4 Temmuz 2013 Perşembe

SA274/SD42: Mısır ve Seyyid Kutub’un Askerî Darbe Mağduru Muhammed Mursi’ye Mirası; Analitik Bir İnceleme

"3 Temmuz 2013 günü, darbe saatlerinde darbeye karşı Rabiât-ül Adeviyye Meydanı'nda 'Bitmeyen Akşam Namazı'nı kılan İhvan, korkularından arınana kadar Mısır aradığı güce kavuşamayacaktır."


25 Ocak 2011’de Tahrir Meydanı'nda günlerce isyan hâlinde bulunan  Mısırlılar, 30 yıllık Diktatör Hüsnü Mübarek’i istifaya zorladıktan bir süre sonra, Seyyid Kutub’un müslüman kardeşlerinin kurduğu Hürriyet ve Adalet Partisi ile Arabistan ve BAE destekli Selefi Nur Partisi’nin oylarıyla Muhammed Mursi adlı bir akademisyen parlamenter, Mısır’ın 1 Temmuz 2012’de demokratik olarak seçtiği ilk Cumhurbaşkanı oldu.

Muhammed Mursi, 3 Temmuz  2013 gecesi kendi atadığı Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı Albülfettah El Sisi tarafından askeri darbe ile devrilene kadar, ABD, AB, İsrail, İran, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri tarafından sürekli engellendi; Mısır ve Mursi ekonomik kıskaca alındı.

Mursi’nin Türkiye’yi ve doğal olarak Başbakan Recep Erdoğan’ı örnek alarak uygulamaya koyduğu iç ve dış politikalar karşı blok taraftarlarını rahatsız etti. İhvan-ı Müslimin olarak bilinen Müslüman Kardeşlerin Mısır’daki iktidar serüveni Suudi Arabistan Krallığının ve BAE Emirliğinin gelecek korkusu yaşamalarına neden oldu.  Seçimlerde Mursi’ye destek veren Selefi Nur Partisi, Suudi ve BAE Emirlik ailesinin etkisiyle, bir yıllık süre zarfında Mursi’ye desteğini tedrici olarak çekti.

Selefilerin geldiği son nokta tahrirde Mursi’ye karşı cepheleşen her din ve etnik yapıdan muhaliflerle aynı safta buluşmak oldu. General Sisi’nin canlı yayında yaptığı darbe açıklamasında sağında ve solunda oturan sivillerden bir kısmı da Selefi Nur Partisi temsilcileri idi.

ABD Savunma Bakanı Hagel’le darbeden  iki hafta önce kesintisiz olarak görüşen ve Mursi’ye karşı darbe yapan Sisi, utanç verici ihanetini 3 Temmuz 2013 gecesi şu isimlerle poz vererek ilan etmişti: Muhaliflerden Muhammed El Baradey, El Ezher Şeyhi Ahmed el Tayyip, Kıpti Papa Tawadros II ve Selefileri temsil eden Nur partisinin üst düzey isimleri.


(Darbeci General El Sisi ve Nobel Ödüllü Muhalif El Baradey; Baradey apolet öperken) 

Selefiler yaptıkları açıklamada, yargıda, orduda, polis camiasında ve bürokraside Mübarek kalıntılarını temizlemeyen Mursi’nin hiçbir şeye hükmedemediğini fark edince destek vermekten vazgeçtiklerini açıklamışlardı; ancak selefiler Darbecilerin Mübarek’in kalıntıları olduğunu unutur görünmüş; darbecilerle ortak çalışarak Mursi’yi devirmiş olduklarını fark edemeyecek kadar da aptallaşmışlardı.

ABD Başkanı Obama’nın açıkça desteklediği ve yönettiği Mursi’nin alaşağı edilmesine yönelik darbe, Mısır’ın ve Türkiye’nin birlikte çalışarak sonuç almaya başladığı Filistin ve ortadoğu gibi temel sorun alanlarındaki siyasi ve ekonomik politikaları engellemek için yapılmıştı. Mısır Borsasının darbenin ertesi günü açılışta %6.4 gibi yükselişle herkesi şaşırtmasının sebebi belliydi. Mısır’ın beyazları ve onların  küresel ortakları ekonomik çıkarları zedelendiği için Mursi’yi devirmişlerdi.

Darbecileri finanse eden iki Arap devleti Suudi Arabistan ve BAE, Darbecilerin yol haritasına göre 'Geçici Cumhurbaşkanı' olarak atanan Anayasa Mahkemesi Başkanı Adli Mansur’u ilk bir kaç saatte kutlayan ülkeler oldular. Suriye’nin katili Esed, İhvan’ın darbeyle devrilmesinin 'Siyasal İslam’ın sonunu getirdiğini söyleyen mutlu azgınlardan biriydi.

İsrail sokakları sevinç gösterileriyle dalgalanırken, Gazze kan ağlıyordu. General Sisi’nin ilk hamlelerinden biri Filistin Mısır Sınırına çok sayıda asker yığmak olmuştu. Mursi, israil’in aleyhine olarak Gazzeden Mısır’a açılan tünellerin kapanmasını istememişti. Sisi darbeden 14 saat sonra Gazze Tünellerini kapattırdı.

