12 Mart 2021 Cuma

SA9115/KY1-CÇ763: İNTİKAM

Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk

BU ÖYKÜDEKİ TÜM KARAKTERLERİN VE OLAYLARIN GERÇEK KİŞİ VE KURUMLARLA İLGİSİ YOKTUR. TAMAMEN HAYAL ÜRÜNÜDÜR. ADLAR VE DİĞER BENZERLİKLER RASTLANTISALDIR.

-I-

15/01/2029, saat öğleden sonra 16:00

Başkan Kürşat Delibalta, Başkanlık Külliyesi'nin kuzey bölümündeki mahrem odasında, çalışma masasında, laptoptan kendisine sunulan PDY ile ilgili en son raporu dikkatle okuyup bitirmişti. Rapordaki en dikkat çekici detay ülke içindeki şakirtlerin onca olan bitene karşı, halen daha sapık iblis HG'ye saygı duymaları, “Hoca Efendi” diye yad etmeleri ve yapıp ettiği iblislikleri yalan saymalarıydı. 

İblis HG'nin devlet olmak için yapmadığı kalmamıştı; cinayetler, soygunlar, uyuşturucu ticareti, düşmanla işbirliği, itibar suikastları.. ülke içinde sıradan şakirtlerin gözünde bunlar birer yalandı, kendileri Din-i Mübin için çalışmaktaydılar, inançlı insanlardan oluşacak bir toplum içindi bütün gayretleri. Tüm gayretleri Allah rızası içindi, kim aleyhte ne söylerse söylesin yalandı, iftiraydı. Hoca Efendi bir karıncayı bile incitmekten imtina ederdi, O Allah’ın insanlığa hediyesiydi, böyle biliyor, böyle inanıyorlardı. Böyle olmayacaktı. Üst yöneticileri yurt dışında yakalamakla, etkisiz hale getirmekle bu iblisin ülke üzerindeki, insanlık üzerindeki kumpasını bitirmenin yolu yoktu. Bu çok açıktı. Halen daha himmet toplayıcılar, himmet veren saflar vardı. Bunun, bu inancın, bu itimadın önü kesilmeli yerle bir edilmeliydi ki, ülke kurtulsun, dünya kurtulsun.

Masa üzerindeki klasik çevirmeli telefonu kaldırdı, Özel Kalem Müdürü'nü bağlattı.

- Başkanım Beni emretmişsiniz, diye telefonu yanıtladı Özel Kalem Müdürü.

- Bana MİT Başkanı Harun Bey’i çağırın. Bizzat siz arayın. Ve aradığımı kimsenin bilmemesini istediğimi de iletin, dedi Başkan Delibalta.

- Baş üstüne efendim, diye yanıtladı Özel Kalem Müdürü.

Telefon üzerinden yarım saat geçmemişti ki çiçeği burnunda haber alma Başkanı Harun Göze kuzeydeki mahrem odada Başkan'ın karşısındaydı.

- İblis'e ait son raporunu okudum Harun Bey, hiç iç açıcı değil.. bu iblisin ağzından itiraf almalıyız. Mahkemeden önce halkın huzurunda yapıp ettiği tüm pislikleri itiraf etmeli. Cinayetleri, soygunları, suikastları, bu olmaz ise işimiz yaş.. hali hazırda durum hiç iç açıcı değil, yanılıyor muyum?

- Maalesef öyle Başkanım, dedi Harun, Sıradan örgüt mensupları halen ona itimat ediyor ve oldukça gayretli çalışıyorlar. Daha ilginç olanı yeni eleman edinmeleri. Çarpıtmada, algıda bu menhus örgütün üstüne yok. Şeytan diyor git kafasına sık!

Başkan Delibalta tebessüm ederek “Hayır.. hayır Harun Bey.. onun çözüm olacağını bilsem gider bizzat ben sıkarım, ölümü göze alır gider ben sıkarım! Hayır, daha bir kahraman olur, kendi elimizle onların gözünde bir de şehitlik mertebesine yükseltiriz.. hayır.. itibarını yerle bir etmek lazım. Tabi önce Amerika’yı razı etmeli.. bu da tam bir çıkmazda olduğumuzu gösterir." dedi.

- Özür dilerim Başkanım, bir yolu var gibi.. oldukça riskli olsa da bir yolu var gibi. 

Başkan Delibalta oturduğu koltukta dikleşti, kaşlarını çatarak,

- Ciddi misin? Nasıl bir risk? Dedi.

- Öngörülemez bir risk! Diye yanıtladı müsteşar çekingen bir eda ile.

- Bilirsin öngörülemez riskleri pek severim, karşılığını verdi Başkan Delibalta, sağ elini kaldırıp işaret parmağı ile baş parmağını birbirine yaklaştırıp, Bak Başkan, şuncacık, şöyle küçücük bir başarı imkânı varsa bile her tür riski göze alırım, diyerek bitirdi konuşmasını.

- Anlıyorum efendim, dedi Harun.

- Başarı imkânı var mı? Diyorsun 

- Var efendim, diye yanıtladı sorusunu başkanın Harun Göze.

- Öyle ise hemen işe koyulalım Harun Bey, hemen, madem başarı ihtimali var diyorsun..

- Başarı yüzde yüz.. ama dediğim gibi öngörülemez bir risk ağır basıyor, ABD tarafında umduğumuz olmayabilir, olmasa da iblis burada olur ya.. yine de öngörülemez büyük bir risk olduğunu bilmekte fayda var..

- Boş ver riski.. hemen başlayın!

- Baş üstüne efendim.. Allah yardımcımız olsun inşallah!

- İnşallah Harun! Nedir şu risk?

- ABD her şeyi göze alıp saldırabilir! Bir savaş kaçınılmaz olur, Diye yanıtladı Göze.

- Orantısız bir savaş.. peki göze almalı mıyız? Diye sordu düşünceli bir edayla Başkan Kürşat Delibalta.

- Bu riski göze alırsak, ki savaş ihtimali düşük de olsa var ve fakat bu riski göze alırsak başarı yüzde yüz!

- Öyle ise yola çıkıyoruz Harun, göze alıyoruz, dedi başkan koltuğunda geri yaslandı, yumruklarını sıktı.

- Baş üstüne, Başkanım, dedi Harun Göze.

MİT Başkanı Harun Göze Külliye'den ayrılıp doğruca makamına geldi. Masa çekmecesinden kullan-at telefonlardan kırmızı kaplı olanı çıkarıp bir rakamına bastı. İlk çalışta açıldı telefon.

- Merhaba Korkut, dedi Harun.

- Merhaba efendim, dedi Korkut Dede.

- Hadi gözün aydın.. sefere çıkabilirsin.. önümüzdeki ay beklediğimiz kişi İstanbul’a geliyor. Sanırım ayın 10’u uygun olacak.

- İlahi tecelli, diye sevinçle karşılık verdi Korkut..

- Aa.. evet, dedi MİT Başkanı hüzünle.. ayın onunda olmuştu değil mi.. Korkut’un annesi-babası, kardeşi Ali, Şubat ayının onunda sobadan sızan gazla ölmüşlerdi, müsebbibi, o cinayeti işleyen kişi yine Şubat'ın onunda karşısına çıkacaktı Korkut’un, içini çekti Harun Göze, Evet, ilahi tecelli, diye sürdürdü konuşmasını, Adresi gönderirim.. Allah yardımcın olsun!

- Amin Başkanım, Allah razı olsun.. çok çok teşekkür ederim.

- Biz sana müteşekkir kalacağız Korkut.. umarım istediğimiz gibi gelişir.

- İnşallah.. ben oldukça umutluyum Başkanım, karşılığını verdi Korkut.

- Peki, dedi Harun iç çekerek.. adresi birkaç güne kadar gönderirim, görüşmek umuduyla.

- Teşekkürler Başkanım.. görüşmek umuduyla. 

MİT Başkanı telefonu kapadı, çekmeceye bıraktı. Koltuğunda geriye yaslanarak, “Allah’ım bizi mahcup etme!” dedi. Derin bir nefes çekip, laptopunu açtı. Başarmak zorundaydılar. İblis'e, ABD’ye diz çöktürmek zorundaydılar. Ve bunu yapacak tek bir kişi vardı. Telekinetik yetisi zirve olan, yeryüzünde bir eşi daha olmayan Korkut Dede. Korkut’u tanımasına vesile olan rüyalarını anımsadı Harun Göze. Rüya ile amel edilmezdi, etmezdi ama Başkan olduktan üç ay sonra üst üste üç kere aynı rüyayı görünce “Bu işte bir iş var!” demiş, harıl harıl araştırmaya başlamıştı. 

Kimseye bildirmeden, kimseye sezdirmeden. Ruşen Ali isimli yaşlı bir adam girmişti rüyalarına.“İblis'i istiyor musun?” demişti her defasında. “İblisi istiyorsan torunumu yanına al! Büyük şeytana diz çöktürmek istiyorsan torunumu yanına al!” 

