vardır, olmuştur, olacaktır. 

Benim zamanımda toplu taşıma araçlarından arka kapıdan binilir, ön kapıdan inilirdi. Arka kapıda bir biletçi vardı. yani bugünkü gibi bir kartınızı okuyan cihazlar yoktu. Biletçinin tıpkı şoför mahalli gibi bir yeri vardı arka tarafta. Ön tarafta olmamasının nedeni yer darlığı yüzünden olabilir. Belki de makam kaygısından kaynaklanmıştır. Bilmiyorum. Öyle ya da böyle toplu taşıma araçlarında bir biletçi ve biletçinin kendine ait bir makamı vardı şehir içi otobüslerde ve yolcular arkadan biner, parasını verir, biletini alır boş yer varsa oturur, değilse ayakta yolculuğuna başlardı.

İki kişilik koltuklarda şimdi ki gibi boş olan koltuğa langadanak gelip oturulmazdı. Yanınıza kadar gelinir. Hafif bir öksürmeyle dikkatiniz çekilir ve sonra da:

“Müsaadenizle oturabilir miyim Beyefendi?” denirdi. Siz de:

“Aa.. ne demek efendim, elbette buyurun!” der kendinizi –pencere kenarında oturuyor olsanız bile- biraz öteye çekiyor gibi yapar, yer açardınız. Yolculuk kısa olsun uzun olsun hafif bir sohbet edilirdi.

Yeni gelen renginizin soluk olduğunu görse:

“Affınıza mağruren acaba rahatsız mısınız? Renginiz bana biraz soluk gibi geldi de!” diye çekinerek sorar, siz de eğer hastaysanız:

“Estağfurullah efendim –bu affınıza mağruren ifadesine yanıttır- hakk-ı aliniz var birkaç gündür üzerimde bir kırıklık var. Geçmeyince bir hastahaneye gideyim, dedim ve işte hastahaneye gidiyorum!” karşılığını verirdiniz. 

Konuşma burada bitmez. Yardıma ihtiyacınız olup olmadığı sorulur, kendisinin biraz vakti vardır, eğer isterseniz size refakat edeceğini belirtir samimiyetle. Siz de ilgisine teşekkür edersiniz, hastahanede yakınlarınızın sizi beklediğini belirtirsiniz nazikçe. Yok hasta değilseniz renginizin solukluğunu yorgunluğa verirdiniz. Bu “Bana biraz soluk geldi!” ifadesinin rahatsızlığını gizleyerek. “Hasta mıyım?” der durursunuz içinizden. Renk vermeden elbette.

Bu yolcu tipi –yanınıza oturabilir miyim beyefendi diyen tip- eşraftan memur sınıfından olanların söyleyişiydi elbet. Amele kısmı yahut küçük alış verişçiler genelde, “Dayı –yahut- Emmi izninle oturabilir miyim?” derdi. Otururdu.

Siz yine aynı şekilde davranırdınız. Yani size Beyefendi denilmedi diye kılınızı kıpırdatmaz bir tavra bürünmezsiniz. Bürünemezsiniz, olur mu öyle şey? Sizi görmüş, sizi fark etmiş, koltukta bir aksesuar olmadığınızın farkında olan birinin davranışına, hitabına göre tavır almazsınız ki. 

Şimdi öyle mi efendim. Oturuyorsunuz. İki kişilik koltuk. Babanızın malı değil elbet. Elbet bir başkası gelip oturacak da. Nasıl geliyor? O ne geliş! Bir de kendini koltuğa bırakış var ki.. sanırsın o otobüs kendi özel otomobili, koltuğa yayılıyor. Sanırsın bir kendi var otobüste. İnsaf ya! 

Hayır niye geldin oturdun demiyoruz, yahu hiç değilse –hani selamını sabahını geçtik- azıcık tebessüm et, biraz usturuplu otur. Üzerime çıkacaksın neredeyse. Bir bak etrafına. Elinde akıllı –aklı makineye hasreden bir anlayışın davranışı da böyle oluyor zahir- telefon, şöyle bir bakıyor boş koltuk var mı? Var. 