Haziran ayı boyunca aynı karakterdeki yerel ve küresel ekipçe devrilmek istenen Başbakan Erdoğan, Mursi’ye doğrudan destek vermekten kaçınsa da Dışişleri Bakanı Ahmed Davutoğlu ve AB’den sorumlu Bakan Egemen Bağış’ın hem Avrupa hem de Dünya liderleriyle görüşmelerini ve darbeyi engellemeye çalışmalarını istedi. 

Avrupa Parlamentosu’nun Mursi’nin Avrpa Birliğinin desteğini hak etmediğini söylemesi, Obama’nın Mursi’ye istifa içerikli telkinleri General Sisi’nin ve selefilerin Mısır’a ve Mursi’ye ihanet etmesi için yeterli âmillerdi. İsrail bir yıldır ürettiği stratejilerin sonuçlarını mutlulukla topluyordu.

Askerî darbeyi açıkça kınayan TBMM insan Hakları komisyonunun Ak Parti, CHP, MHP ve BDP temsilcileri tarafından imzalanan açıklaması dışında dünyadan herhangi bir tepki gelmemişti. 4 Temmuz 2013 günü Avrupa Parlamentosu, darbecilere bir an önce yapılacak seçimlerle yerlerini demokratik bir yönetime bırakması çağrısı geldi sadece. Davutoğlu, Cumhurbaşkanı Mursi ve Başbakanı’nın sıfatlarının başına ‘eski’ sözcüğünü getirmeyi de reddetmişti. Buna karşılık Arap Birliği Genel Sekreteri Nebil El Arabi, Adli Mansur'u tebrik etmişti: 'Mısır halkı tarihi bir başarı gerçekleştirmiştir."

General Sisi, Obama’ya 4 Temmuz armağanı verirken gelecek adına tanımlanamayacak kadar aşağılık bir adım atmıştı. Mübarek’in bile teşebbüs etmediği şeyleri yaptı. Polis darbenin ilk gecesinde onlarca Mursi yanlısı insanı acımasızca öldürdü ve onbinlercesini tutukladı. Mursi ev hapsine alınsa da tutuklanmadan önce kaydettirdiği video ile Katar kökenli El Cezire kanalında  insanlara hitap etti; 'Meşru Cumhurbaşkanı'ydı, direnecekti ve darbeyi reddediyordu.

Mursi’nin direnmesi hangi anlama gelir? Bu direniş, çok spresifik analizleri gerektiriyor; ancak İhvan için pek fazla ve büyük bir anlam taşımadığı açık. İhvan, Mursi’yi de doğrudan destekleme cesareti gösterememiş ve geçmişte Mübarekle uzlaşan bir görüntü vermekten pek de rahatsız olmamıştı.

İhvan-ı Müslimin’in 1966’da Seyyid Kutup idamla yargılanırken, sonrasında idam edilirken ve sonraki yaklaşık elli yılda müslümanlar ve yoksullar ezilirken saygı duyulacak bir profil sergilemedikleri kuşku götürmez. İngiliz ve Amerikan politikaları  ile çatışan Fransız-Alman ve Rus politikaları arasında İhvan hep denge gözetti. Son dönemde Çin yeni bir aktör olarak Mısır’a doğru genişlese de, ihvan bundan sonra da denge gözetmeye devam edecek gibi görünüyor.

Mursi, kemiksiz bir oy tabanı ile çok fazla bir şey değiştirme gücüne zaten sahip değildi. Mursi’ye sahip çıkmayan Mısır, çok uzun bir süre boyunca da dinginleşme belirtileri gösteremeyecek. Türkiye ve Mısır’ın birlikte kurgulayacakları güçlü bir gelecek belirsizliğe gömülecek. Müslümanlar için üzüntü verici bu askerî darbe, maalesef küresel faiz lobilerine, yahudi lobilerine hizmet etmiştir. 

3 Temmuz 2013 günü, darbe saatlerinde Rabiât-ül Adeviyye Meydanı'nda 'Bitmeyen Akşam Namazı'nı kılan İhvan, korkularından arınana kadar Mısır aradığı güce kavuşamayacaktır.  İhvan'ın asırlık uzlaşma ahlaksızlığından kurtulmasını beklemekten başka yapacak bir şey yok. Mısır'ı ancak İhvan'ın direnişi kurtarabilir.

Aşağıdaki analizi, Mısır’ı ve Seyyid Kutub’u doğru anlamak için eklemeyi uygun gördüm. 

(Bu analiz Prof. Seyyid Kutub’un ‘İslam'da Sosyal Adalet’ adlı kitabının ‘Giriş’ kısmına yönelik bir eleştiridir.)(*)

Batı kültürünün günbegün içine sızdığı ve Müslüman olmanın utanç verici bulunduğu bir sosyal düzlemde, kukla idareciler tarafından ithâl edilen sistemler ve kanunlara karşı Kutub çok sarih ve net bir durum tesbiti yapmaktadır. Sömürgeci tahakküm altında ezilen toplumların, bu tahakkümden kaynaklandığı âşikâr olan sorunlarının planlanmış olduğunu ve bu planlanmış sorunların çözümü için de tahakküm sahiplerine ait sistem ve kanunların, kukla siyasetçiler eliyle tedavi niyetine tercih edildiğini gören Prof Kutub, buna şiddetle karşı çıkmıştır.