Kelimesi kelimesine aynı sözleri üç kez üst üste demişti rüyasında gördüğü yaşlı adam Harun Göze’ye ve ter kan içinde uyanmıştı her defasında; çocukluğunda bile rüyalardan korkmayan, ürkmeyen Harun’u gördüğü bu rüyalar nedense ürkütmüş, alt üst etmişti. Adını ve soyadını vermişti Ruşen Ali Dede her keresinde. Son rüyadan sonra Harun'un ilk işi Google’dan aratmak olmuştu Ruşen Ali Dede’yi ve fakat arattığı isimdeki hiçbiri rüyasında gördüğü kişiye ne yaşça ne de sima olarak benziyordu. 

'Dede' soyadlı kişiler içinde ilgisini çeken 2009 yılının Şubat ayında sobadan sızan karbon monoksit gazıyla zehirlenerek yok olan bir aileydi. Aileden kurtulan tek kişi on yaşlarındaki Korkut’tu. Korkut’un şimdi nerede olduğuna ilişkin bir bilgi mevcut değildi. Zehirlenen aileye ilişkin bilgileri nüfus müdürlüğünden istemişti, gelen belgeye baktığında nutku tutulmuş, titremişti. 

Korkut’un Dedesinin Adı Ruşen Ali, idi. En son adresi Yusufeli İlçesi'nin bir dağ köyüydü. Oraya gidecekti. Ve gitti. Ve Ruşen Ali Dede ile torununu buldu. Görüp tanık oldukları inanılmazdı.

Gözlerinin önündeki ormanı yok etmişti Korkut. Sonra yeniden yerine getirmişti. Harun’u bakışlarıyla gök yüzünde bir nokta oluncaya kadar yükseltmişti. İnanılmazdı. İnanmakta öyle güçlük çekmişti ki.. 

-II-

10/02/2029 saat 10:30 

Tetikçi Emre U.nun stüdyo dairesi. Emre U. yatağında gözlerini iri iri açmış başucunda dikilen otuz yaşlarında yağız delikanlıya bakıyor. Ne yaparsa yapsın yerinden doğrulamıyor. Fiziksel bir engel yok. Ne elleri ayakları bağlı ne bedeni. Ve fakat görünmez bir güç onu yatakta felç etmiş gibi. İlaç vermiş olmalı, diyor içinden. Terliyor. Delikanlı tebessüm ediyor.

- Hayır, ilaç falan yok! Ben kalk demeden kalkamazsın yerinden, doğrulamazsın.

Emre U., gencin “İlaç yok!” sözü üzerine şaşırıyor, içinden geçirdiği yargıyı mı duymuştu? Belki o sözü mırıldanmıştı da içinden geçirdiğini sanmıştı, silkiniyor, bedenini hareket ettirmeye çalışıyor. Olmuyor. Genç Adam yatağın hemen sağındaki pufu çekiyor. Oturuyor.

- Bundan tam yirmi yıl önce bugün akşam sekiz sıralarında bir evde bir kadın, bir erkek ve bir oğullarını öldürmüştün. Soba zehirlenmesinden ölmüşler gibi görünmesini sağlamıştın. 

Emre U. söylenenleri şaşkın şaşkın dinlemekle yetiniyor, arada bir bedenini yokluyor. Gücüne kavuşmayı ve şuracıkta kendinden emin zavallıyı paramparça etmenin yollarını arıyor. Yok! Genç Adam deri ceketinin sağ üst cebinden kırmızı, üzerinde Arapça “Maşallah” yazan flash belleği çıkarıp Emre U.’nun gözüne sokarcasına uzatıyor.

- Kardeşim Ali, bunu sokağımızın başında bulmuştu. Bulmuştu demeyelim. Badem bıyıklı bir genç düşürmüştü, sizden biri, sizden kaçmaya çalışan biri. Bunu çok sonra öğrendim. Onun yirmi katlı bir gökdelenin on ikinci katından telefonunun peşinden düşerek öldüğünü de çok sonra öğrendim. Tabi onu aşağı atanın sen olduğunu da. Her neyse, kardeşim flash belleği yerden alıp düşüren gencin peşinden koşmuştu, ama genç çoktan kaybolmuştu. Eve getirmişti. Babam olmasaydı içinde ne var ne yok o gün öğrenirdik, Allah’tan babam vardı. Babam engel oldu. Kendimize ait olmayan bir şey, demişti babam. Günahtır. İçindekileri bilmemize belki de sahibi izin vermezdi, günahtır, demişti, haramdır, diye üzerine bastırmıştı, babam annem haramdan oldukça korkarlardı, hak yemekten, birini incitmekten, gönül yıkmaktan, gönül kırmaktan ölesiye korkarlardı. Bizi de öyle yetiştirmek için çırpınıp dururlardı, durdular. Ben ve belleği bulan küçük kardeşim Ali apar topar çıkarmıştık bu uğursuz nesneyi laptoptan. Elbet bilemezdik kullanılmaya kalkışıldığında yerinin tespitine yarar bir programın çalıştığını. Keşke hiç takmasaydık. Takınca yerini tespit ettiniz. Ben de ölebilirdim, o gece kan kardeşimin evine gece yatısına kalmak için gitmemiş olsaydım ben de zehirlenmiş olacaktım. Öyle olsaydı bu cinayet de yanınıza, yanına kâr kalacaktı. Sobadan sızan karbon monoksit gazıyla zehirlendiler. Zehirledin. Nasıl yaptığını anlatmama gerek var mı? Ha, iki üç gün sonra utanmadan, oldukça pişkin bir yüzle örgütünüzün televizyonuna çıkıp bu olayı yorumlamıştın. Ne demiştin? “Dede Ailesinin Feci sonu. Yedi yaşlarında bir çocuk kırk yaşlarında anne ve baba kömür sobasından sızan gazla öldüler. Bu bir cinayettir. 21. yüzyılda kömür gazıyla ölüm. Bu ölümde hepimiz suçluyuz. Hepimiz suçlu olmakla beraber baş sorumlu iktidardır. Yasaklayacaksın kömürü. Yoksa daha ne ölümler yaşanır. Ortaçağ toplumlarından bir farkımız yok iktidar sayesinde..” Böyle demiştin. Hatırlıyorsundur! "Bir cinayettir." Kanım donmuştu.  Benim de bir fotoğrafımı bulup ekrana vermiştiniz “Şu temiz yüzlü çocuk Korkut Dede şimdi tek başına ne yapacak? Böyle demiştin canlı yayında ve ben senin yüzüne taktığın üzüntü maskesinin ardında tüm gerçeği gördüm. Tümünü. Anlayamadım elbet. Kâbuslar yüzünden olmalı, demiştim. Evet, o olaydan sonra çokça kâbuslar görmeye başladım. Ve seni televizyonda görünce, canlı yayında sana rastlayınca.. o gece yapıp ettiğin her şeyi rüyamda gördüm, bir defa iki defa değil, dedemin yanına gidinceye kadar. Bir film gibi izledim seni, hemen her gece. Kullandığın aracın plakasına kadar her şeyi gördüm. Hata yapmıştın. Beni bilmiyordun. Gerçi ben de beni bilmiyordum. Bu olayla kendimi keşfettim. Yalnız başıma değil elbet. Doğuda dağ köylerin birinde yalnız yaşayan öz dedem Ruşen Ali sayesinde. Gördüğümün bir rüya olmadığını, senin zihnini okuyabildiğimi, yaşadıklarını görsel olarak gördüğümü hepsini.. dediğin gibi ailemin ölümü bir cinayetti, senin işlediğin bir cinayet.

-III-

Yirmi Yıl Önce

10/02/2009 saat 20:30

Kanal Mahallesi 1054. Sokak. Sokağın başındaki bahçeli tek katlı evden yirmi otuz metre aşağıda beyaz bir Toros Renault marka arabanın içinde tetikçi Emre U. yalnız başına oturuyor. Otomobilin çakmaklığının hemen üzerindeki telefon titreşiyor. Usulca alıyor telefonu.

Telefondaki ses, “Yeri bulabildin mi?" Diyor. “Evet” diye yanıtlıyor Emre U.. “Belleği eline geçirir geçirmez yok ediyorsun. Orada. Kesinlikle dışarı çıkmıyor, anlaşıldı mı?” “Evet” diyor Emre U. düşünceli düşünceli. Bu işte bir iş var, neden bu kadar önemli ki, diyor kendi kendine. Cebinden sözü edilen benzer flash belleği çıkarıp uzun uzun bakıyor Emre U.. Sigortam olacak, diye mırıldanıyor. Arabadan sessizce iniyor. Arabanın arkasına geçiyor, bagajı açıyor, sırt çantasını alıyor bagajdan, çantayı sırtına geçirip eve doğru yürüyor. 

