17 Temmuz 2013 Çarşamba

SA291/KY1-CÇ12: Adlandırmanın Ne’liği Üzerine

Sorun şu; son mesaj (Kur’an) bize kendimizin ve kendimiz olmayanın, yani tarafların isimlerini ve konumlarını vermiş midir, vermemiş midir?”


Kimi savlar, üzerinde düşünülmek yerine, kimin söylemiş olduğu vurgulanarak, “Madem O söylemiş, öyle ise vardır bir hikmeti!” çıkışıyla düşünmenin önü kesilir ya da “ Madem O söylemiş, öyle ise el hak O öyledir, sen kimsin ki O’nun söylediklerini anlayıp da aklıma yatmıyor diyebilesin?” denerek düşünmeye kalkışan hor görü sağanağında boğmaya kalkışılır; boğulur hatta.


Söyleyenin kimliği yönünde söylediklerinin, isimlendirmelerinin, adlandırmalarının hilafını gerektirici bir takım sorular sormaya kalkışanın ölümlerden ölüm beğenmesi, sürgünlerden sürgün beğenmesi almaşık olarak konur önüne. Oysa nihayet buna yeltenen kişi de kendisini var olduğu bu evrende var etmenin gayreti, arayışı içindedir. Bunu da kendini ve çevresini, kendini içinde bulduğu evreni tanımaya, yani adlandırmaya kalkışarak yapacaktır.

Kuşkusuz, insan bir ad vererek, bir şeyi isimlendirerek onun kendindeki eksikliğini giderir. Ad vermenin, isimlendirmenin bütün esprisi budur. Ad vererek, isimlendirerek onu bende var ederim. O bende bir ada kavuşmadan önce yoktur. Eksiktir.

Adı olmayan “şey”den bahsetmenin, ismi olmayanı anlatmanın muhal olduğunu söylemek fazlalık olsa da biz muhal olduğu yargısını dillendirelim. Madem bir “şey” bir ada kavuşmadıkça -kendinde var olan olması, bizatihi var olan olması bu hakikati değiştirmez- bizde yoktur,  bizde eksiktir; öyle ise ad vermenin, isimlendirmenin titizlikle yerine getirilmesi zorunludur. Bu titizliğe Hz. Adem’in meleklere üstün kılınmasında “ Ademe isimleri öğrettik..” açıklamasıyla vurgu yapılmaktadır. Adem olmak için, halife olmak için isimleri bilmek gerek, isimlendirebilmek gerek, isimlendirme yetisini kullanabilmek gerek.

İsimler, onlara yüklediğimiz anlamlar bize içinde yaşadığımız dünyanın duyumsanmasında aracılık ederler. Hem kendimizi, hem içinde bulunduğumuz evreni anlama ve anlatmada ve böylece kendimizi var etmede isimlendirmenin önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

Evreni ve kendimizi var ederken muhtaç olduğumuz isimlerin bir kökeni olması da bu açıdan zorunludur. Duyumlarımızı, duyumsayışlarımızı temellendireceğimiz bu kökendir. Ya kendimizi ve evreni bir rastlantı sonucu oluşmuş bir varlık olarak değerlendirecek ve isimlendirmelerimizi ona göre yapacak böylece eksikliklerimizi, eksikliğimizi gidereceğiz ya da vahyi temel alarak kendimizi ve içinde bulunduğumuz evreni isimlendireceğiz,  isimlendirerek bir anlam katacağız. Duyu ve duyumsayışlarımızı ve tavır alışlarımızı buna göre oluşturacağız. Kendimizi vahyin doğrultusunda var edeceğiz.

Vahyin dışında kalındığında isimlendirmenin, anlamlandırmanın göreceliği mutlaktır. Çünkü o isimlendirmeler, anlamlandırmalar sanılara, heva ve heveslere göre şekil alacaktır. Nihayetinde burada ölçü insan tekidir.

Öyle ki, her insan tekininin kendince bir evren duyu ve duyumsayışının sonucu, evrenin öyle olmadığını kanıtlayacak ussal kanıtlar ileri sürmesiyle, öyle olduğuna ilişkin ussal kanıtlar sürmesi ve ötekinin yargısının evrenin nesnesiyle örtüşmezliği savı birbirine müsavidir. Vahiysiz bir var edene inananın ussal kanıtları da bu bağlamda aynı yazgıyı paylaşır. Ve var edeni kendileştirir. Var edeni kendileştirdiğinde kendi eksikliklerini de var edende görür ve var edenin eksikliklerini kendi usunca tamamlar. Tamamlama eyleminde bulunur. Tamamladığını sanır.

