19 Nisan 2015 Pazar

SA1275/KY5-PT56: Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü/ B- Amelî Tasavvuf- Tasavvufçuların Dua İddiaları

 بسم الله الرحمن الرحيم
Bismillahirrahmanirrahim

“Tasavvuf” İslâm dünyasına hicri II. asırdan itibaren girmeye başlamış bir “düşünce virüsü"dür. 

***

Tasavvufçuların Dua İddiaları

Tasavvufçular, platonik aşk ve romantizminden sembolizmine kadar hemen her türde şiir ve gazelleriyle hayranlarının gözünü boyamış, bunlara bakarak birçokları tasavvuf ve tasavvufçular hakkında muarızlarla bu yüzden tartışmaya girmiş, şiir büyüsü ve fitnesi taşıyan tasavvufçuların birtakım dua ve yalvarmalarını, hakkın parlaklık ve güzellik boyasını taşıyan yakarmalarını göstererek "Bunları söyleyen kişilere iftira ederek İslâm'dan uzak olduklarını nasıl söylersiniz?" diye itiraz etmiştir. 

Tasavvufçuların sözleriyle büyülenmiş veya onların fitnesine kapılmış olan insanlar onların "Bu sözlerimiz Kur'ân ve Sünnet'le kayıtlıdır" türünden sözlerini bize hatırlatıyorlar. Kitaplarının başında yazdıkları "Şeriata bağlı olmayan kişilerin havada uçtuğunu veya su üzerinde yürüdüğünü görseniz bile o veli olamaz" gibi sözlerini delil olarak gösteriyorlar. 

Gerçek şu ki acıklı pratiği kamufle eden tatlı sözlere aldanan bilgisiz ve gerçeklerden habersiz yığınlardan kendisine taraftar bulmak için İslâm toplumunda ortaya çıkan her fırka ve hizip bu gibi iddialarda bulunmuş, şeriatın ölçülerine sıkı bir şekilde bağlı olduğunu etrafına propaganda etmiştir.

İmamlarını tanrılaştıran Şia bunu söylemiş, Allah'ın sıfatlarını işlevsiz kılan Muattıla söylemiş, Allah'ı insan gibi cisim yapan Mücessime bunu söylemiş, sapıklıkları gün gibi âşikâr olan Kadiyanilik ve Bahailik bunu iddia etmiştir. Bütün bu sapık fırkalar aynı şeyi iddia ettikleri gibi tasavvufçular da iddia etmişlerdir. Tasavvufun kâhinlerinden en-Nablusi'nin vahdeti vücudun Kur'ân ve Sünnet'ten alındığını söylediği sözlerini daha önce nakletmiştik. 

Hiçbir insanı dilediğini iddia etmekten alıkoyamazsınız. Ancak yapılabilecek bir şey varsa, o da söylediği veya iddia ettiği şeyin doğru olup olmadığını denemek, Kur'ân-ı Kerim’in ve Hz. Peygamberin hak terazisiyle ölçmektir. O zaman iddia ettiği şeyin doğru olup olmadığına delil ve hüccet ile hükmetmek mümkündür. 

Şu ana kadar tasavvufçuların gerek nazari inançlarını ve gerekse ameli yanlarını sergilemeye çalıştık. Acaba bunların şeriata veya salim bir akla bağlı olduklarını söyleyebilir misiniz? 

Tasavvuf büyüsü âşıklarının bize karşı güya delil getirdikleri sözlerden biri İbn el-Farid'in şu ifadeleridir:

"Senden ayrı bir gün aklıma bir irade gelecek olsa, mürtet olduğuma hükmederim."

İbn el-Farid'in zatından tecerrüt ettiği, kendini bir tarafa bıraktığı yalanına rağmen, beyitte zatının Allah'ın zatından ayrı bir varlık olmadığını iddia ettiği görülmüyor mu? Burada zatından tamamen tecerrüd ettiği ve Allah'ın iradesiyle oturup kalktığını söylediğini farzetsek bile, şu sözlerini hangi çuvala koyacaksınız?

"Hayatını hayatımdan almayan hiçbir canlı yoktur, her nefis ancak benim murat ettiğimi isteyebilir."

Yukarıdaki beytini bize delil getirenler, İbn el-Farid Taiyye'sinin dolup taştığı şirk ve zındıklığı hiç görmüyorlar mı? Baştan başa Taiyye'sinin rabba yalvardığı zaman ancak iffeti ayaklar altına alınan dişiye yahut kemikleri çürümüş bir ölüye veya ayniyyet mertebesinde sözünü ettiği rabbın varlığının tahakkuk ettiği zatının kendisine yalvardığını anlatmıyor mu?

Tasavvufçuların timsah gözyaşlarını dökenler Rabia'nın şu sözünü delil getiriyorlar: 

"Ateşinden korktuğum yahut cennetini umduğum için sana ibadet etmedim. Sadece sana zatın için ibadet ettim."  

Bunu getirir ve ilahi aşkın şehidi Rabia için dil dökerler. Her türlü arzudan, sevgi ve rağbetten, korku ve istekten tecerrüt ettiğini iddia eden Rabia için esas duruşta dururlar! Ama diğer tarafta hiçbir peygamberin böyle bir sözü söylemediğini veya böyle bir yolu izlemediğini akıllarına bile getirmezler. 

Sonra Rabia'nın bu fettan tasavvuf büyüsüyle yüce Allah'ın zatını gözünün önüne diktiğini ve zatına âşık olduğunu unutuyorlar. Bu tutumuyla Allah'a korkarak ve severek, ümit ederek ve endişe içinde bulunarak dua eden peygamberlerin makamından daha üstün bir makama yükselmiş olduğu iddiasını da anlamıyorlar. 