Bu ıssız sokakları hiç olmadığı kadar sevdiği düşüncesi geçiyor aklından. Bahçe kapısı onca özene rağmen ses yaparak açılıyor. İnsan şu kapıyı bir yağlar, tümcesi dökülüyor dudaklarından, gülümseyerek. Buncacık gürültüyü kimsenin duymayacağını bilse de az biraz rahatsızlık duymuyor değil. Perdeleri çekik evlerde bir hareket olup olmadığını anlamak için etrafına bakınıyor bahçeden içeri girmeden önce. Kendi hassaslığının başkalarında olmayışının işlerini ne denli kolaylaştırdığına bir kez daha tanık oluyor. Bahçeden içeri giriyor. Kapıyı daha bir itinayla kapıyor. Beş on adım atıp evin kapısına varıyor. 

Pencereden dışarı verilmiş soba borusundan çıkan belli belirsiz dumanla keyifleniyor. Zile basıyor. Kapı ardına kadar açılıyor. Altında çizgili pijama, üstünde mavi bir kazak, saçları kısa kırk yaşlarında bir adam, “Buyurun, kime bakmıştınız?” diyor. Emre U. her zamanki sahte güleç yüz ifadesini takınıyor. Herkese güven veren gülümseyen bir yüzü olduğundan oldukça emin, bu yüzle ne kapıları açtırmamıştı ki.

-Af edersiniz, rahatsız ediyorum, diyor Emre U. oldukça kibar, müşfik bir sesle, Sanırım flash belleğimi siz bulmuşsunuz, görenler var da.

- Bir dakika, diyor pijamalı ev sahibi, bizim Ali o dediğiniz şeye benzer bir şey bulmuş, onu çağırayım.

Oğluna sesleniyor. Ali koşa koşa geliyor. Emre U.’yu görünce geri duruyor. Babasının sağ ayağına yaslanıyor.

- Ali oğlum, bu amca flash belleğin sahibi, diyor.

Ali, Emre U.’ya dik dik bakıyor, sallanıyor.

- Ama bu amca değildi ki, diyor kuşkulu kuşkulu, şey diye sürdürüyor konuşmasını, o bıyıklıydı, böyle sakalı yoktu.

Emre U. gülümsüyor.

- Ah elbette.. yanlış anladı çocuk, düşüren ben değilim. Düşüren Biraderim, kendisi biraz sakardır. Bu mahalleyi de o söyledi zaten.. Emre U. titrer gibi yapıyor.

- Hava serin, buyurun içeri geçelim, diyor ev sahibi, kapılarını çalan adamın titrediğini fark edince.

 Oğlu Ali babasının yaslandığı ayağına daha bir şiddetle sarılıyor. Alma içeri, der gibi. Baba umursamıyor.

Başını içeri çevirip “Hanım misafirimiz var!” diyor. Kenara çekiliyor, oğlunun başından tutuyor.

Emre U. “Zahmet vermeyeyim” diyor sahte bir çekingenlikle.

- Ne zahmeti, diyor ev sahibi. İçeri giriyorlar. Ev sahibi kapıyı kapatıyor. 

Sıcacık oturma odasına geçiyorlar. Başı yaşmaklı orta yaşlı, gül dallı entarili kadın örtüsüyle yüzünü kapatıyor alelacele. Sobanın yanındaki tekli koltuğu boşaltıp davetsiz misafire oturmalarını söylüyor baba. Emre U. sırt çantasını sırtından çıkarıyor, koltuğun ucuna oturup, çantasını kucağına alıyor. Baba “Çantanızı, paltonuzu alalım!” diyor misafirperverlik gereği. Emre U. çantasına sımsıkı sarılıyor. 

- Böyle iyiyim, diyor.

- Demek kardeşiniz kaybetti. Çok değerli olmalı, diyor baba.

- Ah evet, diyor Emre U., mimarım ben.. altı aylık çalışmam içindeydi. Bulana -Ali’ye bakıyor güleç bir yüzle- bir ödülümüz olacak.

- Yok, yanlış anladınız” diyor baba.. “Ben değerli derken sizin için demek istedim, bir şey beklediğim iması yok.. kusura bakmayın!

- Anlıyorum” diyor Emre U., “Anlıyorum, ama yine de altı aylık çalışmam.. Ali bulup almasaydı hava şartlarından, şundan bundan mahvolurdu!”

Ali, Emre U.’nun bütün şirinliklerine karşın somurtuyor. Emre U., etrafı inceliyor belli etmeden. Odanın sağında duvara yakın yemek masası üzerinde laptopa bakıyor. 

- Günün kahramanı Ali’ye bir çalışma masası hediye boynumun borcu! diyor gülerek Emre U..

Babasına iyice sığınmış bir biçimde oturan Ali başını geri çekiyor. Babası başını okşuyor Ali’nin.

- Gerek yok Beyefendi! diyor baba, “Aç mısınız?” diye soruyor. “Biz yarım saat önce yedik.. ama açsanız!”

- Hayır, hayır ben de yedim! diyor Emre U.. Teşekkür ederim!

Eh o zaman birer bardak çay içeriz. Diyor baba. Giriş kapısının yanındaki odun sandalyede oturan kadına bakıyor, “Hanım çay olmuştur sanırım!” diyor.

- Zahmet etmesin! diyor Emre U.. Ben şu belleği alıp gitsem artık!

- Şey, diyor baba sıkılgan bir eda ile, Yanlış anlamazsınız umarım, nasıl bir şeydi? Yani işte!

- Ah, diyor Emre U., Benim aceleciliğim!

Sağ elini paltosunun cebine sokup Ali’nin bulduğu kırmız flash belleğin eşi belleği çıkarıyor, babaya uzatıyor:

Bunun bir eşidir. Bakın bunda da Arapça maşallah yazıyor, Ali’nin bulduğunda da yazıyor! 

Baba kendisine uzatılan belleğe bakıyor. Gülümsüyor: 

- Umarım beni yanlış anlamamışsınızdır, oğlum hadi şu belleği getir!

Ali istemeye istemeye babasının yanından kalkıyor. Masaya doğru gidiyor. Laptopun arkasında duran belleği alıp geliyor. Emre U. kuşkulu kuşkulu “Nasıl içine baktın mı Ali?” diyor. “Senin ilgini çekecek şey yoktu ya gerçi!” Gülümsüyor. “Yok” diyor baba. “Öyle bir heves duydular ama.. kendilerine ait olmayan şeyleri kurcalamanın günah olduğunu bilirler!” Emre U. rahatlıyor. Ev hanımı elinde iki bardak tepsi ile odaya giriyor. Ali belleği babasına uzatıyor.

- Amcana ver, diyor baba oğluna. Ali çekinerek yaklaşıyor adama. Yüzünü buruşturup belleği uzatıyor.

 "Bu çocukla yıldızımız barışmadı gitti", diye geçiriyor içinden Emre. "Bir şey mi sezdi? Sezgisi kuvvetli olmalı.” 

Uzatılan belleği Ali’den alıp paltosunun sol cebine koyuyor. Ev hanımı çayları servis ediyor misafire ve kocasına. Kalktığı sandalyeye oturuyor.

-Tek çocuğunuz mu var? diye soruyor Emre U..

-Büyük oğlum arkadaşında kalacak bu gece.. ben yok dediysem de, diyor eşine bakıyor gülümseyerek. Ana-oğul her zamanki gibi..

Emre U. oturduğu koltuğun solundaki fiskos masasına bırakılan çayı alıyor. Bir iki yudum içiyor. Çantasını açıyor. Tatlandırıcı tablet çıkarıp çayına atıyor. 

- Şekerim var da!” diyor. Tatlandırıcı kullanıyorum!

- Geçmiş olsun! diyor baba. 

“Ah bir bilseniz” diye geçiriyor içinden Emre U.. Karbon monoksite karşı panzehir olduğunu bir bilselerdi. Pis pis gülüyor. Çayını bir dikişte bitiriyor. 

Kadın sandalyesinden kalkacak gibi oluyor,

- Zahmet etmeyin!  diyor Emre U.. Kalkacak gibi yapıyor. “Ha!” diyor tekrar çantasını açıp içinden bir sprey kutusu çıkarıyor. “Size bir hediye vermeden gidemem!” 

Spreyi neredeyse aynı hizada olan ev halkına doğru püskürtüyor gülerek. Saniyeler içinde etkisini gösteriyor sıkılan gaz. Bir iki dakika sonra hane halkı tamamen etkisizleşiyor. Emre U. yerinden kalkıyor. Başı babasının kucağına düşen Ali’yi divandan indiriyor. Babayı divana uzatıyor. Ali’yi de yanına yerleştiriyor. Sonra da kadını kendi oturduğu tekli koltuğa oturtuyor. Sobadan sızan karbon monoksit kurbanlarına bakıyor Emre U.. 

