4 Ağustos 2012 Cumartesi

SA22/SD4: Gri İstanbul Gölgeleri / Medeniyet Çıkmazı Câri İstanbul 3




Bir Haftalık (6-12 Temmuz 2012) Gezi Notları 3

C- Cuma - İlk Gün:

CA- Yörük Çadırı/ Kent-Medeniyet Çıkrığı:

Aksaray'da verdiğimiz ilk moladan sonra, Düzce'de sabah, serin  dağ havasında, her zamanki gibi, her otobüs yolculuğumda  yaptığım gibi çorba ve sonrasında çayla  kahvaltı yaptım. Yola revan olduğunda otobüs, Odyssesia'ya devam ettim.

İstanbul, Dünya'nın gelmiş geçmiş bütün medeniyetlerine dair iyi-kötü, güzel-çirkin bütün izleri taşıyordu. Çapulcu zihniyet, tarihsel bir kimliğe sahipti ve İstanbul bundan muaf değildi. İstanbul'da hâlen insanlar çıkarları için birbirlerini öldürüyorlar ve uzak ülkelerden aş ve geçim derdi için gelen güzel kadınları birbirlerine hediye ediyorlardı. Homeros, Odysseia'da aslında bugünü de anlattığını bilemeyecekti hiç. 

Yolculuk süresince Amerikan Tarihi'ne bakmamıştım ... Amerikan Tarihi, İlyada ve Odysseia'da senaryosu yazılmış bir sinema filmiydi aslında. Ve tarihle birlikte özünü toplamış, derlemiş ve doğrudan İstanbul'a transfer etmişti.. Türkiye değil belki ama...İstanbul, artık Küçük Amerika idi... Avrupa'yı, Kuzey Afrika'yı ve Amerikan Kıtası'nı dolaşarak bir U dönüşü yapıp gelmişti, bütün karakteristik özellikleriyle Barbar Antik Yunan... ucu biraz açık kalmıştı U'nun İstanbul'a bükülerek.

Belki de bu bükülme, 'İstanbul'un Müslüman Karakteri'ne çıkış yolu verecek bir bükülmeydi. Amacım da o bükülmeden yararlanarak U'yu asıl duruşuna göndermek ve Medeniyet Çıkmazı'na dönüşen Câri İstanbul'u, dehlizlerden çıkarıp tarihi minarelerinden ışığa tutmak hayâlindeydim. Öylece, sadece kendim, bir başıma... Büyük sözdü bu, yenilmiş büyük lokmalardan sonra.

Vardı elbette derdimle muzdârip, Amerikalılaşmamış, Argoslulaşmamış, katığı müslüman ruhu olan karakteristiği İstanbul'un... Gidip görecektim, iyimserliğim mızmızlanıyor olsa da... Ne kadar yamyamdı yeni söze İstanbul; ne kadar hırsızdı yeni adamların ruhlarına bakarken... Öğütülmüş güzel insanların, güzel eserlerin tadı damağında mıydı hâlâ câri kan emicilerin?

Keşke o tadı unutmuş olsa diye düşünüyordum; ısrarla  bunu istiyordum. Kötü tatların içindeki lezzeti bir kez tatmış olan, o tadı asla unutmaz ve tekrar arzulardı... Gri İstanbul Gölgeleri'nde özünü yitirmiş dinlerin, fikirlerin ve insanların  canhıraş feryatlarını duyuyordum... Eritilmiş taze ve tertemiz heyecanların öyküsü kapatılmıştı, gazeteler, dergiler ve kitaplar mezarlığında... bir tiyatro gösterisi gibi sürekli tekrarlanan... mezarlıktaki cenaze törenleriyle iyilik ve medeniyet adına yazılanlar için...

Sonsuz Ark, zatürreye tutulmuş ciğerlerine dokunacak mıydı? Toroslar'dan gelen bir serin esinti olacak mıydı insanların zihinlerine?

Otobüs, sabahın geç ışıklarında İzmit Otogarı'na girip çıktıktan, İstanbul'a yöneldikten hemen sonra İstanbul il sınır çizgisini kaybettim. Yörük çadırlarının pragmatist konum seçimi, tıpkısıyla çıkıp geliyordu otobüsün önünden; dağınık, düzensiz ve biçim biçim beton yığınlarıyla... Yörükler, ah!