Yüce Allah Hz. Zekeriyya ve beraberindekiler için şöyle buyurmaktadır: 

"Onlar hayır işlerinde koşuşurlar, umarak ve korkarak bize yalvarırlardı. Onlar bize derin saygı duyarlardı." (Enbiya Suresi 90)

Rabia'nın büyüsünden sizi kurtaracak şu ayetleri düşününüz: 

"Korkarak ve umarak Allah'a dua edin. Muhakkak ki iyilik edenlere O'nun rahmeti çok yakındır." (Araf Suresi 55-56)

Yüce Allah korku ve ümit içinde kendisine dua edenlerin muhsinler (iyi iş yapanlar) olduğunu bildirmiştir. İhsan da ibadet derecelerinin en üstünü ve ubudiyet makamlarının en yücesidir. Ubudiyet de sevgi ve tezellülün son derecesidir. Acaba bunun dışında Rabia'nın iddia ettiği sevgi nedir?

"Bizim ayetlerimize ancak o kimseler inanırlar ki bu ayetlerle kendilerine öğüt verildiğinde, büyüklük taslamadan secdeye kapanırlar ve rablerini hamd ile tesbih ederler. Onların, yanları yataklarından kalkarak korkuyla, umutla rablerine yalvarırlar ve kendilerine verdiğimiz rızktan Allah yolunda harcarlar."  (Secde Suresi 15-17)

Allah'ı zikretmek ve anmak için gece karanlıklarında yataklarından kalkan, Allah'a korku ve umut içinde dua eden, vereceği nimetleri isteyerek ve azaptan kurtarmasını umarak yalvaranlardan Allah'ı daha çok kim sevebilir! Durum böyle olunca acaba Rabia'nın iddiasını yaptığı sevgi de ne oluyor?

Birer insan olarak peygamberler de dâhil insanın en belirgin özelliklerinden biri korkması ve umut beslemesidir. Allah'tan korkması insanlığın en yüce makamıdır. Egemen olan ve bütün varlığı kaplayan sevginin en açık delili, sevilen hakkında kalbin korku ve umutla dolmasıdır. Hoşnutluğunu kazanma arzusu ve cezasından kurtulma umudu ile kalbin dolup taşmasıdır. Ortada elde edilecek bir şey yoksa o zaman onun sevgisinden ümitsizliğe düşülmüş ve sevgi zayıflamış demektir. Vereceği ceza korkusu da kalmamışsa, o zaman sevilen kişi horlanmış ve küçümsenmiş demektir. Sevgi arttıkça sevgiliye kavuşma arzusu artar ve ondan ayrı kalmanın yahut mahrum olmanın korkusu şiddetlenir. Korku ve umut sevginin yeryüzünde kanatlandığı iki kanadıdır. Bu iki kanattan yoksun olan bir insan sevgiden yoksun ve sevgi iddiasında yalancıdır. Çünkü böyle bir iddia ne şuuru kaplar, ne de iradeyi yönlendirir.

Ama gelin görün ki Rabia ve onun eğri çizgisinde gidenler o tertemiz beşeriyetten, korku ve ümit içinde Allah'a dua etmek için geceleri yataklarını terk eden azim sahibi peygamberlerin insanlığından sıyrılmış olduğunu iddia ediyor. Acaba böyle bir iddianın ardında ne var? 

Böyle bir iddianın ardında yatan şudur: Allah'ın seçkin peygamberleri bile bu zirveye ulaşamaz. İddia sahibi bir beşer değil, bir ilahtır. Çünkü meleklerin kendileri bile korkar ve umarlar. Böyle bir iddianın ardında yatan şudur: Rabia, Kur'ân-ı Kerim’i indirirken kendisine korkarak ve umarak dua etmemizi emrettiği için yüce Allah'ın yanlışlık ettiği cennete bizi teşvik etmek ve cehennemden sakındırmakla haksızlık ettiği iftirasıdır. Bunları bizden isteyen Allah'ın bizi yanlış yollara sevk ederek bizi aldattığı iftirasıdır. Çünkü bütün bunlar yerine sadece zatını isteyecekmişiz. Cennetini istemeyecek ve cehenneminden korkmayacakmışız!

Rabia'nın her şeyden tecerrüt ettiğini iddia etmesi, sevdiği ile müsavi (eşit) olduğunu hissetmesidir. Ne kadar çirkin ve yalancı bir iddia! Belki de hayatta tadamadığı eş olma özlemini bu yolla tatmin etmekte ve yüce Allah'ın zatına (hâşâ) aşk ilan etmektedir!

Sonra şu sözleri söyleyen Rabia'nın kendisi değil mi? Kâbe hakkında şunları söylüyor: 

"Yeryüzünde ibadet edilen şu put!"  

Şu âyeti okuyunuz: 

"Allah inananlara da Firavn'ın karısını misal gösterdi. O, "Rabbim, bana katında, cennette bir ev yap, beni Firavn'dan ve onun yaptıklarından koru, beni zalimler topluluğundan kurtar" demişti." (Tahrim Suresi 11)

Yüce Allah'ın takdirle andığı ve Kur'ân'ında zikrettiği, sonra müminlere bir örnek olarak verdiği şu tertemiz yüce Saliha kadın cennette kendisine bir ev yapması için Allah'a yalvarıyor ve dua ediyor. Firavn'ın eşi yanında adı bile anılmaya değmeyecek olan Rabia ise cenneti red ediyor ve isteyecek kadar alçalmıyor (!)

Şu âyet-i kerîmeyi de okuyunuz: "Allah müminlerden mallarını ve canlarını onlara verilecek cennet karşılığında satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürür ve öldürülürler. Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'ân'da Allah üzerine hak bir vaaddir bu." (Tevbe Suresi111)

Kerim ve her şeye kadir olan yüce Allah'tan yüce bir vaad! Bu vaadin karşılığında müminin canını ve malını satın alıyor. Bu vaad ne ola ki? Bu vaad, mümine cennetin verilmesidir. Ayetin sonunda bunu büyük kurtuluş olarak nitelemiştir. Ama gelin görün ki Rabia bütün bunları tepeleyerek münkir yüksekliğinden bakıyor ve bunu kurtuluş olarak görmeyerek başkasını istiyor. 