Cebinden flash belleği çıkarıyor. Sobanın kapağını açıyor. Telefonunun kamerasını video moduna alıp kayda başlıyor. Sağ cebinden çıkardığı flash belleği tutuyor kameraya. Sobaya yaklaştırıyor. Belleği sobaya atıyor. Sobada yanışını kaydediyor. Kaydı merkeze gönderip videoyu siliyor. Acele etmeden, gerekli temizliği yaparak oldukça huzurlu bir biçimde evi terk ediyor. “Hiç bu kadar kolay işim olmamıştı!” diye geçiriyor içinden. Arabasına atlayıp, farları yakmadan uzaklaşıp gözden kayboluyor.

-IV-

Günümüz

10/02/2029 saat 11:05

Korkut Dede flash belleği bel çantasına koydu. Hafif geri çekildi. 

-Bu belleğin içindekileri bugün öğrendim. İğrenç mi iğrenç. Hoca efendi dediğiniz İblis'in pisliklerine bakmayı midem kaldırmadı. Bir kez canlı görebilseydim bu bellekte olanları çok daha erken öğrenirdim ya.. neyse.. bir İblis'in peşinden nasıl gidiyordun, gidiyorsunuz? Bilmeyenler neyse de sen biliyor, üstüne üstlük pisliklerini temizliyordun. Miden nasıl kaldırdı? 

Sustu, bir süre Emre U.’nun gözlerinin içine dik dik baktı:

- Şimdi, dedi. Ben buradan çıktıktan iki üç dakika sonra yatağından kalkacaksın. Silahını alacaksın. Masanın başına geçip masadaki A4 kâğıdına bir intihar notu yazacaksın. Aynen şunları yazacaksın “Artık kaldıramıyorum. İşlediğim cinayetlerden, iblisin pisliklerini temizlemekten bıktım. Bu söylediklerim yalan değildir. Bu flash bellekte ne denli iğrençlikler olduğunu izleyenler görecek, tanıklık edecek. Yaşamak artık ağır geliyor.” Bunu yazdıktan sonra bu orijinal olmayan belleği de mektubunun yanına bırakacaksın. Şimdi ben çıkıyorum. Hoşça kal pislik!

Korkut daireden çıktıktan üç dakika sonra Emre U. uykudan yeni uyanmış gibi yatağından kalktı. Buzdolabından bir bardak su alıp içti. Dairesindeki kameraları kayıt için çalıştırdı. Dış kapının yanındaki askılığa doğru yürüdü. Ceketiyle birlikte asılı kılıfındaki şarjörlü Smith Wesson tabancasını alıp masasına yürüdü. Masa üzerindeki kâğıda siyah mürekkepli pilot kalemle intihar notunu yazdı. Tabancaya mermi sürüp sağ şakağına dayadı ve tetiği çekti. Kurşun kafasını delip duvara saplandı.

-V-

Pentagon

14/03/2029, saat 08:05

Filo gözlem merkezinde nöbetini devretmeye hazırlanan Teğmen Ross Hogan son kez altıncı filonun hareketlerini izlediği monitöre baktı. Birden donup kaldı. Daha iki dakika önce gördüğü sinyal, yerinde yoktu. İnanamadı. Monitörü sarstı. Teknik bir arıza olma ihtimali oldukça kuvvetliydi. Belki farkında olamayacak kadar bir elektrik kesintisi. Hayır, baktığı monitörden gözlerini kaydırıp başka kayıp sinyal var mı diye diğer monitörlere baktı. Üçüncü ve altıncı filolar dışında her şey normaldi. Hemen telefona sarılıp altıncı filonun amiral gemisi Bayrak gemisi USS Mount Whitney’den filo komutanına ulaşmak istedi. Telefonla da ulaşamadı. Vakit kaybetmeden birim başkanı Koramiral Marco Cole’u aradı. 

- Bir sorunumuz var efendim, dedi güçlükle. Beti benzi atmış sesi kısılmıştı. Telefonu kapadığını bile fark etmemişti. Amir Koramiral hışımla Marco Cole radar gözetleme bölümüne girdi.

- Neyin var senin, dedi, Telefonu suratıma kapattın asker!

Teğmen Ross Hogan iki boş monitörü işaret edip;

- Üçüncü ve Altıncı Filo kayıp, diyebildi.

Koramiral söylenenlere bir anlam verememiş, tuhaf tuhaf teğmenin yüzüne bakmıştı. Neden sonra o da gözlerini monitörlere dikti. Teğmen şaşırmakta haklıydı. 

- Şimdi anlarız, dedi tedirgin bir sesle Koramiral. Bilgi işlem merkezini arayıp teknik bir arıza olup olmadığını sordu. Her şey normaldi, iki kayıp filo dışında. Özel telefonlardan filo komutanlarına ulaşılmaya çalışılmış başarılı olamamışlardı. Koramiralin aklına CIA geldi; onların da gemilerde elemanları vardı. Onlar ulaşabilirlerdi. Gerekli yerlere ulaşıldı. Sonunda filolarla bağlantı kurulamadığı anlaşılmış, durum Genel Kurmay Başkanı William Taylor’a durum bildirilmişti. William Taylor da soluğu Beyaz Saray’da almıştı.

Saat 09’u gösterirken oval ofiste Başkan Kent Banner başkanlığında tüm birim başkanları toplanmış hararetli hararetli tartışıyorlardı. Bir filo nasıl kaybolur? Bir sandal, bir ceviz kabuğu değil ya bu! Ve fakat saatlerdir haber alınamıyordu. Sinyaller kaybolmadan önceki konumlarına helikopterlerle, uçaklarla keşif seferleri düzenlenmiş hiçbir iz bulunamamıştı. Ne herhangi bir enkaz ne çatışma izi. Sanki görünmez bir el kimsenin ruhu duymadan filoları çekip almıştı denizden.

Bu sırada Virginia, Langley'deki CIA merkezinde Türkiye Sorumlusu Arne Wolf, Cumhurbaşkanı Kürşad Delibalta’nın geçen hafta Salı günü yaptığı konuşmayı hatırlamıştı. Hemen o konuşmadan hazırladığı iki dakikalık filmi açtı. Başkan parti gurubu toplantısında, kürsüdeydi ve mütebessim bir eda ile; “Artık o devir bitti! Bunu tüm dünya bilmeli. Haydutlar devri bitmiştir. Gangsterler dönemi sona ermiştir. Bir bakmışsınız deryada gemileriniz kaybolmuş, bir bakmışsınız bir karınca bir file çelme takmış fil tepe taklak yere serilmiş!” demişti. 

“İşte bu!” dedi Arne Wolf. Filmi hemen amiri Ortadoğu şefi Hank Guss’ın telefonuna yükledi. Yükleme bitince telefonunu çaldırdı. 

Beyaz Sarayda CIA başkanı Preston Jackson’ın oturduğu koltuğunun yanında ayakta dikilen Hank Guss titreşen telefonunu aldı, kapıya doğru yöneldi. Eliyle ağzını kapatıp,

- Umarım önemlidir, dedi kimsenin duymayacağı bir sesle. 

Arne Wolf:

- Efendim telefonunuza bir film yükledim, bakarsanız.. sanırım filoların akıbetini öğrenebiliriz.

- Tamam, dedi Hank Guss. Konuşmayı sonlandırdı. Gönderilen video alt yazılıydı sessize alıp izledi. Gözleri iri iri açıldı. CIA başkanı Preston Jackson’ın yanına vardı. Filmi gösterdi. CIA başkanı gözlerine inanamamıştı. Kısık bir sesle,

- Sayın Başkanım, dedi. Sesini kimse duymadı. Her kafadan çıkan gürültüler sesini boğmuştu. Ayağa kalktı olanca gücüyle,

- Arkadaşlar, Sayın Başkan, diye bağırdı. Bir an ortalık buz kesti. Herkes sustu. Yüzü allak bullak bağıran haber alma başkanına odaklandılar. Başkan Kent Banner gözlerini adama dikmiş dik dik bakıyordu. Bu nezaketsizliğin hesabını şuan sorabilirdi ya.. daha sonra soracaktı.

- Ne oldu bay Jackson? Dedi sinirlendiğini belli etmemeye çalışarak.

Jackson oval ofisteki dev ekranı açtırdı. Telefonunun yansıtma özelliğini kullanarak gelen filmi ekrana yansıttı. Film bitince herkes donup kalmıştı. Başkan güçlükle,

- Bu nasıl olur? Böyle bir şey olabilir mi? Dedi, gözlerini NASA Başkanı Gary Hummer’a dikmişti. Garry Hammer başını salladı,

- Böyle bir teknoloji yer yüzünde yok! diyebildi.

Genel Kurmay Başkanı William Taylor:

- Sayın Başkan yine de Türkiye Cumhurbaşkanı ile bir görüşmede, bir ağız yoklamasında fayda var.. söz konusu olan binlerce asker, binlerce teçhizat.. son model teknolojik ürünler söz konusu.