"Fakat Mısır'da ve bütün İslâm âleminde ruhî sermâyemizi teşkil eden fikrî varlığa müracaat etmeden, hatta düşünmeden bir çok sistem ve prensipler, kanun ve nizâmlar uzaktan, pek çok uzaklardan, Okyanuslar ötesinden getirilmekte, ithal edilmektedir. Sosyal durumumuzun memnuniyet verici olmadığını, ictimâî adaletin tahakkuk etmediğini görünce, gözlerimizi Avrupa'ya, Amerika'ya, Rusya'ya çevirmekte ve böylece müşküllerimizi hal yolunda istikraz ve ithalâtta bulunmaktayız." (Giriş S.9)

Mısır, Pakistan, Suudi Arabistan, Ürdün, Irak ve Endonezya o dönemde İngiltere'nin tahakküm kurduğu ülkeler olarak kendi aydınlarını ve prenslerini İngiliz kültürünün 'asil' eğitim çarkında öğütmekle meşgullerdi ve Kutub'un aksine Batı Medeniyetine ait değerlerin tümünü kabule hazırdılar. Fakat Kutub çok gerçekçi bir bakış açısına sahipti:

"İctimâî hayatımız için bir takım sistem,nizam ve kanunları ithal ederken mevcut nizam ve fikrî değerler, köklü örf ve inançlar nazarı itibara alınmamakta, ferdî nüansların zıd kutuplar arasında alacağı perişanlık düşünülmemekte, demokrasi, sosyalizm,hatta komunizm ismi altında ithal edilen sistem ve nizamlarla sosyal davalarımızın halledileceğine inanmaktayız".(Giriş S.9-10)

Bugün özelde Mısır'da genelde Müslüman ülkelerin tümünde Kutub'un dikkat çektiği çelişkiler ve bu çelişkilerden kaynaklanan sorunlar hâlen sürmektedir. Bir dönem kapitalizme karşı Baas milliyetçiliğinin sürüklendiği sosyalizm, özellikle arap dünyasının daha çok Batı kökenli siyasi oyunlarla parçalanmasına sebep olmuş, sosyal sorunlar kat kat artarak mevcut karanlık durum ortaya çıkmıştır. Arap ülkelerininin ve diğer Müslüman ülkelerin birçoğunda süren diktatörlükler o dönemde iyice sağlamlaştırılmış ve bu ülkeler iki kutuplu dünya'da bağlantısızlar aldatmacasıyla Batılı nüfuz alanlarının esiri olmuşlardır.

Kutub'un demokrasi'yi kapitalizm ve komunizmle birlikte dış kökenli bir sistem olduğu için dışlaması bu kavramın dönemsel anlam kaymaları yaşıyor olmasından kaynaklanmaktadır, diye düşünüyorum. Bugün demokrasiyi dışlayan bazı müslümanlar herhalde Kutub'dan etkilenmişlerdir.

"Aynı zamanda kendi kendimize "Biz müslümanız diyerek" iftihâr ederken, dini, vicdânî bir uzlete terkederek günlük amelî hayatımızdan uzaklaştırdık. Onun ne günlük hayatımızda bir hakimiyyetine işlerimizde bir tasarrufu ve ne de hayatın müşküllerini halleden bir vasfı kaldı... Böylece din, sadece kul ile Allah arasında bir bağ olarak tavsif edildi."( Giriş S.10)

20. yüzyılın başlarında Fransa'da başlayan Laik devlet düzeninin hızla diğer batılı ve Müslüman ülkelere sirâyet etmesi Kutub'un İslâmî hassâlarını rahatsız etmiştir. Kutub din ve dünya işlerinin ayrılması sürecinin analizini yaparken Hıristiyanlık ve Yahudilikle ilgili önemli tesbitlerde bulunmakta ve din ile devlet işlerinin ayrılmasının kökeninde Ortaçağ Kilisesi ile Vatikan'ın haksız tutum ve davranışlarının aranması gerektiğini, İslâm'ın bu türden hastalıklarla tesis edilmediğini ısrarla vurgulamaktadır.

"..Çünki onlarca din, kul ile Allah arasında bir bağ; kanun ise fertle devlet arasında bir rabıta unsuru olarak mütalaa ediliyordu. Yahudiliğin fetret anından Roma İmparatorluğu'nun himayesinde neş'et edip gelişmeye çalışan Hıristiyanlığa göre din ve kanunun bu tarzda bir ifade şeklini bulması mantıkî idi." (Giriş S.13)

"Dinin yeri sadece kalb ve vicdanlarda, kilise duvarlarını arasında, mukaddes mahal ve itiraf kürsüsünden ibaretti" (Giriş S.14)

Papa-Kral işbirlikleri sonrası din, kilise ve bilim arasındaki düşmanlık analizini de şöyle yapıyordu:

" Öyle ki; kilise ve din adamlarından duyulan nefret her tarafa sirâyet etmiş, böylece Avrupalıların hayatında din ile ilim, kilise ile fikir arasına soğukluk girmişti. Hayat yoluna devam etti. İlim İnkişaf ederek meyvelerini vermeye başladı. Sanayideki teknik ve ileri adımlar neticesi istihsal artmış, iş sahasında zamanla iki büyük kuvvet karşı karşıya mübareze haline gelmiştir: kapitalistler ve işçiler." (Giriş S. 15-16)