Allah için söyleyiniz, bu kerim olan Allah'ı cimrilikle suçlamak yahut uygun vaadde bulunmamak ve müminin malını ve canını cennet karşılığında satın alarak yanlışlık yapmakla suçlamaktan başka nedir? Bütün peygamberlerin duaları cehennem azabından kurtarması ve cennete koyması şeklinde iken Rabia ve benzerlerinin bu sünnete muhalefet etmesi, cennet nimetini ve cehennem azabını tepmesi İslâm'la nasıl bağdaşır? İnsanlara böyle çirkin bir çığır açmak ve dinde bid'at çıkarmak Rabia ve benzerlerine Allah'ın nurundan mahrum kalmak için günah olarak yeterli değil mi? 

Tasavvufçular için onlardan önce kendilerini aslanın ağzına atanlar, Maruf el-Kerhi'nin ancak delilerin yapabileceği şu olayını delil getirerek onları savunurlar. Rivayete göre el-Kerhi bir nehrin kıyısında abdest bozmuş ve teyemmüm etmiştir. Ey Ebu Mahfuz, su yakınında, denilince, "Belki ona yetişemem" demiştir. 

 Acaba Maruf el-Kerhi Rasûlullah'tan daha mı çok Allah'tan korkuyordu? Yahut Rasûlullah gibi üzerine vahiy mi iniyordu? Şüphe yokki Allah, yanı başındaki suya varmadan önce kulunun ruhunu alacak olursa, ona Maruf el-Kerhi'nin sandığından çok daha merhamet edecek kadar merhametlidir. Elbetteki bütün bunlar korku ve umuttan soyutlanıp bir karış kadar yakınında bulunan suya varmadan teyemmüm edecek kadar aşırı korkuya boğulan veya Allah'ı despot bir gardiyan sanan tasavvufi bir aşırılıktır. Nereden bileceğiz, korkmamak için mi seveceğiz yahut sevilmemek için mi korkacağı? 

Bu gibiler Bişr el-Hafi’den zekâtı soran imam Ahmed İbn Hanbel'e diş biliyorlar. Çünkü zekâtın miktarını soran İmam Ahmed'e Bişr şu mugalâta ile cevap vererek guya fena fillahını göstermiş oluyor: "Size göre onda bir, bize göre kölenin kendisi. Kölenin elinde ne varsa efendisinindir!" Bu muğalatayı okuyan veya duyan tasavvufçuların gözleri belki de tasavvuf şarabı sarhoşluğundan fal taşı gibi parlıyor!

Bunlar tasavvufçu Bişr'in "Bize göre, size göre" sözlerindeki büyük günahı unutuyorlar. Çünkü bu anlayış dinin şeriat ve hakikat olduğunu, şeriatın zahir ehli, hakikatin de batın ehlinin dini olduğunu iddia eden tasavvuf hurafesinin ifadesinden başka bir şey değildir. Bu mesele üzerinde daha önce durmuştuk. 

Bişr'in "Bize göre kölenin kendisi. Kölenin elinde ne varsa efendisinindir" sözünün tasavvuf dini veya batın dininden olduğunu da akıllarına getirmiyorlar. Bişr el-Hafi'nin kim olduğunu görüyorsunuz. Tasavvufçuların taptığı efendilerini öğrendiniz. Şimdi de Seyyid Bişr'i öğrenin bari!

Tasavvufçuları savunanlar kelimelerinde fettan dişiliğin bütün çıplaklığıyla sergilendiği, aşk gözyaşlarının döküldüğü ve yaraların inlediği tasavvufi duaları da bize delil olarak gösteriyorlar. Onlar bunları göstere dursunlar. Kendilerine Brahmanların ve Budistlerin ruhları esir eden, aşkın cilvelendirdiği bir gönül ve sırılsıklam ettiği bir nefisten yankılanan şeffaf terennümlerle yaptıkları dua ve getirdikleri salavaları hatırlatmak istiyorum. 

Zerdüştiler, Manihaistler, Firavncılar, Yahudiler, Hıristiyanlar, Bahaîler, kadiyaniler de aynı şeyleri yapmışlardır. Onların duaları olduğunu bilmeden yaptıkları yalvarma ve yakarmaları okuduğunuz zaman göğün kendilerinden hoşnut olduğunu müjdelediği kuddüslerin duaları olduğundan şüphe bile etmezsiniz. Acaba bu dualarından dolayı onları hakkın erleri ve İslâm'ın askerleri mi sayacağız? 

Dua eden kişiye rabbine ne ile ve nasıl dua ettiğini değil, dua ettiği rabbinin kim olduğunu ve sıfatlarını sorunuz önce! Onun için tasavvufçuların aşk ve gözyaşları içinde yaptıkları dualarından önce, nasıl bir Allah'a inandıklarına ve hangi ilaha taptıklarına bakınız. Daha ne dualar var! Okuyup düşündüğünüz zaman, seher vakti mihraplarda gözyaşları içinde yapılan ve halis bir ubudiyetin ifadesi olan dualar olduğuna kanaat getirirsiniz. 

Ama o dualarda aşk gözyaşlarını kimlerin döktüğünü anladığınız ve sahiplerinin hangi dine mensup olduklarını öğrendiğiniz zaman, hepsinin boşa giden yakarmalar olduğuna hükmedecek ve az önce haklarında beslediğiniz bütün iyi niyetler hava olup kaybolacaktır. Bütün o güzel zanlarınız buhar olup gidecek ve sanki gökten dipsiz bir kuyuya düşmüş gibi elleriniz bomboş kalacaksınız. 