Antalya Serik'te ikamet ettiğim dönemlerde Yörük Belediye Başkanı ile kavga etmişlerdi; keçi patikaları gibi karmaşık ve dar yollara bir düzen getirmek istiyordu Başkan ve onlar bahçelerinden -istimlak bedeli ödense de- bir metrekare yer vermemekte direniyorlardı... Ancak kendi arabaları bile evlerinin önüne gidemiyordu... Hey, İstanbul; sen de öyleydin! Sana gelene "Hoş geldin" diyemiyordun, kentleşememenle... seni medeniyet çıkrığı ile çamurundan, lağımından kurtaran Recep Tayyip Erdoğan'ı Başbakan yapmış olsan da!

CB-  Dudullu, Alibeyköy = Myanmar Terminalleri/ İnsan Çukuru:

TEM'den ayrılıp, daracık sokaklardan akrobatik hareketlerle ilerleyen koskoca otobüs durduğunda Kaptan'ın sesini duydum: "Dudullu'da inecekler, inebilirler... servis var!"

Dudullu'da 'Terminal' dedikleri yer, çarpık binalardan oluşmuş bir birikintinin içinde,  bir bürodan başka bir şey değildi... Terminal(!)'den ayrılırken karşımıza bir tır çıktı upuzun kuyruğuyla... birbuçuk araba genişliğindeki sokakta iki dev araç bir on dakika kadar kıvrandılar oldukları yerde... tekrar TEM'e çıktığımızda Boğaziçi Köprüsü'nde trafik olmazsa 'Cuma'ya yetişiriz' diye umuyordum,ki; köprüyü bir saatte geçince umudumu kaybettim.

Alibeyköy'de inecek oradan servisle Taksim'e geçecektim. Terminal dersimi Dudullu'dan aldığım için çok fazla şey beklemiyordum Alibeyköy'den... Nitekim; üçüncü dünya ülkelerine, -özellikle Myanmar gibi bir ülkeye has -bir barakadan oluşan terminale vardık ve otobüsten indim... Hava çok sıcaktı. 

Elimde Odysseia; karşımda, üçüncü defa "Taksim'e servis var mı?" diye sorduğum şirket görevlisinin umarsız, telaşsız ve meşgul yüzü. Kızdığımı fark edince, "Tamam, ayarlayacağız!" dedi haklıymışçasına bir tonda. Ben için için artık Kadir Topbaş'ın devrinin sona erdiğini düşünüp duruyordum.

Kırk beş dakika bekledikten sonra, en az on beş yaşındaki bir midibüse bindik; koltuk kılıfları yırtık servisin şoförü neşeli ve  güler yüzlü bir delikanlıydı... En azından klima çalışıyordu...

Genç şoförün, ustalıklı hamleleriyle tıkış tıkış yollardan geçerek Taksim'e varmaya çalışıyorduk. Dikkatimi araçların arasında koşuşturan gençler çekti. Ellerinde küçük su şişeleri su  isteyenlere su satıyorlardı. Şaşırmıştım. İnsanların hangi güvenle bu suları alıp içtiklerini sorgulayıp duruyordum... Lüks özel otomobillerin pencereleri açılıyor ve sâki delikanlı koşturup bir su uzatıyor, parasını alıp gidiyordu. Derken bizim şoför de çağırıp iki küçük su aldı. Merak edip sordum: " Güvenilir mi bu aldığınız su?" Çaresiz ellerini iki yana açtı: "Ne yapalım abi? " dedi, "Görüyorsun!"

Henüz 'Damacana Rezaleti' sökün etmemişti şafaktan... İstanbul; suyunu bile sana sunulduğu gibi içiyordun. Çaresizdin... İnsanlara nasıl temiz bir su, temiz bir medeniyet verecektin ki? Sen kirden para kazanıyordun... 'İnsan Çukuru' gibi görünüyordun. Myanmar/Arakandaki müslümanlarla ilgili bir tek fikrin bile yoktu, gazetelerine, dergilerine, televizyonlarına, internetine koyacak...


CC-  Taksim, Gümüşsuyu/ Alman Sefa(r)-(l)eti/ Remzi:

Servis, Taksimi geçip Gümüşsuyu yokuşundan aşağı inerken sağda, Alman Konsolosluğu'nun önünde indim... O konsolosluk biz İmparatorlukken sefaretti, elçilikti; r'yi l ile değiştirmek istedim bahsederken, zira; o bina imparatorluğun çökertildiği beş sefaretten biriydi... Diğerleri İtalyan, Fransız, İngiliz ve Rus sefaretleriydi... İstanbul'un dehlizlerini çok iyi kullandılar. İlmiye'yi, Kalemiyye'yi Askeriye'yi yavaş yavaş ablukaya aldılar; dergahlara, cemiyetlere sızdılar ve gün gün, saat saat erittiler koskoca imparatorluğu  ve sefalete sürüklediler sefiller...