Prof.Kutub kapitalizm ve işçiler arasında kapitalizm lehine tavır alan kilisenin kendi ipini çektiğini ve işçilerin Marx'ın da etkisiyle dini-Hıristiyanlığı- kendi hayatlarından uzaklaştırdıklarını söylerken de haklıydı:

"O halde fikir ve ekmeği için uğraşan işçi sınıfı menfaatlerin çarpıştığı o devirde dinden dünya hayatı ile ilgili hiçbir faide görmemişler, üstelik kilisenin insanları uyuşturmak için dini vasıta kıldığını anlayarak kiliseye ve dine karşı isyan bayrağını açmışlardır." (Giriş S.16)

İslâm'ın doğduğu dönem ve küresel durumu analizinde, Kutub, Hıristiyanlığın kurumsal yapıları ve kanunlarıyla sabit halde bulunan Roma imparatorluğu karşısında yaşadığı zayıflık ve yapısal bozunmaya benzer bir riskle karşılaşmadığını iddia ederken de aşırı iyimserdi:

"İslâmiyyet müstakil bir belde de neş'et etmiştir. Orada ne bir imparator ne bir kral ne de bir sultan vardı. İslâmiyet bedevî bir cemiyet içinde doğdu; orada ne Roma İmparatorluğunun kanunları ve ne de başka nizamlar vardı. Bu durum İslâmiyetin gelişmesi için müsait bir vasat teşkil ediyor, ciddî hiçbir engel ve mukavemetle karşılaşmadan istediği cemiyeti kurmak, dilediği kanun ve nizamları va'z ederek bu kanun ve esaslar dairesinde ferdin ruh ve vicdaniyle cemiyyetin her türlü muamelat ve inkişâfına istikamet vermeyi mümkün kılıyordu" (Giriş S.17)

Kutub elbette Hz. Peygamber'in karşılaştığı baskıdan ve yok etmeye endeksli suîkastlardan, savaşlardan, çok ciddî mukavemet ve engellerden haberdârdı. Kanaatimce, bu düşüncesinin merkezinde yerleşmiş kurumlar ve kanunların insan hayatı üzerindeki kalıcı etkileri vardır; Kutub köklü bir medeniyet değişikliğini kastetmektedir.

İslâm'ın doğuş dönemlerinde kaşısında dağınık putperest-egemen bir bedevi kültürü vardı. Bu kültürün de ne kadar baskın bir kültür olduğu o kültürün savunucuları tarafından savaşlarda telef olmayı göze almalarından anlaşılabilir. Ve İslâm Kutub'un belirttiği gibi ciddî hiçbir engel ve mukavemetle karşılaşmamış değildi. Emeviler döneminde bu kültür yeniden baskın hâle gelmiş, cahiliyye denilen dönemin bir çok alışkanlığı tekrar hayat bulmuştur. Cahiliyye kültürüne dönüş Emevilerin yıkılmasın da neredeyse tek etkendir. Aynı cahiliyye dönemi kültürü İslâmiyet'in kurumsallaşmasını ve kanunların tahakkuk ettirmesini geciktirmiştir. Emevilerin yıkılması ile baskı altına alınan bu geriye dönüş direnci bir süre sonra Abbasiler döneminde de tekrar baskın hâle gelince, bu kez Abbasiler yıkılmaktan kurtulamamışlardır.

"Böylece İslâmiyyet tevcihat(idare) ve teşriatında (kanun yapma) din ile dünyayı yekdiğerinden ayrılmaz iki unsur hâlinde kaynaştırmış oluyordu. Şu halde İslâmiyyet arz ve sema âlemini tek bir nizam ile tevhid esasına irca eden ferdin vicdanında ve sosyal hayatın içinde yaşayan bir sistemdir... O hiçbir sistem ve nizamın veya başka bir kuvvetin tesiri altında değildir. Kendi kendisinin hâkimi, efendisidir. Bu din sosyal hayattan uzak kaldığı müddetçe cemiyete istikamet veremez. Onu sosyal hayatından uzak tutan, ictimâî nizam ve kanunlarnda onunla hükmetmeyen, yani, tedvin ettikleri kanun ve nizamları şeriate aykırı olan müslümanlar müslüman sayılmazlar. Ve o cemiyyet İslâmî bir topluluk değildir. Onlara İslâmiyyetin sadece ibadet ve gelenekleri kalmıştır."(Giriş S.17)

Kurduğu önermeler silsilesine göre Kutub, yukarıdaki analizinde İslâm'ın sistem algısına uygun bir sonuca ulaşırken gerçekten samimiydi. Fakat bu samimiyet ona Müslümanların Müslümanlıkları hakkında hüküm verici, tasnif edici ve hatta tekfir edici bir mevkii vermez, vermeyecektir de. Çünkü;"sadece ibadet ve gelenekleri" kalan insanlar kendilerini müslüman olarak tanımlıyor ve bunda ısrar ediyorlardı. Aksini ikrar etmedikleri sürece, onların müslümanlıklarına dair hüküm vermek ne Kutub'un ne de başka bir mütefekkirin hakkı olabilir. Nitekim Haricilerin Hz. Ali'yi şehit etmelerinde bu ve benzeri mantıksal çıkarımların etkili olduğunu hatırlatmamızda fayda vardır.