Ne var ki bu durum sizi tasavvufçuların haktan uzaklaştıran büyülü etkisinden ve onların duaları hakkında beslediğiniz hüsnü zandan kurtaracaktır. Bu durum sayesinde onların ikiyüzlülüklerine bakarak geldiğiniz oyundan kurtulacak, Müslümanlarla aynı mihrabı ve aynı sebebi paylaşan kişiler olmadığını göreceksiniz. Kısaca onlar hakkında daha önce beslediğiniz iyi niyetlerden vazgeçecek ve gerçekleri göreceksiniz.

İsterseniz şu dualara bakalım. 

"Allah'ım, şeriatının yolunda yürümemi ve tavsiyelerine sıkı sıkıya bağlı kalmamı murat et. Allah'ım beni günah ve isyanlardan ve şeytanın aldatmasından koru. Beni şehvetlerin etkisinde bırakma. İradem sana boyun eğsin. Hayra sarılmama yardım et. Himayen içine al beni. Âmin." 

Bu duada batıl adına bir şey görüyor musunuz? Yoksa Kâbe'nin duvarında Allah'a kendisiyle dua edilecek salih bir dua mıdır? Sık sık "Allah'ım, Allah'ım" deyişlerini ve "İradem sana boyun eğsin" sözlerini görüyorsunuz değil mi?

Fakat bu duanın kime ait olduğunu biliyor musunuz? Bu bir yahudinin duasıdır. 

Yahudiler hakkında ise yüce Allah şöyle buyuruyor: 

"Üzerlerine zillet ve meskenet damgası vuruldu. Allah'ın gazabına uğradılar. Bu musibetler, Allah'ın ayetlerini inkâra devam etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri sebebiyle geldi..." (Bakara Suresi 61)

Acaba bu ve benzeri başka dualar Allah yanında Yahudilere şefaat etti mi? Hayır. Bütün varlıkların kulaklarını bu dualarla doldursalar bile yaramaz. Çünkü bu dualarla Allah'a değil, başka bir tanrıya yalvarıyorlar. Sağır materyalist kuruntularının uydurduğu başka bir ilaha dua ediyorlar. Ellerini göğe kaldırmışlar ama o eller haksız yere öldürülen peygamberlerin kanlarıyla bulaşmıştır. Ellerini göğe kaldırırken kalplerinde Allah değil, değişik tanrılar olmuştur. 

Tasavvufçular işte bu gördüğünüz kötülükten daha büyük kötülük işlemişlerdir. Yahudiler Allah'tan başka kendilerinin uydurduğu birtakım tanrılara yalvarmışlarsa, tasavvufçular âlemdeki her şeyin Allah olduğunu ilan etmiş veya kendilerini tanrı yerine koymuşlardır. 

Şu duaya da bakalım: 

"Allah'ım, sana tevekkül ettim. Onun için sonsuza kadar mahcup olmam. Allah'ım, bana yollarını göster ve öğret. Hakkına beni ilet ve öğret. Çünkü ilahım ve kurtarıcım sensin. Bütün gün sana yalvardım. Çirkin işlerimin çokluğunu düşünce, bedbaht olduğumu görüyorum. O korkunç kıyamet gününden ürperiyorum. Ama şefkatinin büyüklüğüne güveniyorum. Davut gibi sana sesleniyorum: Allah'ım, büyük rahmetinle bana merhamet et."  

Kalbin derinliklerinden kopup gelen ve gönlü dolduran sevginin şeffaf ifadeleri olan bu dua için aklınıza hiçbir kötü düşünce gelebilir mi? Allah'ın rahmetine sahibinin sonsuz umutlarla bağlandığını ve her şeyini ona havale ettiğini görmüyor musunuz? "Allah'ım, Allah'ım" diyerek yakarışlarını müşahede etmiyor musunuz? 

Fakat bu duanın kime ait olduğunu biliyor musunuz? Ortodoks Rum bir kadının duasıdır. 

Yüce Allah onlar ve onlar gibi insanlar hakkında şöyle buyuruyor: 

"Andolsun, Allah üçün üçüncüsüdür, diyenler kâfir olmuşlardır. Hâlbuki bir tek tanrıdan başka hiçbir tanrı yoktur." (Maide Suresi 73)

Acaba bu ve benzeri dualar onlara Allah nezdinde şefaat etmiş ve kâfir olmaktan kurtarmış mıdır? Kâfir olduklarını belirten Allah'ın hükmünü onlardan kaldırmış mıdır? Hayır. Kâinatın bütün zerreleri onunla yankılansa bile, hayır. Çünkü üçün üçüncüsü olan bir tanrıya inanmışlardır. Bu dualarla gerçek olan Allah'a gerçekten yalvarmamışlardır. Bu dualarla üç unsurdan oluştuklarına inandıkları bir tanrıya dua etmişlerdir. 

Bunlar tanrının üç unsurdan oluştuğuna inandıkları için kâfir olmuş ve duaları onlara yaramamış ise, âlemde her şeyin Allah olduğunu söyleyen yahut kendilerini tanrı ilan eden tasavvufçulara duaları nasıl yarasın? Tasavvufçuların kötülüğü bu kötülükten çok daha korkunçtur. Çünkü her şeyin aynısı olan bir tanrıya inanmışlardır. Yahut onların mukaddes tespihlerinde söyledikleri "Bütün görünenler onun aynısıdır" sözleriyle belirtilen bir tanrıya inanmışlardır. Yine "Gördüklerinin zatı görmediğinin aynısıdır" diyerek şu âlemde görülen bütün varlıkların Allah'ın zatının aynısı olduğunu söylemiş ve böyle bir tanrıya inanmışlardır. Tasavvufçuların ilahı işte budur. 

Bir de şu duaya bakalım: 

"Ey yüce ilah, sana selam olsun. Ey efendim, sana selametle geldim. Bana şefkat et. Sen şefkatin sahibisin. Sesimi işit, söylediklerimi kabul et. Ben senin kullarından biriyim." 