Aslında bütün otobüs boş onun indinde. Öyle ya gelip yanıma oturduğunda beni sıska bedeniyle ezecek gibi oturmuşsa –hani kilolu olur, dersin ne yapsın tek koltuğa sığamıyor, biraz taşıyor- otobüsün bomboş olduğu gelmiştir. Yahu yanında oturduğun bir saksı değil. Yanında oturduğun bir ağaç değil. Vazgeçtik selamdan sabahtan bir tebessüm et. Bırak şu elindeki zıkkımı da etrafında ne olup bitiyor ona bak! Olmaz! Olur mu? 

Bu tipler sanırım benim zamanımdaki insanı sorularıyla zıvanadan çıkaran tipler olmalı. Evet, böyle tipler olurdu. Sanırdınız ya nüfus memur yahut müdde-i umum. Bir tahkikat için sizi sorgu sual ediyor. Böylelerinden ne çekilirdi. Aman efendim aman.. daha otobüse biner binmez, merdivenlerden adımını atar atmaz, biletçiye parayı verir vermez anlardınız ve sezdirmemeye çalışarak etrafınıza bakardınız ki başka boş koltuk var mı? Hani sizin yanınıza oturmasın isterdiniz, yalvarırdınız. O an bildiğiniz tüm duaları ederdiniz ne olur bir başka koltuk boş olsa diye.

Yok, Allah için kibarlıklarına diyecek bir lafım yok, valla! . Ve fakat sorgu merakları. İşte bu çileden çıkarırdı. Hele bir de bunlardan biri ile bir şehirlerarası yolculuk yapsanız, Allah düşmanımın başına vermesin. İnanın böyle birinden kaçmak için otobüsü kaçırma numarası bile yapmaya çalışmıştım fakat bizimki otobüsün yola çıkmasına mani olmuştu. 

“Ya.. hemşerim ben olmasam otobüsü de kaçıracaktın.. eh ne demiş atalarımız komşu komşunun külüne muhtaçtır! Değil mi ya!”

“Allah razı olsun!”

Ah.. ne deseydim.. 

“Lan arkadaş yeter yahu.. yeter.. ne olur sus!” diyemedim. Yirmi dört saatlik yolculuğum bana bir asır gelmişti. İşte sanırım bu tiplerle o tipler aynı soydan. Yani sizi ille rahatsız edecekler. Ya oturuşlarıyla, ya konuşmalarıyla..

Rahmetli amcam anlatmıştı. Gerçi amcam bire bin katar, süsler püsler öyle anlatırdı. Çoğu anlattıklarının başından geçtiğine pek inanasım gelmezdi. Ama öyle tatlı anlatırdı ki mest olurdu dinleyicilerin her biri. Kimse kuşkulanmazdı. Kuşkulanmazdı zira gülmekten yere yatardık her birimiz. Yani kuşkuya yer kalmazdı. 

Hatırladığım kadarıyla 72 yılının yazıymış. Dedemin kabrini ziyaret etmek gelmiş içinden. Kabristana giden otobüse binmiş. Bir iki durak sonra oldukça kelli felli biri binmiş. Amcam, “Daha binerken anlamıştım ne olduğunu!” demişti. Allah’tan otobüs neredeyse bomboşmuş. Bu yüzden fazla bunalmamış. Yeni yolcu zayıf, fötrlü bir zatmış. “Emekli olduğu her halinden belliydi.” diye nedense üstüne basa basa anlatmıştı. Biletçiye para verip biletini alırken birkaç laf sokuşturmuş biletçiye. Biletçi sırıtmakla yetinmiş.