- Haklısın, dedi Başkan Banner, Şimdi orada saat kaç? 

- Geç değil, on dokuz falan olmalı, diye soruyu yanıtladı CIA başkanı.

- Pekala, dedi Banner, Bana Başkanı bağlayın bakalım.

Telefon bağlandı. Başkan Banner:

- Nasılsınız Sayın Başkan, uzun zamandır görüşemiyoruz. Bir hal-hatır sorayım, dedim, dedi.

- Teşekkür ederim Sayın Başkan, diye yanıtladı Kürşat akıcı bir İngilizceyle. Sağlığımız yerinde. Umarım siz de afiyettesinizdir.

- Teşekkür ederim Sayın Başkan, şey bizim altıncı filo hakkında herhangi bir bilginiz var mı? Ona bağlı bir gemimiz sizin gözetiminizde Karadeniz’de mutat kontrollerini yapıyordu.

- Soruştururum Sayın Başkan, aslında ben de sizi şu bizim İblis için arayacaktım, dedi Delibalta.

- İblis mi? Dedi şaşırmış gibi yaparak Banner, O da kim?

- HG, halen teslim etmediniz.. bir gelişme var mı?

- Ah.. şimdi hatırladım, diye yanıtladı Banner, Yasalar sığınmacılara karşı elimizi kolumuzu bağlıyor, ama tüm ağırlığımı koyacağım.. şu altıncı filo.

- O kolay Sayın Başkan, dedi gülerek Delibalta.

- O kolaysa Gülen’i bugün paketler size gönderirim Sayın Başkan.

- Hayır, hayır, diye karşılık verdi Delibalta, Orada benim bir ekibim var, onlar alıp getirirler, yeter ki getirilmesine pürüz çıkarılmasın!

- Hayır, hayır, sizi temin ederim, istediğiniz zaman alabilirsiniz!

- Teşekkürler Sayın Başkan, dedi Delibalta, İyi çalışmalar, diyerek bitirdi konuşmayı telefonu kapattı.

 Başkan Banner elinde telefon ahizesi, odadakilere tek tek bakarak,

- Görüyor musunuz? Adam yüzüme kapattı telefonu.. süper gücüz biz öyle mi? Kim bu İblis? Bay Jackson, kim bu HG?

- Bizim sadık bir elemanımız, epey yardımı oldu ama artık bir külfet.. gücünü kaybetti.

- İyi.. baylar elimizde iki şık var ya istenileni veririz ya da başkentlerini başlarına geçiririz. Yakınlarda Savaş uçaklarımız var değil mi? 

Başkan Banner bakışlarını bir Genel Kurmay Başkanı William Taylor’a, bir Hava Kuvvetleri Komutanı John Poland’a dikiyordu. John Poland kısık bir sesle;

- Maalesef yakınlarda bir tek uçağımız bile yok sayın Başkan, inanılmaz ama, uçaklarımız da kayıp!

 Son sözler bir bomba gibi düşmüştü oval ofise. Banner oturduğu yere yığılacaktı neredeyse.

- Bay Jackson HG'in götürülmesi için tüm imkânları seferber edin. Sorumlu olan kim?

- Muller, emekli bir büyüğümüz, diye yanıtladı Jackson.

- İyi, hemen şimdi arıyor ve koruma kalkanının kaldırıldığını, gerekli kolaylıkların sağlanmasını belirtiyorsun.. hiçbir arıza istemiyorum! Biz süper gücüz ha!

-VI-

California, Salzburg Kasabası, HG'nin Malikânesi

14/02/2029 yerel saat 14:30

TV ve monitörlerle kaplı gözlem odasında Mehmet Ö.’le Deniz T. panik bir halde 32 inç ekrandan uzaklaştılar. İnanmayarak süzdüler birbirlerini.

- Kahretsin! dedi Mehmet Ö., Bunu nasıl açıklayacağız, nasıl söyleyeceğiz Hoca Efendiye? 

- Sorma, diye karşılık verdi dudaklarını ısırarak Deniz T.. Mektubun yanındaki belleğe ne dersin?

- Şerefsiz imha etmemiş, demek ki.. o görüntü bize mesaj! dedi Mehmet Ö..

- Bugün bir curcuna var ki.. düşen sadece bu şerefsiz değil.. üç kişi daha; Meksika’da bir kasabada hem zemin geçitte üç önemli arkadaşımız öldü!, dedi Deniz T..

- Hadi ya! diye iki dizini dövdü Mehmet Ö., Kimler?

- Cemal B., Talip B. ve Doğan E...

- Cinayet mi?

- Şimdilik kaza gibi görünüyor, diye soruyu yanıtladı Deniz.

- Bu kadar tesadüf.. hangi akla hizmet üçü bir arada bulunuyorlar? Kaç kez söylendi yalnız olun, diye.. Hoca Efendi bizi vursa yeridir, diye sızlandı Mehmet Ö.

- Vallaha yeridir, diye karşılık verdi Deniz. 

Mehmet Ö.’in telefonu titreşti. Cebinden telefonu çıkardı.

- Evet, dedi.

- Efendim FBI’dan izinli bir helikopter iniş izni istiyor, dedi telefondaki ses.

- İzinli ise.. teyit ettirdiniz mi?

- Evet, efendim, karşılığını verdi telefondaki ses.

- Kim varmış? Dedi Mehmet Ö.

- Türkiye’den bir konuk, diye yanıtladı telefondaki ses, Başka detay yok.

- E tamam izin verin, madem FBI’ya teyit ettirdiniz. Yalnız ben gelmeden kimseyi konağa almayın. Şimdi geliyorum!

- Anlaşıldı efendim.

Mehmet Ö. telefonu kapatıp Deniz’e baktı.

- Türkiye’den bir konuğumuz varmış, dedi dudak bükerek. 

- Hayırdır! karşılığını verdi Deniz, Gelmemi ister misiniz? 

- Hayır sen konakta kal, birazdan Hoca Efendi gelir.. bir şekilde durumu anlatacaksın! Yalnız Emre’nin videosunu gösterme. Sadece intihar ettiğini bildir. Görüntü yok, de anasını satayım. Mektubun yanındaki belleği görürse anamızı beller! 

-Tamam, oldu bil!, karşılığını verdi Deniz. 

Mehmet Ö. perişan bir halde gözlem odasını terk etti. Deniz bir süre daha odada durdu. Kahve makinasından plastik bardağa kahve doldurup ağır ağır içmeye başladı. Odadan gitmeliyim, diye düşündü. Hoca Efendi buraya gelirse bir şekilde videolara bakmak ister.. midesi bulandı. Elindeki plastik bardağı kahve makinasının yanına bırakıp hızla odayı terk etti. Bekleme salonuna vardığında HG’yi pencere kenarında oturur buldu. Kahretsin! Dedi içinden.

HG dalıp gitmişti, henüz kendisini görmemişti. Bir an geri çıkmayı düşündü. Fakat geç kalmıştı. HG gülerek baktı Deniz’e..

- Gel Denizim gel! Dedi. Gel.. bakalım bugün ne gibi kötü haberlerin var.. suratından anlaşılıyor ki, hiç iç açıcı değil.

Ürkek adımlarla HG’nin önüne kadar geldi Deniz. Koltuğun önünde diz çöktü.

- Denizim ben size bu yeni gelenin eskisinden daha beter olacağını söylediğimde inanmamıştınız.. inanmamıştınız değil mi?

- Haşa, dedi Deniz yutkunarak..

- Haşa ha.. siyasi bir geçmişi yok Hocam, hiçbir parti ile bir bağı yok.. tamamen bağımsız ve oldukça da naif biri, demiştiniz, hepiniz sözleşmişçesine.. naif biri ha! Ulan adamın adında soyadında meymenet yoktu ki. Yok ki! Kürşad Delibalta.. ada bak soyada bak! Birinin soyadı Delibalta ise ondan nasıl hayırlı bir şey beklenir he Denizim? Neyse olan oldu..  ama alışamadım Denizim, her gün bir şakirdimiz ya kalp sektesinden gidiyor ya bir kazanın kurbanı oluyor ya intihar ediyor. Eskisi bundan iyiydi la! Yakalamakla yetiniyordu, mahkemeyle yetiniyordu. Bu öldürüyor! Kaza, intihar, hastalık.. bunların hepsi hikâye.. onun başının altından çıkıyor.. bugün kayıp haberi yoktur inşallah! Ha bu arada Emre U.’yu bulabildiniz mi?

- Türkiye’ye göndermiştiniz efendim! İntiharları araştırmak için, dedi ürkerek Deniz.

- Biliyorum, diye karşılık verdi öfkeyle bağırarak HG, Sanki bilmiyorum ben; bir haber var mı, diye soruyorum dangalak!