Bu duada bir şirk yahut bir putperestlik görüyor musunuz? Ama dua sahibinin inancını öğrenir öğrenmez içiniz ona nefretle dolacak ve diliniz lanetler yağdıracaktır. Çünkü bu dua bir buzağı veya bir yıldız suretinde inandığı rabbine ibadet eden Firavn dönemi putperest kadınlardan birine aittir. 

Tasavvufçular da aynen böyledir. Hatta Firavn putperestliğini allayıp boyamış ve her şeye tapan bir tasavvuf olarak insanlara sunmuştur. 

Şimdi de şuna bakalım: 

"Rabbimiz, sana yöneliyor ve sana yalvarıyoruz. Tekbir ve tehlille seni anıyoruz. Tespih ve takdisle seni övüyoruz. İlahi, sığınağım, şiddet ve bela anlarımda barınağım ve yardımcımsın. Sana dua ellerimi açıyorum, yalvarıyorum. Ey yüce Rab, ey celal ve cemal sahibi, bütün bağışlarını, rahmet ve bereketini, rahmaniyet gözlerinin bakışlarıyla ihata ettiğin dostların üzerine geniş nimetlerini indir."

Ruhu okşıyan ve meltem rüzgârları gibi içi ferahlatan bu içli yakarışlarda acaba tevhide aykırı herhangi bir şey görüyor musunuz? Böyle bir şey olduğunu sanmıyorum. Fakat bu duaların kime ait olduğunu biliyor musunuz? Bu dua Abdulbaha lakabıyla bilinen alçak ve zındık Abbas İbn Mirza Hüseyin'e aittir. Bu dualarla rabbine yalvarmaktadır. Acaba bu dua onu seher vaktinde tek ve yüce Allah'a yalvaran bir müslüman yapar mı? Hayır. Çünkü bu dualarla Allah'a yalvarmıyor, bilki Şia'dan Babai zındıkların Allah'ın en mükemmel tecessüd ettiği ve en mükemmel tezahürü olduğuna inandıkları babası Mirza Hüseyin Ali'ye yalvarmaktadır. 

"Rabbim, tanrım" derken Allah'a değil, babasına dua etmektedir. Taraftarlarına ilahi zatın kendi vücudunda tecessüd ettiğini iddia etmiş, onlar da bu iddialarına iman etmişlerdir. Tasavvufçular da bu küfrü katmerleştirmiş ve zatı, sıfatları ve fiilleriyle bütün varlıklarda tecessüd eden bir tanrıya tapmışlardır. 

Bu dualarla Babailer müslüman olup kurtulmayacakları gibi tasavvufçuları da küfürlerinden bu dualar kurtaramayacaktır. Zira İslâm'ın istediği nitelikte iman olmadan amel sahibini kurtarmamaktadır.

Bir Karşılaştırma

Lafızları mümin, ama sahipleri kâfir olan bu dualarla lafzı, manası ve sahibinin kalbi kâfir olan şu tasavvufi duaları karşılaştırınız. 

"Allah'ım, bütünümü kendi bütünlüğünde yok et. Evveliyetimi evveliyetinle destekle ki, evveliyetini evveliyetimde, sonunculuğunu sonunculuğumda, hüviyetini hüviyetimde, inniliğini inniliğimde, zahirliğini zahirliğimde, batınlığını batınlığımda ve kabiliyetini kabiliyetimde müşahede edeyim. Zahir vücudun vücudumda, hüviyetin hüviyetimde ve beraberliğin beraberliğimde olsun ki o sırrın tüm ünvanı olayım, belki şekli ve sureti olayım." 

Vücut, zat ve hakikat olarak Allah'ın aynısı olması için Allah'a dua ediyor. Acaba bu zındıklığa ibn Arabî’den başka kim cesaret edebilir?

Bir de Hz. Peygamber'e getirdiği salata bakalım.

"Allah'ım, zatın tılsımlı görünümü, derya yağmuru, cemal (güzel)liğin lahutu (ilahı) ve visal (kavuşma)nın nasutu (insanı) (3), hakkın yüzü, ezel insanın hüviyeti, süregelen mahlukatın kaynağı, fark nasutlarını hak yoluna ilettiğin kişiye selat ve selam olsun. Allah'ım, onunla, ondan ve onun içinde ona selat kıl." 

İbn Arabî demek istiyor ki, "Allah'ım, kendisinde Allah'ın tecessüd ettiği (maddi vücut kazandığı) Muhammed'e salât kıl. Allah'ım, kâinatın suretlerinden zahir olmuş ve olmaya devam eden kendine salât kıl." 

Hakk'ın karşısında bu tasavvufi duanın günahkâr katıksız bir küfür ve dinsiz putperest şirki değil midir? Bundan sonra artık tasavvufçuların şiir veya nesir olarak döktükleri dillere ve dua gazellerine aldanan ve onların oluşturdukları seraba kananlardan herhalde olmazsınız. Çünkü dua eder ve salât getirirken tasavvufçular bunları Allah'a değil, Allah'ın ve Resulü’nün red ettiği bir tanrıya yapmaktadır. 

Artık tasavvufçuların dua veya salât esnasında döktükleri timsah gözyaşlarına Müslümanların aldanacaklarını sanmıyorum. Onların "Allah'ım" deyişleri sizleri aldatabilir. Ne var ki yukarıda da belirttiğimiz gibi bu lafzı Budist, Yahudi, Hıristiyan, Bahaî ve diğer her türlü din sahibi insanlar da kullanmaktadır. Ama her biri inandığı tanrıya veya hevesinden uydurduğu ilaha seslenmektedir. Her din mensubu kendi dilinde bu kelimeyi kullanmakta ve mitolojisindeki tanrıya yalvarmaktadır. Onun için tasavvufçuların "Allah" demelerine aldanmamak lazımdır.

Yine onların "Allah'ım, Muhammed'e salât kıl" demelerine de aldanmamak gerekir. Çünkü aynı kelimeleri Bahaîler de kullanmaktadır. Zira tasavvufçuların salât ve selam getirdikleri Muhammed, peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed değil, belki insanları aldatmak ve sempatilerini kazanmak için heva ve heveslerinden uydurdukları bir Muhammed'dir. Çünkü tasavvufçuların Muhammed'i beşeri bir vücutta tecessüd eden ve tasavvufi ilahların ilahı olan Muhammed'dir. 