Bu bina hâlâ en çirkin oyunlarını kurguluyor, diğerleri gibi... İtalyanların yerini Amerikalılar aldı sadece... Hâlâ Türklerimizi ve Kürtlerimizi içeriden dışarıdan nakış gibi düşmanlıkla işliyorlar... Böyle yıkmışlardı İmparatorluğu... önce Arap mebusları aşağılatmışlardı Almancı İttihatçıların eliyle, Meclis-i Mebusan'da...

-1913'te Osmanlı topraklarında yaklaşık 800 Alman subayı bulunuyormuş. Bunlar geçmiş dönemlerde olduğu gibi Türk subaylarını eğitmekle kalmıyor, aynı zamanda ordunun da belli bir parçasını oluşturuyorlarmış. Tehcire ve katliam eylemlerini aslında planlayanlar da onlarmış... Alman propagandacısı ve Doğu Bürosu Müdürü Freiherr Max von Openheim, Alman Başbakan Rethmann Hollweg'e Şam'dan yazdığı raporda Amerikan ve İngiliz misyoner ve konsolosluk faaliyetlerini kışkırtıcı ve fesat olarak tanımlıyormuş... İngiltere'nin yanı sıra Rusya ve Fransa da Almanya-İttihat ve Terakki işbirliğinden rahatsızmış. (4)-

Gümüşsuyu Palas'ın duvarlarına işlenmiş kabartma heykelleri inceledim bir süre.. sonra Remzi'nin bürosuna doğru yola koyuldum. Cuma'daydı Remzi; telefonla görüşmüştük... benim yetişemeyeceğimi anlayınca o gitmişti...  Bürosunun bulunduğu binaya girdim. Unutmamışım bir kaç yıl önceden... İki pirinç tabela yan yana. Avukat Remzi ... Avukat Engin ... Büroda kimse yoktu.

Remzi, "Bulamazsın sandıydım, büroyu!' diye sesiyle çıkageldiğinde binanın giriş kapısında Odysseia'ya dalmıştım yine...  Saçları iyice azalmıştı...  Hasret giderdik. Ailesi yazlıktaydı ve bir haftalığına dönmüştü işleri için.. beni de bu aralıkta davet etmişti... sağ olsun.


CD- İstiklâl Caddesi'nde Kahve/  İnsanlığın Değer Kaydı:

Hani derler ya, "Saygı, sevgi bitti!" diye. Yalan; İstanbul henüz böyle insanlarını kaybetmedi. Sadece dehlizlere girmedikleri için sessizler... Dehlizlere girip çıkarak birilerinin sesi olanlar gibi değiller... her gün azar azar eriyen tertemiz duygulara, düşüncelere ve hayâllere sahipler ...

Sonsuz Ark'ın çıkışına şahit olan dostlardan biri Facebook'ta İstanbul'a geleceğimi duyurunca, ısrarla "Bir çayımı için!" demişti.

Çayı içilecek çok insanı vardı İstanbul'un... Twitter'dan, Sahaf  Kebikeç'e çay içmeye davet eden Ömer Lekesiz gibi...  Ömer Bey'e iki gün sonra gidecektim.

Sonsuz Ark'ın istanbul'un dehlizlerine girmeden yayılmayı tasarladığı iki alandı Facebook ve Twitter... zaman gösterecekti olacakları... meydan okumak kolay değildi; adım adım...

Sonsuz Ark dostu arkadaşımın telefonuyla Taksim'e çıktım tekrar, Remzi'yi ve Engin'i büroda bırakıp. Taksim... asfalt ve insandan oluşan cascavlak bir meydan... 1 Mayıs 1977'da nereden silah sıkmışlardı insanların üstüne acaba? The (Etap) Marmara'dan mı? Hangi konsolosluklar organize etmişlerdi bu işleri?(5)

Sonsuz Ark dostuyla içtiğimiz kahve, uzun soluklu bir değerlendirme fırsatı doğurmuştu... Tertemiz Anadolu, dilerse tertemiz kalabilirdi İstanbul'da...

Gün akşama dönerken tekrar büroya döndüm ve Remzilere doğru yola koyulduk. İstikamet Kabataş iskelesi, oradan Üsküdar ve Remzi'nin evinin bulunduğu bayıra tırmanış... çantam tekerlekleri olsa da yokuşu tırmanacak güce sahip değildi... 'Bayır Eşeği' deyimi kıvrılarak tırmandı yokuşu... Üsküdar, herhalde bayırı en çok olan ilçesiydi İstanbul'un.

İlk gün böyle geçmişti...

Seçkin Deniz Twitter Akışı