Hiçbir müslüman keyfi ölçülerle İslâm'ın emir ve yasaklarını uygulamamazlık yapamaz. Kutub'un bu minvalle Türkiye'de yaşayan insanları da laik sistemle yönetildikleri üzere müslüman telakki etmemesi de mümkün olabilir. Aşağıda inceleyeceğimiz üzere Türkiye'yi ve Türkiye Müslümanlarını hatırlamayan Kutub, muhtemelen bu bakış açısıyla yaptığı analizin sağlam olmadığının farkında değildir. Nitekim kendi dönemi Mısır'ı da şeriatle idare ediliyor değildi. Bu mantıkla kendisi de Müslüman sayılmamalıydı ve Mısır'ın halkı da İslâmî topluluk değildi. Oysa Kutub sistemin değişmesi için mücadele verdiğine göre kendisi Müslümandı.

Günümüz Mısır'ı, Afganistan ve Suudi Arabistan, şeriatle idare edildiğini vurgularken, o ülkelerin idarecilerinin ve halkının Müslüman olup olmadığına dair kesin bir kanaat serdetmek mümkün olmayacağı gibi, Müslüman olduklarına dair söylemlerine de itibar etmekten başka çaremiz yoktur. Şeriatle idare ediliyor olmaları onların İslâmî kıstaslara tam olarak uyduğu anlamına gelmediği gibi, başka ülkelerdeki müslümanların laik sistemde yaşıyor olmaları onları müslümanlıktan uzaklaştıramaz.

Kutub'un bu anlamda durduğu yer ne kadar samimi olursa olsun, değerlendirmesi yanlıştır ve bu değerlendirme hataları sonraki nesillere müslümanları daha kolay 'tekfir etme' fırsatı(!) vermiştir. Bu da birleşmeye değil tefrikaya hizmet eden bir duruştur, tepkidir. Fakat herhalde Kutub, insanların dikkatine şiddet yöneltmek amacıyla onların Müslümanlık formlarını sorgulama gereği duymuştur. Onu bu meyanda taklit etmek ne kadar doğrudur, tartışılmalıdır.

"Şu muhakkaktır ki;İslâmiyyette ibadet sadece hususî bazı hareketlerden ibaret değildir. Hayatta Allah rızâsına uygun ferdî ve sosyal bütün davranışlar ibadettir..." (Giriş S.19)

İbadet mevzuunda, her söz söyleme gücüne sahip müslümanın serdedeceği fikirlerin aşamayacağı bir ibadet tanımı yapan Kutub, İslâm'ın özüne uygun tesbitleriyle de saygın yerini neden koruduğunu göstermektedir.

"İslâm'da ruhbaniyyet veya kul ile Allah arasına girmek yoktur. Her müslüman ister uçsuz bucaksız bir sahrada, ister deniz ortasında bir yerde olsun, tek başına bir ferd olarak hiçbir aracı bulunmadan Allah'a ittisal edebilir. Müslüman lider, velâyet kuvvetini hiçbir zaman Allah'ın kendisine tahsis ettiği bir pâyeden veya ruhanî aracılığından almaz. Ancak İslâmî şeriati mana ve tatbikatiyle tamamen müsavi şartlar altında âzamî bir dikkat ve adaletle idare ettiği İslâm cemaatinden alır. Hiçbir din adamının müslümanlar üzerinde hususî bir tasarrufu yoktur."(Giriş S.23)

Dilindeki belagâti cesur çıkışlarla güçlendiren Prof. Kutub, bu değerlendirmesiyle de yıllarca tasavvuf erbâbının tepkisini çekmiştir; çekmeye devam etmektedir. Kutub Kur'an'dan aldığı güçle haklı bir tesbit yaparken "Müslüman lider, velâyet kuvvetini hiçbir zaman Allah'ın kendisine tahsis ettiği bir pâyeden veya ruhanî aracılığından almaz. Ancak İslâmî şeriati mana ve tatbikatiyle tamamen müsavi şartlar altında âzamî bir dikkat ve adaletle idare ettiği İslâm cemaatinden alır." diyerek, liderlik vasfının nasıl elde edileceğine dair net bir çerçeve çizmiştir.

Bugün Müslümanlar üzerinde velayet ve elverme gibi zincirleme vesayetlerle tasarrufta bulunan kişilerin dayanaksızlıklarını ve onların bu şekilde İslâm'a aykırı davrandıklarını ortaya koymaktadır. Kabala etkisiyle şeyh-mürid ilişkisi çerçevesinde yeni bir din gibi ihdas edilen mekanizmaların İslâm'da yeri yoktur.

Kutub, kendilerinden menkul hususî mülahazâlar dışında herhangi bir değerli ayrıcalığı bulunmayan mürşidlerin/şeyhlerin önüne de set koymaktadır:"Hiçbir din adamının müslümanlar üzerinde hususî bir tasarrufu yoktur." Kutub'tan yıllar sonra Dünya'nın heryerinde tarikat ve cemaatlerde tesis edilen vesayet ile İran'da Humeyni'nin kurduğu velayet sisteminde hayatın tümünü kapsayan -Kur'an'da dayanağı olmayan- tasarruf yetkisinin ne şekilde kullanıldığı ve kullanılacağına dair analizler için yeterli malzeme bulunabilecektir. Kutub, Sahih İslâm kaygısıyla, geçmişi 9.,10 . ve 11. yüzyıla kadar uzanan sunnî bozunma ile yine geçmişi Kufe'ye dayanan şiî bozunmaya da bu şekilde dikkat çekmiştir.