Nitekim tasavvufçular bunu Hakikati Muhammediyye adıyla anarlar. Bununla da Allah'ın Muhammed suretinde tecessüd eden muayyen bir hakikat olduğunu ifade ederler. Tasavvufçuların Hz. Muhammed'e salât ve selam getirdiklerine yahut ona tabi olduklarına inanmak mümkün değildir. Çünkü yüce Allah Hz. Muhammed'e hitap ederek "De ki, Allah'ı seviyorsanız bana tabi olun" (Âl-i İmran 31) demektedir. 

Allah'ı sevmek Hz. Muhammed'e uymayı gerektirir. Şimdi söyler misiniz, Hz. Muhammed'in dininde bu saçmalıklardan hangisi mevcuttur? Hz. Muhammed'in dualarında, salât ve tespihlerinde, ibadet ve taatlarında bu şirk ve küfürlerin hangisi vardır? Hz. Muhammed'in insanlığa tebliğ ettiği dini değiştirenler, onun sünnetini ve yolunu çiğneyenler, Allah inancını tahrif edenler, helal ve haram olarak belirttiklerini altüst edenler, şirk ve küfür diye nitelediği şeyleri din ve iman olarak insanlara sunanlar hangi yüzle ona uyduklarını, ona salât ve selam okuduklarını, onu sevdiklerini ve örnek aldıklarını iddia edebilirler? 

İnanç olarak Grek felsefesini, takva olarak Hıristiyan ve Hint mistisizmini hayat tarzı olarak Sasani şirkini, şeriat ve nizam olarak ihvanı safa ve batiniyye mezhebini kendilerine din yapan bu insanların Hz. Muhammed'i sevdiklerini ve onun yoluna bağlı bulunduklarını hangi aklıevvel iddia edebilir? 

Bütün bu şirk ve ilhamlarıyla onları birer Müslüman olarak sunan ve inanan insanlara hangi Müslüman gözüyle bakılabilir? 

"Onlar zandan başka bir şeye tabi olmaz ve yalandan başka söz de söylemezler" (Enâm Suresi 116)

"Hevasını (kötü duygularını) kendine tanrı edinen ve Allah'ın bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hala ibret almayacak mısınız?"  (Casiye Suresi 23-24)

Allah'ın bunlar ve benzerleri hakkındaki hükmü budur. Allah'ın hükmünden başka hangi hükme inanacaksınız?! Tasavvufçular utanmadan Allah'ın sevgili kulları olduklarını yahut Allah ve Rasûlü'nü çok sevdiklerini iftira ederler. Bunu zarif ve latif bir sesle söyler, tevazu maskesine bürünürler ki görenler yeryüzünde yürüyen nurani melekler olduğunu sanır. 

Riya korkaklığıyla şişirilen ve nifak sinsiliğiyle abartılan bu seslerin sarhoşluğu dinleyicilerin şefkat tellerini titretir ve dillerini yutmalarına sebep olur. Bakıyorsunuz, hakkı kendilerine hatırlatanların yüzüne derviş "Bunu söyleyenlere iftira edip onların Allah'ın düşmanları olduğunu mu söylüyorsunuz?" diye haykırır. Ama Yahudi ve Hıristiyanların da aynı şeyi iddia ettiklerini, fakat yüce Allah'ın onları yalanladığını unutmamak lazımdır. 

Yüce Allah buyuruyor: 

"Yahudiler ve Hıristiyanlar "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" dediler. De ki, öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor? Gerçek şu ki siz de O'nun yarattığı insanlardansınız." (Maide Suresi 18)

"Onun sebebi, onların Allah'ı gazaplandıran şeylerin ardınca gitmeleri ve onu razı edecek şeylerden hoşlanmamalarıdır. Bu yüzden Allah onların işlerini boşa çıkarmıştır."  (Muhammed Suresi 28)

Şüphesiz Allah'ı sevmenin delili, O'na itaat etmek, O'ndan korkmak ve bütün getirdiklerinde peygamberi Hz. Muhammed'e tabi olmaktır. 

"De ki, Allah'ı seviyorsanız, bana tabi olun, Allah da sizi sever." (Âl-i İmran Suresi 31)

Kutsal kitaplarında bulunduğu şekliyle tasavvufçuların dinini sizlere aktarmaya çalıştım. Acaba bu dinlerinde onların Allah'ın sevgilileri ve Resulü’nün dostları olduğunu gösteren en ufak bir parıltı görüyor musunuz? Gerçek şu ki onlar kâhinlerini ve meşhurlarını Allah'tan başka tanrılar edinmiş ve Allah'ın dinine sırtlarını çevirmişlerdir. Böyleyken onların Allah'ın sevgilileri ve Resulü’nün dostları olduğuna nasıl inanabilirsiniz?

Rasûlullah'ı ve ehli beytini sevdiklerini iddia etmeleri, pisliğin kutsallığını ve büyük günahın ruhani bir fazilet olduğunu iddia etmek kadar gülünç bir iddiadır. Nitekim aynı iftirayı aşırı fırkalarıyla Şia da yapmış ve ehli beytin sevgilileri olduklarını iftira etmişlerdir. 

Tasavvufçuların olsun, Şia'nın olsun, iki tarafın da Rasûlullah'a uyduklarına ve sadece onu örnek ve lider kabul ettiklerine inanıyor musunuz? Ehli beyti ve Rasûlullah'ı sevdiklerine dair iddialarının delili, ehli beytindir, diye iftira ettikleri kabirlere ve yatırlara tapacak kadar sarılmaktan başka nedir? 