Deniz başını önüne eğmiş öyle, renkten renge girmişti. Ne diyecekti? Nasıl diyecekti?

- Niye susuyorsun it soyu! Diye gürledi HG.

- Şey, dedi dudaklarını ısırarak Deniz..

- Ney! Diyerek ayağa kalktı HG.

- Efendim, Emre U. arkadaşımız oyundan düştü!

- Ah, deyip gerisin geri koltuğa çökercesine oturdu HG. “Nasıl?” diyebildi güçlükle.

- Beylik tabancasıyla intihar etmiş, diye yanıtladı kekeleyerek Deniz.

- Kesin intihar mı? Diye sordu ağlamaklı bir tonla HG.

- Arkadaşlardan gelen bilgi o yönde.. kesin diyorlar.

- Görüntü var mı? Dedi HG.

- Arkadaşlar ilgileniyor!

- Eyvahlar olsun.. demek Emre de dayanamadı. Başka kayıp var mı Denizim? Başka olmadığını söyle.. kaldıramayacağım.. başka olmadığını söyle..

- Meksika’da hem zemin geçitte üç arkadaşımız..

HG bu sözler üzerine bayılmış gibi koltuğa serildi. Hüngür hüngür ağlıyordu. Deniz “Gerçekten ağlıyor mudur?” diye geçirdi içinden. Rol mü yapıyor gerçek mi? Kim bilebilir ki?

HG doğruldu. Yüzünde, gözlerinde bir damla yaş yoktu.

- Kimler, o üç hayvan oğlu hayvan nasıl bir araya gelmişler, artık kimse beni şeyine takmıyor ha Deniz.. kim o üç asi?

- Cemal B., Talip B. ve Doğan E...

- Eyvah.. eyvah.. acaba bugün daha başka ne gibi kötü haberler alacağız Deniz? Bir tahminin var mı? 

Deniz T. soruyu yanıtlamak üzereyken Mehmet Ö. heyecanla salondan içeri girdi. Eğilip selam verdi.

- Gel Mehmet gel.. şu gudubet Deniz ne feci haberler verdi bir bilsen..

Mehmet Ö. gelip Deniz’in hemen sağına diz çöküp oturdu. Başı önünde:

- Maalesef hocam, maalesef..

- Sen ne diyeceksin? Dedi HG merakla.

- Bir elçi, Başkan Delibalta bize bir elçi göndermiş, karşılığını verdi Mehmet Ö.. HG kaşlarını çatıp, iki elini dizlerine birkaç kez vurdu ve öfkeyle;

- Mehmet, Mehmet ben size ondan Başkan diye söz etmeyeceksiniz demedim mi? Başçavuşun beygiri miyim ben? Öyle mi oldum kocayınca.. benim yanında ona 2. Firavun diyeceksiniz demedim mi? Kaç kez demeliyim.. şimdi söyle neyin nesiymiş, kimin fesiymiş, ne istiyormuş firavunun elçisi? Tanıdık biri mi?

Deniz T. donup kalmıştı HG’nin tavrına. Daha saniyeler öncesi üzüntüden kahrolan, neredeyse komaya girecek kadar kendinden geçen kişi bu muydu? “Müthiş aktör bizim hoca efendi!” diye geçirdi içinden. Mehmet Ö. boğazını temizleyip, sesinin titremesine engel olmaya çalışarak,

- Tanıdık biri değil, ne medyadan ne siyaset dünyasından, devlet kademelerinde de herhangi bir görevi olduğuna ilişkin bilgi yok.

- Lan çocuklar, dedi gülerek HG, Bizim ikinci firavun “Pembe İncili Kaftan”a nı özendi dersiniz, kaftanı da var de de tam olsun, kahkahalar atarak sırtını dikleştirdi. Nasıl biri?

- Gençten biri, adı Korkut Dede, kimliği Yusufeli İlçe Nüfus Müdürlüğünden, diye yanıtladı Mehmet Ö.

- İyi, git getir bakalım ne istiyormuş, diye emir verdi HG. Mehmet Ö. diz çöktüğü yerden fırlayıp salondan dışarı çıktı. Çok geçmeden Mehmet Ö. arkada, hemen önünde otuzlu yaşlarında siyah deri ceketli kirli sakallı Korkut Dede salondan içeri girdi. Mehmet Ö. Korkut’un ceketinin eteğinden diz çökmesi için çekiştirdi. Korkut sert bir biçimde elini itekledi Mehmet Ö’nün. Deniz T. ayağa fırladı, sert sert baktı Korkut’a. Korkut hiç umursamadan HG’in oturduğu üçlü koltuğa iki adım kala, yerden cam sehpayı ortalayarak yere bağdaş kurup oturdu. HG ve Korkut bir süre birbirlerini süzdü. Adamlarına göz gezdirdi.

- Sizin memlekette bir yere girildiğinde selam sabah verilmez mi? Dedi bed sesiyle.

- Selam alacak birileri olunca veririz, dedi Korkut vakur bir sesle.

- Ee, ne istiyorsun?

Korkut başını iki yanında elleri göbeklerinde bağlı Deniz T. ve Mehmet Ö.’ye çevirdi. 

- Eğer uygun görürseniz özel konuşalım, dedi Korkut.

- Bunlardan gizlim saklım yok, benim evlatlarım yerindedirler. Sen hele şu Firavun’un ne istediğini söyle!

Korkut hışımla ayağa kalktı. Sağ elini ceketinin cebine daldırdı. HG kaşlarını çatmış, elçinin ne yapacağını tahmine çalışıyordu, Mehmet Ö. ve Deniz T. Korkut’un üzerine yürümeye kalktıklarında göz işaretiyle durdurmuştu.

- Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlarını, Türk Milletini temsil eden güzide insana böyle hitap ederseniz konuşacak bir şeyimiz kalmaz, dedi cebinden kırmızı flash belleği çıkarıp cam sehpanın ortasına bıraktı, Siz bilirsiniz, deyip arkasını döndü kapıya doğru yürüdü. HG darmadağın olmuştu flash belleği görür görmez.. 

- Dur, bekle, diyebildi kısık bir sesle, öfkeden, sinirden allak bullak olmuştu. Korkut durdu, tekrar HG’ye döndü. HG mosmordu. Deniz T., Mehmet Ö. de ayakta zor durur haldeydiler.

- Bunu nereden buldun? Nereden buldunuz? Dedi güçlükle HG.

- Haberiniz yok mu? Diye karşılık verdi gülerek Korkut, Tetikçiniz intihar notunun yanına bırakmıştı bunu, bulunsun, tüm insanlık gerçek yüzünü görsün istemiş, sanırım.

- Bana çabuk su getirin, diye emir verdi HG, Deniz T ve Mehmet Ö. ikisi birlikte salon kapısının hemen sağındaki sebile doğru koştular. Sebilden karton bardakla suyu ilk önce Deniz getirdi, elleri titreyerek bardağı HG’ ye uzattı. HG’nin de elleri tir tir titriyordu. Güçlükle bardağı ağzına götürdü. Bir dikişte suyu içip Deniz T. ile Mehmet Ö.’e bakarak:

- Defolun, çıkın, cehennemin dibine gidin, dedi öfkeyle. Deniz T. ve Mehmet Ö. korka korka çıktılar salondan. HG ayağa kalkmış salonda fır dolanıyor, kapı önünde duran Korkut’un yanına kadar sokulup tekrar dolaşıyordu. Korkut’un tam karşısına gelip durdu. Sol elini kaldırıp işaret parmağını Korkut’un göğsüne doğru uzattı..

- Sen, sen, dedi dudaklarını ısırarak. Sonra da kalktığı üçlü koltuğa geçip oturdu. Korkut’a el edip “Yaklaş hele!” diye yalvardı adeta. Korkut cam sehpanın önünde durdu.

HG belleği işaret ederek,

- Bunun içindekileri gördün mü? Dedi yalvarmaklı bir sesle.

- Görmedim, dedi tok sesle Korkut, Bana söylendiğine göre normal bir insanın midesinin kaldıramayacağı şeyler varmış ve sen de bunu biliyormuşsun.

- Demek intihar notunun yanında bulmuşlar öyle mi? Diye sordu HG ağlamaklı bir sesle.

- Öyleymiş, diye yanıtladı Korkut.

HG güçlükle:

- Peki pek Sayın Başkanımız Kürşat ne istiyor benden?

- Başkanımız gönüllü olarak teslim olmanı ve yetmişli yıllardan başlayarak yaptığın tüm pislikleri kronolojik olarak halkın huzurunda açıklamanı, 15 Temmuz'un bir tiyatro olmadığını itiraf etmeni..

- Halkın huzurunda ha? Dedi HG dudaklarını ısırarak.