"Hâkim kendi tedvin ettiği bir kanunla değil, ancak ilâhî şeriat ile hükmederek müslümanları suçlandırabilir" (Giriş S.23)

Otoriter sistemlerde otoritenin, demoktarik sistemlerde meclislerin sık sık değiştirdikleri kanunlarla insanları yargılamalarının sakıncalarına dikkat çekmektedir Kutub. Nihayet süregiden zamanda Türkiye örneğinde olduğu gibi Yargıtay, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi gibi yüksek mahkemelerin kanaat ve kararlarıyla meclis'in yetkilerini de sınırlandırdığına, tavsiye ve örnek kararlarla kanun koyma hakkı elde etmeye çalıştıklarına dikkat edilirse Kutub'un bir cümleye sığdırdığı büyüklüğün ne kadar yıkıcı olduğu rahatlıkla farkedilecektir. Oysa İlâhî şeriatın değişmesinden söz edilemez ve bu değişim hakkı herhangi bir kurum ve heyete bırakılmış değildir.

Sosyoloji, siyâset ve devlet idaresi gibi birbirine bağlı ancak birbirinden farklı alanlarda doğaçlama tesbitler yapmaya çalışan Kutub, din adamları ile devlet adamları mukayesesine girerken daha dikkatli olmayan bir söylem içine girdiğini yine farketmez.

"Şu hâle göre cemaat üzerindeki maddî ve manevî tasarrufları bakımından din adamları ile devlet adamları arasından en ufak bir çatışma yoktur. Çünkü İslâmiyyet, Hıristiyanlıkta olduğu gibi iki zümrenin arasını açacak ruhanî ve idarî bir tasarrufa yer vermemektedir.(Giriş S.23)

Din adamlarının maddî-manevî tasarruflarına dair çekinceler koyan Kutub, bu tasarrufların varlığının çoğunlukla cemaatten güç almadığını bilmekle birlikte, tasarruf yetkisini din ve devlet adamları arasında taksim etmekte, dağıttığı bu yetkiler arasında bir karmaşa olamayacağını İslâmî hassasiyetlere bağlamaya çalışmaktadır.

Acaba Kutub 'Müslüman lider'den neyi kastetmektedir? Devleti idare eden lideri mi, din adamı olan lideri mi? Eğer bu ikisini birbirinden ayırıyorsa iki ayrı hâkimiyet ve tasarruf alanından sözettiği kesindir. Kutub, taraflar arasında çatışmadan değil uyumdan bahsettiğine göre, İslâmî devlet kriterleri din adamlarına ayrı, devlet adamlarına ayrı hüküm alanları mı ayırmaktadır? Bu ayrım laiklikle ilgili bir çağrışım yapmakta değil midir? Bu eğer böyleyse İlâhî şeriate uymakla mükellef olan iki ayrı tasarruf yetkisi sahibi makam/kişi neden olsun? Kutub kendisi, içinde yaşadığı devlete din adamlarının veya kanaat önderlerinin birer tehdit olmadığı güvencesi vermekte değil midir? Oysa Mısır o tarihte İlâhî şeriatle idare ediliyor değildir ve çatışma kaçınılmazdır.

Kutub, Hıristiyanlıktaki ruhâni ve idârî tasarruf çatışmasını örnek verirken de aynı endişeyi taşımaktadır. Fakat yine burada daha önce ifade ettiği "Böylece İslâmiyyet tevcihat(idare) ve teşriatında (kanun yapma) din ile dünyayı yekdiğerinden ayrılmaz iki unsur hâlinde kaynaştırmış oluyordu." tesbitine aykırı bir durum ortaya çıkıyordu. İslâm'da kaynaşmış iki unsur üzerinde birden fazla tasarruf yetkisinden söz edilebilir miydi?

Prof. Kutub asrı-saadet sonrası geleneksel İslâm toplumlarına özgü bir pencereden bakıyordu: Halife ve Halifeye karşı İmamlar. Halife, Kur'an'ın koyduğu kanunlara uyduğu sürece imamların ona karşı bir tasarruf hareketine girmeyeceğini, aksi halde İmam-ı Azam Ebu Hanife ile Emevi halifeleri arasında yaşanan çatışma benzeri çatışmaların ortaya çıkacağını düşünmekteydi. Ne fayda ki; bu durum Hıristiyanlıktaki gibi iki zümrenin arasını açmaktan başka birşey değildi. Sorun cemaat-topluluk üzerindeki tasarruf yetkilerinin paylaşılmasından kaynaklanıyordu ve bu paylaşımdan kaynaklanan çatışmalar idârî sistemlerin tümünde vardı. İslâmî yönetimler bundan uzak kalamamışlardı, kalmayacaklardı da.

Herhangi bir tasarruf yetkisi umumîden hususîye dönme istidadında ise çatışma olmaması mümkün değildi. Bazen din adamlarının tasarrufu, bazen de devlet adamlarının tasarrufu hususîye dönüşüyor ve iki zümre sürekli çatışma hâlinde bulunuyorlardı.Emeviler'den başlayarak Osmanlı'ya kadar Halife ile Şeyhülislam-ulemâ arasındaki tasarruf çatışması devam etmiştir. Kaynaşmış iki unsur üzerindeki tek tasarruf yetkisi dört halife'den sonra ortadan kalkmıştır. Kutub o döneme olan özlemi ile o dönemden sonra yaşanan çatışmalar arasında kalakalmıştır.