Buna dair delilleri, insan veya hayvanın, yoksa salih veya zalimin, Müslüman veya yahudinin olduğu bilinmeyen kemik yığınları üzerinde yaptıkları ve taptıkları kubbelerden başka nedir? Müslümanları Allah'ın evi Kâbe'ye hacca gitmekten alıkoymak ve bizzat Müslümanların kalplerini harabeye çevirmek için Mısır'da Fatımiler bu kabirleri yükselttiler ve insanları onlara yönelttiler. Bu kabirleri yükselttiler ve ehl-i beyte ait olduklarını iftira ettiler. Bunların muhafızlığını ve hizmetçiliğini de tasavvufçular yaptılar. Ehl-i beyti sevdiklerine dair delilleri bu kabirlerin örtülerini, taşlarını, tahta ve demirlerini öperek, içine güzel kokular saçarak, eşiklerinden şefaat ve medet umarak ve her mevsimde onlar için putperest bayramlar düzenleyerek onlara tapmaktan başka nedir?

Sormayın orada işlenen cinayetleri! Düzenlenen bu putperest bayramlarda şeytanların dirilttikleri cahiliyeti, gece karanlıklarında işlenen cinayetleri ve kirletilen iffetleri sormayın! Bu mevlitlere gelenlerin ve katılanların dirilttikleri cahiliye hayatını sormayın! 

Bu şekilde tasavvufçular Müslümanların bütün dünyasını vahşet, korku ve dehşet ve İslâm adına işlenen cinayetlerle dolu bir mezarlık yapmağa çabalamaktadır. Müslümanların gönüllerini kabir ve gayelerini de kabirler yapmak için gayret etmektedir. En yüce tanrılarını kabirlerde çürüyen leşler göstermek peşindedir. Hayatın tümünü kabirlerdeki leşlere ve kabir meçhullerine kurban yapmak için Müslümanları teşvik etmektedir. 

Bunlara da mevlitler yahut ölümsüz yıldönümleri ve hatıra günleri adını verirler. Tören bitmeden veya dağılmadan önce mutlaka bir kabrin kemikleriyle en kısa zamanda nasıl ihtifal edeceklerini kararlaştırırlar. Tasavvufçunun üzerinden geçen hiçbir gece veya doğan hiçbir gündüz yoktur ki onda kalbi bir kabrin kemiklerine bağlı olmasın veya yatır putuna içinde özlem duymamış olsun. Hiçbir tasavvufçu yoktur ki oturur veya kalkarken, iner veya binerken bir kabrin putu ile istiğase etmesin veya ondan medet ummasın. Gece gündüz, oturur ve kalkarken, evde ve sokakta, her zaman ve her yerde tasavvufçuların gönlünde yatan aslan kabirlerdir. Kabirler, kabirler, kabirler!

Tasavvufçuların dünyası işte budur. Tasavvufçuların cihadı da, ibadeti de kabirler içindir. Onlarla yaşar, onlar için ölür ve onlar için oturur kalkarlar. Onların temenni edecekleri en hayırlı şey, herhalde saat başı bir kabir mevlidi ve bir hatır bayramı olması için bütün Müslümanların ölmesini istemektir. Onun için tasavvufçulara daha çok kabir bayramları ve mezar törenleri kazandırmak, kafataslarına daha fazla adaklar sunmak için müslümanlar kendilerini öldürmeleri gerekiyor!

Tekrar vurguluyoruz, bunların Rasûlullah'ı ve ehl-i beytini sevdiklerine dair delilleri, hayal gören uykulu gözler, susamış ve solmuş dudaklar ve cehennem alevlerine teşvik eden kırmızı yanaklar ile dans eden göğüslerden başka nedir? Bütün delilleri bu sarhoşluk neşvesi ve şehvet anarşisi içinde çektikleri gazeller ve çaldıkları müziklerden başka nedir? Ne ilzam edici deliller değil mi?

 Bir hayat ki baştanbaşa günah ve haram! Hayat sahiplerinin kalpleri tapılan çürümüş kemiklere bağlı, tanrılarının kendisi kokuşmuş leşler! Bir hayat ki bütün düşünceleri hurafe ve masal, baştanbaşa ölüler dünyası, meçhullerin bile korktuğu ve ürktüğü bir âlem, zilletin kasıp kavurduğu ölü ve donuk bir dünya! Hayatı kurmak ve yükselmek için çaba?!

Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim’de kendini mukaddes sıfatlarla tavsif etmiş ve kendini esma-i hüsna (güzel isimler) ile adlandırmıştır. Müslümanlar da onu kendini tanıttığı sıfatlar ve adlandırdığı isimlerle tanıtmış ve adlandırmıştır. Onun için sıfatlar uydurmamış ve isimler iftira etmemişlerdir. İsim ve sıfatları için Kur'ân'da belirtilen ve Arap dilinde kullanılan başka manalar uydurmamış ve çerçevesinden çıkarmamıştır. 

Bütün bunlar Allah'ın söylemediği bir şeyi ona söyletmemek yahut sevmediği bir şeyle onu tavsif etmemek veya hoşlanmadığı bir isimle adlandırmamak içindir. Aynı şekilde yüce Allah bize hidayete ileten ve doğruyu gösteren yüce bir şeriat göndermiş ve onunla bütün şeriatları sona erdirmiştir. Allah'ın emin Resulü de onu insanlığa tebliğ etmiştir. Müslümanlar Allah'ın şeriatına ondan olmayan şeyleri katmamış, şeriatını eksiklik ve noksanlıkla itham etmemiştir. Çünkü o şeriatın sahibi ve onu tebliğ eden Resulün maliki her zaman ver yer için neyin elverişli olacağını bilir. Zamanı ve onun içinde yaşayanları, kendileri için en hayırlı şeyin ne olduğunu sonsuz bilgisiyle bilir.