- Evet, kaybettin, siyasi bir mücadele verip kaybetmiş olman için bir fırsat sunuluyor sana, şakirtlerinin gözünde yine de itibar sahibi olarak kalacaksın! İstanbul Hava Limanı'nda kısa bir basın toplantısı düzenleyeceksiniz, güya bu şartla teslim olmuşsunuz, mahkemeden önce halka hesap verme fırsatı tanınırsa gönüllü olarak gelirim, şartını ileri sürmüşsünüz Başkan Kürşat Delibalta da her türlü riski göze alıp kabul etmiş gibi yapacaksınız, pişmanlığınızı dile getireceksiniz, diye yanıtladı Korkut ve tiksinerek, Bir fetişist olarak anılmak istemezsiniz herhalde, diyerek bitirdi sözlerini. 

Son ifade, “Bir fetişist olarak anılmak istemezsiniz!” cümlesiyle HG göğsüne bir balyoz inmiş gibi oldu. Koltukta büzüldü. İnlemeye başladı. Kendine gelince,

- Daha sonra o görüntülerin servis edilmeyeceğinin garantisi var mı? Diye umutla seslendi. 

- Başkanımız son nefesine kadar öyle bir şey olmayacağının kefili.. o öldükten sonra ne olur ne biter? Kendisi için bilinmez olduğunu söyledi. Anlayacağın kesin bir garanti yok!

- Peki, diyelim kabul ettim, ev sahiplerim buna razı gelecek mi? Diye kuşkulu bir sesle sordu.

- Başkanımız ev sahiplerinin reddedemeyeceği bir teklifte bulundu, dilersen irtibat memurun Muller’e sorabilirsin.

- Soralım bakalım, dedi HG, Deniz, diye seslendi, Deniz evladım bana bir telefon getirin!

Deniz elinde akıllı bir telefonla salondan içeri girip telefonu HG’ye uzattı. HG telefonu alıp bir süre baktı.

- A ...... nun evladı ben bununla kimi nasıl arayacağım? Muller’i arayıp versen ya telefonu, dedi ve telefonu hızla yere attı. Deniz T. ayakları önüne düşen telefonu alıp istenen kişiyi bulup tuşladı. 

- Çalıyor efendim, diyerek yeniden telefonu HG’ye uzattı. HG telefonu sol eliyle alıp kulağına götürdü. Üçüncü çalışta karşıdan “Alo!” sesi geldi.

- Alo Bay Muller, muhterem dostum nasılsın? Dedi HG güleç bir eda ile.

“Teşekkür ederim muhterem hocam iyiyim, hayırdır?”

HG telefon ahizesini eliyle kapayıp salondakilere hitaben, “Bilmezden geliyor dürzü” deyip göz kırptı. Tekrar telefonu kulağına götürüp

- Muhterem biraz gezip tozmak istiyorum, sizce de uygun mu? 

-Ah hocam, dedi Muller, Ben de size çıkıp biraz hava alsanız, diye teklifte bulunacaktım, yanlış anlaşılır, evlerinden kovuyorlar, düşüncesi yeşerir diye diyemedim. Çok uzun zaman oldu, elbet sıkılmışsınızdır, hayırlı yolcuklar dilerim şimdiden!

- Çok teşekkür ederim, dedi HG, Misafirperverliğinizi hiçbir zaman unutmayacağım!

Telefonu kapayıp Korkut’a dönüp,

 - Dediğin gibi.. muhterem başkanımız gerçekten de reddedemeyecekleri bir teklifte bulunmuşlar! Ne zaman gidiyoruz? dedi.

- Siz ne zaman hazırım derseniz! diye yanıtladı Korkut .

- Ben her an hazırım! Mehmet Ö. ile Deniz T.’a baktı: Öyle değil mi çocuklar?

Deniz T. ve Mehmet Ö. şaşkın şaşkın birbirlerine baktılar, başlarını sallamakla yetindiler. 

- Neyle gidiyoruz, dedi HG Korkut’a.

- Helikopter bekliyor, helikopterle hava alanına, havaalanından da İstanbul Hava Limanı'na!

- Uzun sürecek bir yolculuk, ilaçlarımı alayım, başka bir şey lazım değil, dedi HG.

- Hiç ummadığınız hızda varacağız, dedi Korkut, dört saatten fazla sürmeyecek.

HG inanmayarak gözlerini iri iri açtı,

- Deniz, Mehmet.. duydunuz mu lan.. neyse, siz burada kalıyorsunuz, ülkedeki şakirtlere de haber verin sakın hava limanına beni karşılamaya gelmesinler.. anladınız mı? Altını çiziyorum ahmaklar, ola ki hava limanında bir tek şakirt gözüme ilişirse sizi lime lime ettiririm.. ettiririm biliyorsunuz.

İki şakirt başlarını öne eğip

- Baş üstüne, diye yanıtladılar

- Hadi bakalım, ilaç torbamı getirin!

Mehmet Ö. koşarak salondan çıktı. İki dakika sonra elinde siyah bir çanta ile salona geldi. Çantayı HG’ye uzattı. 

HG Korkut’a:

-Eh elçi düş önüme! Yolculuk vakti. Umarım gerekli tedbirleri almışsınızdır, benim konuşmamı istemeyecek oldukça fazla gurup vardır!

-Gerekli önlemler alındı, siz merak etmeyin!, dedi Korkut kendinden emin bir sesle .

-VII-

İstanbul Hava Limanı

14/02/2029 yerel saat 21:30

Haber son dakika olarak görsel medyada verilince bomba etkisi yapmıştı adeta. Hele HG’nin şart koştuğu “basın toplantısı” mahalli medya şirketlerini bile galeyana getirmiş, alelacele İstanbul Hava Limanı'na ulaşmanın yollarını aramışlardı. Olmayan medya şirketi yoktu. Hava Limanı'nda giden-gelen yolcu sayısından çok medya mensubu vardı. Kurşun geçirmez cam bölme karşısında konuşlandırılan koltuklar çoktan sahiplenilmişti. Heyecanla teslim olan HG’nin havalimanına inişi bekleniyordu.

Acaba ne anlatacaktı? Suçlamaları ret mi edecekti? Yoksa itiraf mı edecekti? Hangi olaylar tüm çıplaklığıyla gözler önüne serilecekti? Böyle bir şeyin olması olası mıydı? Kuşku üstüne kuşkuları dillendirip duruyordu TV muhabirleri canlı yayında. İçlerinden kimi de -HG’e yakınlığını gizlemekte zorluk çekenler- gelecek olanın gerçekte HG olup olmadığının, iktidarın halkı oyalamak için böyle bir şeye kalkıştığına ilişkin üstü örtük, açık yorumlar yapıyordu. Ve muhalefet temsilcileri de bu yorumlar üzerinden mesajlarını iletiyorlardı. İktidar gündem değiştirmek için böyle bir şey uydurmuştu, HG’nin benzeri birini HG diye sunacaktı.

Nihayet vakit gelmişti. Cam bölmenin arkasındaki kapı açıldı. Tüm medya temsilcileri cam bölmeye hamle yaptılar. Güvenlik görevlileri zorlukla onları cam bölmeden uzaklaştırdı. Flaşlar patlıyor, heyecanlı sözler yükseliyor kameralara karşı. HG cam bölmeden içeri tebessüm ederek girdi. Masaya oturdu. Mikrofona sağ elinin üç parmağıyla dokundu. 

- Deneme.. bir ki üç.. deneme.. arkadaşlar yerlerinize oturun, sesim geliyor mu? Dedi. Medya mensupları hep bir ağızdan “Evet!” diye yanıtladılar.

- Çok güzel.. sizlerin seslerinizi de ben rahatlıkla duyuyorum. Lütfen yerlerinize oturun.. bunu bir günah çıkarma ayini olarak değerlendirin..

- Sizin bay HG'in benzeri olduğunuz söyleniyor, önce buna bir açıklık getirmeniz gerekmez mi? Diye sordu elinde ABC yazılı mikrofonu tutan. HG muhabire bakıp, pis pis sırıttı.

- İyi bir yere temas ettiniz.. aranızda Tele11 den kimse var mı? Varsa el kaldırsın! Dedi. 