Ağız ucuyla “Haklısınız efendim!” demiş biletçi. Belayı savuşturmak için. Gelip amcamın başına dikilmiş. “Hayır, hemen yanımızdaki koltuğun ikisi de boş.” demişti. Hani insan rahat sere serpe oturmak ister. “Eh kendisi de kelli felli biri. En azından tenezzül edip yanıma oturmaz diye ummuştum. Böyle bir imkân zaten olmamalıydı. Fakat lütfedip “Müsaade ederseniz oturabilir miyim?” dedi ve cevabımı beklemeden langadanak yanıma oturdu.”

“Bittim, dedim içimden. Bir kaçak olmalıydım ve yakalanmıştım işte. Yol da kısa değil. Ben, bir sonraki durakta iner, yürüyerek giderim olmadı bir sonraki otobüsü beklerim durakta, diye kurarken bizimki sorularına başlamıştı bile.

Efendim biletçi de memur imiş. Bu üç günlük sakal ya kılık kıyafetin durumu.. hiç yakışık almıyormuş. Vatandaşlar olarak uyarmalıymışız, bunlar vatandaşlık göreviymiş. Maazallah yarın adam külhani kıyafetle gelirmiş… miş miş de miş. Orası onun makamıymış ve o makam da bu mahalde devleti temsil ediyormuş. Bu müptezelliğe izin vermek dahi bir suçmuş. Biletçiyi uyarmış –zaten duyduk- eğer bir daha tesadüf ederlerse dilekçe ile şikâyette bulunmaktan ictinab etmezmiş."

Baş sallamakla yetiniyormuş amcam. Bir de zoraki gülümsemeyle. 

“Hayır yani efendim sizin de kılık kıyafetiniz, görünüşünüz gün görmüş adap erkan bilen biri olduğunuzu işaret ediyor, deyin ki haksızsınız!” 

Amcam,“Konuşmak boynumun borcu olmuştu artık. Susturmanın yolu konuşmaktan geçiyordu.” demiş ve başlamış konuşmaya:

“Hakk-ı aliniz var beyefendi. Vatandaşlık vazifemizi bihakkın yerine getirmeliyiz her birimiz. Yalnız affınız-ı istirham ederim, -bu arada sağ elimle sol kolumu hafif hafif kaşımaya başladım- bir vatandaşlık vazifesi olarak size durumumu söyleyeyim ki bir suç işlemiş olmayayım. Efendim bendeniz maatteessüf “gale” illetine tutuldum. Yanıma oturmak için gelen arkadaşları ikaz etmiştim fakat zati alilerini durumdan haberdar edemedim, konuşmanızı bölme..” daha sözümü bitirmeden ayağa fırladı.

“Şoför bey.. şoför bey.. otobüsü durdurun.. salgın hastalığa sebep olacak mes'uliyet duygusu gelişmemiş –bu arada eliyle beni gösteriyor- bir yolcu var. derhal inmesini sağlayın!”

Rahatlamıştım. Hem de ne rahatlama! Otobüs durdu. Kendimi dışarı attım ki.. ne atış. Ne saadet! Derin derin havayı soludum. Kurtulmuştum.”

Şimdi ben bu oyunu langadanak gelip yanıma oturan şu bencile yapsam nasıl bir tepki verir? Hiç. İnanın hiç umursamaz. Nasıl umursasın ki tek başınaymış gibi “Aşkım!” diye telefonda konuşmaya başladı ve şimdi kavga ediyor. Sevecen, sevimli, aşk dolu sözler bitti neredeyse sinkaflı konuşacak. 

Buna değil ki uyuz olduğumu AIDS olduğumu söylesem umurunda olacak değil. Bir ben mi rahatsızım anlamadım ki? Otobüs labelab dolu. İyi ama kimse rahatsızlığını göstermiyor, rahatsız iseler belli etmiyorlar. Yok, rahatsız değiller. Herkes kendi havasında. Neyse ki bir durak sonra ineceğim!


Cemal Çalık, 27.01.2016,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü


Seçkin Deniz Twitter Akışı