Yüce Allah Hz. Muhammed'e indirdiği şeriatın son şeriat ve risaletin son risalet olduğunu bildirmiştir. Ondan sonra ne bir nebi, ne de bir resul vardır. Resulüne indirdiği şeriat kıyamete kadar insanlara elverişli ve yeterlidir. Buna inanmayanlar Allah'ı bilmemek, anlamamak, hikmet ve marifet sahibi olmamakla itham etmektedirler. 

Kendileri için neyin yararlı ve geçerli olacağını bilmemekle onu suçlamış olmaktadırlar. Aynı şekilde Müslümanlar Allah'ın şeriatını donukluk ve katılıkla, insanlığın yükselmesi ve medeniyeti yolunda duran büyük engel olmakla da suçlamamış ve itham etmemişlerdir. Hükümlerinin insanın maddi ve manevi yapısını tatmin etmeme ve belirlediği hayatın insanın ruhunu okşamamakla da suçlamamışlardır. 

Ama tasavvufçular Allah'ın kendini nitelediği şeyleri kabul etmemekte, kendine verdiği isimleri tanımamakta, vahyini red etmektedir. Onun yerine parçaları gözün gördüğü ve aklın sezdiği bütün varlıklara bölünmüş bir ilaha inanmaktadır. Onun yerine her şeytandan bir peygamber ve her mezardan bir Kâbe edinmekte, her sapıklıktan ve şirkten şeriat benimsemekte, her kabirden ve leşten medet ummaktadır. Allah'ın esma-i hüsnasını ve mukaddes sıfatlarını tahrif ederek zevklerine uydurmakta ve hurafelerden oluşturdukları bir dünya çizmektedirler. 

"O gibilere "Allah'tan kork" denildiği zaman işlediği günahlar sebebiyle benlik ve gurur kendisini yakalar (ve daha çok günahlar işler). Ceza ve azap olarak ona cehennem yeter. Ne kötü yataktır o!" (Bakara Suresi 206)

Tasavvufçular diledikleri kişilere salât ve dualarıyla yalvarsınlar. Facir ve fasıkların mabetlerinde gece karanlıklarında putperest buhurlar içinde diledikleri kadar dua etsinler! Unutmasınlar ki putlara yalvarmakta, leşlere yakarmakta ve taşlara dua etmektedirler! 

Dünyanın dört bucağında tasavvufçuların kabir inancı ve kabirlere nasıl baktıklarına, Allah'a dua eder gibi onlara nasıl dua ettiklerine dair Hindistan'dan bir misal verelim. Mısır'lı yazar Mustafa Lutfi el-Menfalûtî naklediyor ve şöyle diyor:

"Hind âlimlerinden biri bana bir mektup yazarak son zamanlarda yayınlanan Abdulkadir Geylani'nin hayatı, kerametleri ve menkıbelerine dair Tamil dilinde yazılmış bir kitabı tanıttı. Söz konusu kitapta velilik ve peygamberlik makamı bir yana, ancak Allah'a yakışacak sıfatlar ve lakaplar el-Geylani için kullanıldığını belirterek onlardan örnekler vermektedir: Yerin ve göklerin hâkimi, fayda ve zarar sağlayan, âlemlerde tasarruf eden, yaratıkların sırlarına muttali olan, ölüleri dirilten, kör, dilsiz ve cüzzamlıyı iyileştiren, işi Allah'ın işi olan, günahları bağışlayan, belaları önleyen, alçaltan ve yükselten, şeriatın sahibi, mutlak vücudun sahibi gibi sıfat ve lakaplar. Kitapta Abdulkadir Geylani'nin kabrinin nasıl ziyaret edileceğini açıklayan bir bölüm bulunduğunu da belirterek şöyle devam etmektedir: "Ziyaretçinin yapması gereken ilk şey, güzel bir abdest almak, tam bir huşu ve tevazu içinde iki rekât namaz kılmak, sonra o müşerref Kâbe'ye yönelmek, kabrin yüce sahibine selam verdikten sonra şöyle dua etmektir: "Ey insanların ve cinlerin sahibi, beni kurtar. İhtiyacımı gider, sıkıntımı kaldır. Ey dini ihya eden Abdulkadir, ey veli Abdulkadir, ey sultan Abdulkadir, ey padişah Abdulkadir, ey hoca Abdulkadir, beni kurtar."

"Ey gavsi semadani, ey efendim Abdulkadir Geylani, kulun ve müridin mazlum, aciz ve dünya, ahiret ve din işlerinin hepsinde sana muhtaçtır." 

Tasavvufçuların kabirler hakkındaki inançlarını ne kadar beliğ ve mükemmel bir şekilde açıklayan bir örnek! Kabirlerle tevessülü, onlarla istiğaseyi, onların yaşayanların hayatlarında etkinliklerini kabul eden, ruhlarıyla canlılar arasında dolaştıklarını söyleyen hatta âlemin idaresini onların eline veren tasavvuf zihniyetinin aradaki isim ve üslup farklılığından başka bundan ayrı düşündüğünü veya uygulama yaptığını söylemek mümkün değildir. 

Çürümüş kemikler ve kokuşmuş leşler üzerinde tapınaklar diken, sanduka ve türbeler yükselten, türlü renklerde kumaşlar ve ışıklarla donatan, kapısında hizmetçiler ve bakıcılar diken, canlılara verdiği hizmetten kat kat daha fazla türbelere ve yatırlara veren bir zihniyetin bundan farklı düşündüğünü hangi külahlara anlatacaksınız? 

Toprak altında çürümüş ve belki de izleri kaybolmuş türbeler ve yatırlar için yılın belirli günlerinde mevlitler ve panayırlar düzenleyen, yatırları ve kubbeleri ziyaret etmek için uzun yollar kat ederek seyahatler düzenleyen ve sandukaların başında avuç açıp onlardan her türlü dilekte bulunan bir zihniyetin bu gibi şeylere karşı çıktığını veya inanmadığını nasıl söyleyeceksiniz? 


<<Önceki                Sonraki>>


Puran Tilmiz, 19.04.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar, Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü

Seçkin Deniz Twitter Akışı