Bu sanıyı Kur’an’ı Kerim Araf suresi 71. ayette şöyle zikrediyor: “(Hûd) dedi ki: "Artık size Rabbinizden bir azap ve bir hışım inmiştir. Haklarında Allah'ın hiç bir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler hususunda benimle tartışıyor musunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim!”

Vahyi kendine temel alan ise vahyin doğrultusunda duyu ve duyumsayışını temellendirir. Ve bu temel üzere tavrını belirler. Vahyi iletenin (Peygamberler) bildirdiği temel isimlere, kavramlara yeni anlamlar yükler. Bunu yaparken kavramların, isimlerin eksikliği gibi bir inanç, duygu asla gönlüne düşmez.

Gönlüne düşse bile onun lânetullah’ın bir vesvesesi olduğunu bilir ve ona göre tedbirini alır. Kendinde eksik olanı tamamlama ameliyesinde “vahyin bildirdiği isimler ve kavramlarda eksiklik görme” gibi bir halet-i ruhiyeye düşmeyecek, kendinde yer etmesi, anlam kazanması için yeni açılımlarda bulunurken ‘vahyin kavramlaştırma ve isimlendirmeleri’nin olduğu yerde kendi heva ve hevesince o kavram ve isimleri değiştiremeyeceği bilgisini de kalbine ve kafasına kazıyacaktır.

Kalbine ve kafasına vahyin isimlerini kazımayan da kendi heva ve hevesine uymanın kolaylığını yaşayacaktır. Ve bu kolaycılığın onu düşüreceği, düşürdüğü şaşkınlığı ne denli zeki olursa olsun göremeyecek, ayrımsayamayacaktır.

Ki; bu durum sık sık düşün dünyasında karşımıza çıkmaktadır. Nice zeki düşünürler, Vahyin bize seçtiğini bildirdiği adlar, kavramlar yerine çağın egemen anlayışlarınca -moda diyebileceğimiz- ortaya atılan adları, kavramları kullanma gereği duymakta, böylece kendilerini var etme yolunu tutmaktadır.

Özellikle yeryüzünde soluk alan taraflara, aidiyetlere verilen adlar bağlamında girişilen bu eylem kanaatimizce ayrımında olmadan çağın egemen anlayışları karşısında yenilginin bir itirafı olmaktadır. Yenilginin bertaraf edilmesi için geliştirilmeye, olgunlaştırılmaya çalışılan bu yaklaşımlar vahyi bilinçten uzaklaşıldığının apaçık birer postulatı durumundadır.

Sorun şu; son mesaj (Kur’an) bize kendimizin ve kendimiz olmayanın, yani tarafların isimlerini ve konumlarını vermiş midir? Vermemiş midir? Vahiy bize (insana) tarafların ismini vermiştir. Konumlarını belirlemiştir. Mümin-münafık, Hizbullah-hizbuşşeytan, mustazaf-müstekbir vb. Bir de genel bir adlandırma yapmıştır. O da Müslim-Müşrik.

Ve Kur’an bize, yani vahyi kendine temel aldığını söyleyenlere “Müslüman” ismini verdiğini beyan etmektedir:  “Allah uğrunda gerektiği gibi cihad edin. Sizi o seçmiş, babanız İbrahim'in yolu olan dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır. Daha önce ve Kur'ân'da, Peygamberin size şahid olması, sizin de insanlara şahid olmanız için, size MÜSLÜMAN adını veren O'dur. Artık namaz kılın, zekat verin, Allah'a sarılın. O sizin sahibinizdir. O ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır!” (Hac: 78)

Burada vahyi kendine temel alanın yapacağı şey bu ismi kendinde anlamlandırmaktır. Kendinde onu yeniden var etmektir. Onun -Müslüman- yerine kendince isim ikamesi -herhangi bir ırkı, bir sınıfı tesmiye eden adı seçmek- vahyi kendinde meczetmemişlerin yaşadıkları bir çelişkidir. Arafta olduklarını bile ayrımsayamamışlardır.

Vahyin bildirdikleri, vahyin seçtikleri isimler, adlar birer heva ve heves sonucu değildir ki, değiştirmeye, değişmeye müsait olsun. Değildir diyen, dediği halde var olan, bildirilen isimleri, kavramları değiştirmeye kalkışıyor ise yeniden tanımlamakla, ikame etmenin aynı şeyler olmadığının ayrımında olmadığına bir işaret değil midir? Kanaatimce evet işarettir.



Cemal Çalık, 17.07.2013, Konuk Yazarlar, Sonsuz Ark


Seçkin Deniz Twitter Akışı