Prof. Seyyid Kutub, İslâm'ın ilime ve ulemâ'ya bakışını diğer dinlerle ve sistemlerle yaptığı mukayeseden sonra şöyle izah etmektedir:

"İslâm hiçbir zaman ilmin ve âlimin düşmanı olmamıştır. Bilâkis ilim tahsilini ibadet mertebesinde dinen farz kılmıştır..."(Giriş S.23)

İslâm'ın sosyal adaletin tahakkuku için taşıdığı sistematik yeterlilikle ilgili tesbitini ise, Hıristiyanlık ve komunizm arasındaki çatışmadan uzak tutar:

"Keza sosyal adaletin tahakkuku için Hıristiyanlıkla komunizm arasında vâki' düşmanlığın hakiki sebeplerinden hiçbirini İslâm ile ona karşı duran kuvvetler arasında bulmak mümkün değildir..."(Giriş S.26)

Kitabını telif ederken sık sık düştüğü dalgınlığa burada da düşmektedir sevgili Kutub. Bir çok yerde Hıristiyanlıkla kapitalizmi özdeşleştirirken daha sonraki bölümlerde, aslında batının hiçbir zaman Hıristiyanlığı hayatı düzenleyici bir din olarak almadığını iddia edecektir.

Bu dalgınlığına rağmen Kutub'un yaptığı bu tesbit yerindedir ve ancak 1989'da SSCB ile komunizmin 2008'de de kapitalizm'in yıkılışından sonra, faizsiz bankacılıktan yola çıkılarak İslâm'ın özgünlüğüne yapılan batı kökenli vurgular onun haklı olduğunu gösterecektir. Kutub'un sürekli arzuladığı ve belirttiği gibi -diğer iki sistem çökerken- İslâm dimdik ayaktadır ve tek alternatif olarak varlığını korumaktadır.

Soğuk Savaş'ın henüz başladığı yıllarda taraf olmakla olmamak arasında kararsız kalan, bağımsızlığını -güyâ- henüz kazanmış bir devlette yaşamanın zorlukları vardır. Laiklikle hayatını ve kanunları dinden uzaklaştıran Avrupa'ya ve işçilere hak tahsisi yaptığını iddia eden demir perde ülkelerine özenen devlet adamı, grup ve örgütlere karşı kusursuz bir duruşla cevap vermektedir Kutub:

"Eğer Avrupa, dini, genel hayatından uzaklaştırmaya mecbur kaldı ise, biz Müslümanlar aynı yolda yürümeye mecbur değiliz. Keza Komunizm sözde işçi sınıfının haklarını korur görünmek için dine olan düşmanlığını alenen izhar ediyorsa bu şuursuz davranışa uymaya mecbur değiliz.."(Giriş S.27)

İslâm'ın korunmuş kimliğine yapılan saldırılar karşısında da aynı kararlı,vakûr duruşunu muhafaza etmiştir ve beşerî sistemlerin değişebilirliğine çektiği dikkat büyük bir maharet işidir:

"İslâm; bu kâinâtı, ondaki yenilikleri ve bu yeniliklerin tarihî tekâmülün, getireceği sosyal, iktisâdî ve fikrî inkılâpların neticelerini en dakik olarak hesabedib ve bunu herkesten daha iyi bilen Allah tarafından tesis edilmiş bir din'dir"(Giriş S.28)

İslâm'da Sosyal adalet mantığını izah ederken de soğukkanlı bir Kutub vardır ve taklitçiliğe karşı acımasızdır. Sosyo-ekonomik sorunların çözümünde İslâm'a özgü/İslâm'n temel kıstaslarına uygun teroriler üretemeyenleri suçlar, köksüz- kopya teorilerle müslüman bir toplumda gerçekçi çözümlere ulaşılamayacağını haber verir:

"Sosyal bir dini, taabbudî(ibadete dair) bir uzlete(yalnızlığa) terk ederek İslâmî şeriatin modern hayata intibak kabiliyetini bilmeden, dini esasa dayanan devirlerden bizi ayıran sebeplerin tesbitine çalışmadan, körü körüne garb'den aldığımız bu köksüz teoriler, İslâm cemiyyetlerinin organik bünyesinde gelişmediğinden İslâm'ın tabiatiyle asla bağdaşmaz. Bu hal, dinin sosyal nizamını ihtiva eden esasları hakkındaki cehaletimizin, aynı zamanda işbu eski ve köklü kaynaklara karşı gösterdiğimiz şahsî ve fikrî tembelliğimizin neticesi olarak, hayatı dinden ayıran Avrupa'yı gelişigüzel taklitten başka birşey değildir" (Giriş S.28)

Ve Prof. Seyyid Kutub Giriş için Kapanış'ta eskimeyen bir tesbitle sorunlar yumağında boğulan insanlığın karşısına geçer ve 'kendi kurtuluşları için' insanları, müslümanları İslâm'a, İslâm'ı araştırmaya davet eder:

" İslâmiyyet enternasyonel bir dâvet ve umumî bir nizamdır. Biz bu sözlerimizle insanları,tarihî hakikatlerden ayırarak mânasız bir taklide dayanmadan evvel islâm'ın beka kudreti ve selâhiyetinin gün ışığına çıkması için bu umumi esasları bu eski ve zengin hazineleri araştırmaya dâvet ediyoruz. Bu davete icâbet etmediğimiz gün kendimizi tamamen kaybolmuş bir şahsiyetle medeniyet kafilesinin çok gerisinde buluruz".(Giriş S.29)

Seyyid Kutup, Mursi’ye iki miras bırakmıştır; bir tanesi denge gözeterek tepki göstermekten korkan İhvandır, diğeri de  kendisini idama mahkûm eden heyete hitâben, 22 Ağustos 1966’da söylediği sözlerdir:

"Eğer Allah kanunu ile mahkum edilmişsem ben Hakk'ın hükmüne razıyım. Eğer batıl kanunlarla mahkum olmuşsam ondan çok daha üstün bir düşünceye sahip olduğum için batıldan ve münafıklardan merhamet dilemem. Allah'a şükürler olsun ki on beş sene cihad ettikten sonra bu mertebeye ulaştım. Ben Allah yolunda yaptığım iş için asla özür dilemem. Namazda Allah'ın birliğine şehadet eden parmağım asla bir tağutun hükmünü onaylayan tek bir harf bile yazmayacaktır. "


Allah Mısır’a ve bütün müslümanlara merhamet etsin.




Seçkin Deniz, Sonsuz Ark, 04.07.2013, Sistematik Analizler 130


Güncel Not:  01.08.2013

ABD'de yayınlanan 'Counterpunch' dergisinde Mısır'daki darbeyle ilgili şok iddialara yer verildi: 2012 yılında Mursi'yi devirmek için CIA'ya 2 darbe planı sunuldu. A planına göre Mursi rezidansında suikastle öldürülecekti. Ancak bu plan önlendi. B planında ise Mursi'nin görevi bırakması için uzun süreli protestolar düzenlenmesi kararlaştırıldı.

ABD dış siyasetine ilişkin eleştirel yayınlarıyla tanınan 'Counterpunch' dergisinde 'Büyük tertip: Mısır askeri darbesinin bilinmeyenleri' başlıklı bir makale yayınlayan Esam el-Amin, Muhammed Mursi'ye geçen yıl suikast planlandığını ortaya çıkardı. Yazısında, darbeye verilen dış desteğe dair önemli bilgiler de veren Amin, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) lideri Halife bin Zayid Al Nahyan'ın 22 Nisan 2011'de gerçekleştirdiği Suudi Arabistan ziyaretinde BAE, Suudi Arabistan ve Ürdün'ün Arap Baharı'nın Körfez ülkelerine yayılmaması için bir plan hazırladıklarını kaydetti. Amin, seçimi kaybetmesinin ardından BAE'ye yerleşen Mübarek'in son başbakan'ı Ahmed Şefik'in de Mursi'nin devrilmesi için bir plan hazırladığını ifade etti.

Amin, Mursi'yi devirmek için CIA aracılığıyla, 2012 yılının Kasım ayında Amerikalılara 2 darbe planı sunulduğunu öne sürerek şunları söyledi: 'A planına göre, geçen aralık ayında Mursi rezidansında suikastle öldürülecekti. Ancak bu plan deşifre oldu ve İhvan'ın yardımıyla plan kamuoyunda duyurulmadan önlendi. B planı ise 2 seçenekten oluşuyor. İlki devrilinceye kadar Mursi'nin görevi bırakmasını isteyen ülkeyi istikrarsızlaştıracak uzun süreli protestolar yapılacak, ikincisi ise muhalifler birleşerek sandıkta Mursi'yi yenecek.'

Bu arada Mısır derin devletinin de boş durmadığını kaydeden Amin, 'Geçen nisan ayında, Muhammed el-Baradai, Şefik ve BAE'den Bin Zayid Mursi'nin devrilmesi için tek çözümün ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya'nın da desteği ile ülkenin istikrarsızlaştırılması olduğunda hemfikir oldu' iddiasında bulundu. Amin, darbeye zemin hazırlamak için akaryakıt ve elektrik krizlerinin yapay olarak oluşturulduğunu belirterek, 'Darbe sonrasında ise nasıl olduysa kriz bir gecede çözülüverdi' dedi.

http://yenisafak.com.tr/dunya-haber/suikast-olmadi-ayaklandilar-01.08.2013-547990?utm_source=twitter-yenisafak&utm_medium=sss&utm_campaign=twitter-yenisafak




*Prof. Seyyid Kutub, İslam'da Sosyal Adalet, 1949 yılında Mısır'da ilk Arapça orijinal baskısı, Cağaloğlu Yayınevi tarafından İstanbul'da 6 Şubat 1962'de ilk Türkçe baskısı,1964'de ikinci baskısı ve 26 Haziran 1968 'de üçüncü baskısı yapılan kitap

Seçkin Deniz, Eleştirel Bir Analiz; Bir Portre-Bir Kitap/ Prof. Seyyid Kutub-İslam'da Sosyal Adalet -29.07.2009-


Seçkin Deniz Twitter Akışı