Tele11 muhabirinin kalkan elini görünce indirmesini işaret etti ve,

Ben bu fısıltının kaynağını kesinlikle biliyorum.. benim rahle-i tedrisimden geçmiş birilerinin karartma girişimi.. kaynağı da Tele11.. oysa teslim olacağımı, bugün ülkemde olacağımı herkesten önce onlara haber verdim. Yani biliyorlar. Bu tezvirattan vazgeçecekler. Vazgeçerler. Bu konuyu aydınlığa kavuşturduktan sonra.." Dedi ve sustu, masada hazır duran sürahiden bardağa su doldurup bir iki yudum aldı ve konuşmasını sürdürdü:

- Öncelikle memleketime kavuşmaktan ötürü büyük bir sevinç içinde olduğumu belirteyim. Bana bu fırsatı, bu imkânı hazırlayanlardan başta Sayın Başkanımız Kürşat Delibalta olmak üzere herkese can-ı gönülden teşekkür ederim.  Mahkemeye çıkmadan evvel, sizler aracılığıyla günahlarımı itiraf etmek istedim. Sağ olsunlar kabul ettiler. Hemen şunu da belirteyim ki, itirafımdan sonra en fazla üç dört soruyu cevaplayacağım.. malum uzun bir yoldan geldim ve yaşım da bir hayli geçkin.. bu yüzden beni hoş görürsünüz. Hizmet Cemaati olarak lanse ettiğim gurubu, kurarken, böyle bir oluşumun meydana gelmesi için yola çıktığımda devlet olma kararıyla olduğu bilinmelidir. Bana bağlananların hiç biri, en yakın yardımcılarım dahi bunu bilmediler, sezmediler. Başından beri bir yalan etrafında birleştirdim. Fark edenler olmadı mı? Daha başlangıçta fark edenler yollarını hemen ayırmışlardı. Bu yolda her şeyi mübah bildim. Hiçbir kırmızı çizgim olmadı. Buna cinayet, hırsızlık, iftira, yalan her şey dahil. İlk cinayet emrini Erzurum’da Kemal Durmazpınar için verdim. Tarih 1978 idi. Kemal Durmazpınar ülkücüydü. Ülkücülerin içine sızmak için merhumu kullanmaya kalktım. Olmadı. Farkına vardı. Yok edilmesi gerekiyordu. Yok edildi. Olayı üstlenmesi için de TİKKO’yu yönlendirmeye çalıştım. Kısmen başarılı oldum. Devlet olmak için yola çıkınca bürokratları tavlamanın gereği belliydi. Kimini şantajla kimini para ile satın alıp kullandım. Ordu içindeki darbeci kliklerle sürekli temas halinde oldum. Kendi amacım için onları yönlendirme gayretinde bulundum, onları eylemlerinde başarılı olmaları için üzerime düşen, elimden gelen ne varsa yaptım. 80’li 90’lı yıllarda CIA’yle ortaklaşa ülkemde fundamentalist bir tehlikenin olduğu düşüncesinin neşvünema bulması için gurubumuza ait gazete ve dergilerde propaganda yanında Bahriye Üçok, Turan Dursun, Muammer Aksoy gibi kimi laik, kimi ateist, kimi sosyalistlerin öldürülmeleri planlamalarını bizzat yaptım, uygulattım ve hayali dinci örgütler inşa edip onların üzerine yamadım. Üzerlerine kalması için gazetemiz, televizyonumuz canla başla çalıştı. İki binli yıllara geldiğimizde de benzer suikastlar kaza süsü verilerek yapıldı. Bunların planlamasında, uygulamasında bizzat aktif olan bendim. Şüphesiz dış haber alma merkezlerinin yardımları da oldu. Muhsin Başkan’ın helikopter kazasını da onların yardımıyla gerçekleştirdik. Muhsin başkan tabutumuza çivi çakacak bilgi ve belgelere ulaşmıştı. PKK ile KCK ile olan işbirliğimize ilişkin somut deliller elde etmişti. Mesela 1993 yılında Bingöl’de 33 erin şehit edilmesinde benim istihbarat ve karartmalarıma ilişkin görsel belgelere ulaşmıştı. O seferden canlı çıksaydı sanırım her şey bambaşka bir hal alırdı. O yüzden hiç vakit kaybetmeden el koyduk. Ve şu menhus 15 Temmuz. Tiyatro dediğim olay. Ki, ben taa yetmişli yıllarda bunun planını yapmıştım. Haftada bir gün muhakkak darbe planının üzerinden geçerdim. Acele etmek zorunda kaldık. Allah uzun ömürler versin bir önceki Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan belimizi kırmamış olsaydı acele etmek zorunda kalmaz, başarılı bir darbe yapardık. Ve fakat Sayın Erdoğan belimizi kırınca daha fazla bekleme imkânımız kalmadı. Açıkçası riski göze alıp darbeye kalkıştık. Halkın karşı koyacağını hesaba katmadık. Ve işte karşınızdayım. Pişman mıyım? Hem de nasıl! Devlet olmayı iktidarla karıştırdım. Cahilliğimin farkında değilmişim. Pişmanım, nice ocaklara ateş düşürdüm, nice can aldım, itibar suikastıyla öldürmekten beter ettim, bunların hesabını öte tarafta nasıl veririm bilmiyorum. Buradan son olarak ülkemde halen din-i mubinimize hizmet ettiğini sanan şakirtlerime sesleniyorum, sizleri aldattım. Hakkınızı helal etmenizi beklemiyorum, sizlerin zamanını, maddi imkânlarını sömürdüm, gerçek yüzümü gördünüz.. artık gidip işinize gücünüze, ailenize bakın. Ülkeniz menfaatine işler yapın. Meşru otoriteye nefsiniz için isyan etmeyin! Söyleyeceklerim bu kadar, şimdi birkaç soru alabilirim.

Her kafadan sesler çıkınca HG sinsi sinsi gülüp, “Böyle olmuyor arkadaşlar, lütfen, yerlerinize geçin, ben kime işaret edersem o sorsun.. yoksa kalkar giderim!” dedi.

Medya mensupları cam bölmeli yerden uzaklaşıp yerlerine oturdular. Kimi mikrofonunu sallıyor, kimi elindeki kalemi.. 

HG karınca misali kaynaşan topluluğu süzdü bir süre. ASA muhabirine işaret etti:

- Siz, dedi.

- Sayın HG2010 yılı kaset olayını siz mi gerçekleştirdiniz? Siz gerçekleştirdiyseniz beklentilerinizi karşıladı mı?

- Evet, birkaç aylık takibi sonucunda düzeneği kurduk. Sonuca gelince, hiç ummadığımız kadar beklentilerimizi karşıladı. Yönlendirmelerimize sorgusuz sualsiz gelen bir gurup ortaya çıktı ki ulay-ı ala.. diye gülerek yanıtladı HG. Başka, siz, dedi 025 TV muhabirini işaret ederek,

- Uğur Mumcu, Hablemitioğlu cinayetleriyle bağlantınız oldu mu?

- İki cinayet de bize ait, Mumcu’nun öldürülmesinde CIA yardım etti, Hablemitioğlu cinayetinde de BND, bunlarla ilgili tüm bilgi ve belgeleri sorguda teslim edeceğim. 

- AA’dan Özgür Utku, Ergenekon hakkındaki yorumunuz nedir? Rakiplerinizi tasfiye planı olduğu söyleniyor?

- Rakip olduğumuz yorumuna katılmam, diye yanıtladı gülerek HG, Çoklu bir yapı olarak değerlendirin bizi. Birimiz başarılı olamayınca diğer devreye giriyordu. Plana uygun davranmadıkları için tasfiye edildiler, yoksa ilişkilerimiz sağlıklıydı.

- Düzce Akçakoca Gazetesi'nden Yusuf Mert, gazeteci H.M'nin öldürülmesiyle ilgili hakkınızda yorumlar vardı. Örgütünüz tarafından öldürüldüğüyle ilişkin iddialar hakkında ne diyorsunuz?

HG bu soruyla beyninden vurulmuşa döndü? Kalbi duracak gibiydi. Elleri titriyor, dudakları sarkıyordu. Gözleri yana kaymış, nefes almakta zorluk çekiyordu. Bir süre nefes kontrolü yaptı. Derin derin nefes çekip, nefesini içinde tuttu. Kalbinin çarpıntısını bastırmak zorundaydı. Nasıl bir yanıt vermeliydi? Ne yani, sözü edilen gazeteci H.M’nin, kısa dönem bulunduğu K.'de tuvalet işleten kişiyle macerası olduğuna ilişkin ses kaydını ele geçirdiğini "Öğrenir öğrenmez, örgütünü tüm birimlerini hareket geçirip öldürttüm!" Demesini mi bekliyordu soruyu sorduran? Başkan Kürşat’ın bir oyunu, bir mesajı mıydı bu soru? Bir cevap vermeyecekti. Soruyu duymamış gibi yaptı, boğazını temizledi, yorgun bir ses tonuyla:

- Arkadaşlar başka soru alamayacağım, dediğim gibi uzun bir yolculuk oldu, şeker ve tansiyon problemlerim olduğunu içinizde bilenler vardır. Müsaadenizle. Tekraren söyleyeyim ki, ülkemizdeki tüm fertlerden, başta eski Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan’dan, sayın Cumhurbaşkanımız Kürşat Delibalta’dan, tüm vatandaşlardan  tek tek özür dilerim, pişmanım! Hoşça kalın!

HG masadan ağır ağır kalktı. Başını eğip iki büklüm, geldiği yönden çıkıp gözden kayboldu.



Cemal Çalık, 12.03.2021,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü

Facebook 



Sonsuz Ark'tan
  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
  4. Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.




 



Seçkin Deniz Twitter Akışı