28 Eylül 2016 Çarşamba

SA3478/KY45-SB3: PKK’nin Berkin Elvan’larına Neden Kimse Sahip Çıkmıyor?

"Songül’ün ekmek almak için çıktığı eve, bir bacağını kaybederek dönmesinin trajedisi elbette bir yazıya sığmaz, cümleler eksik kalır; ama acı bir gerçek daha var ki, anlatılmayan her şey bizimle birlikte yok olup gider. Tam da bu yüzden acılar, “küçük hikayeler” anlatılmalı, yazılmalı ki, geçmişle yüzleşebilmeye cesaret edebilsin bizden sonrakiler…"


Gazeteci-yazar Svetlana Aleksiyeviç Nobel Edebiyat Ödülü töreninde “kaybedilmiş bir savaş” üzerine şöyle der: 

“Beni ilgilendiren, küçük insan. ‘Küçük büyük insan’, ben böyle derdim, çünkü zulme tabi olmak insanı büyütüyor. O, kitaplarımda kendi küçük hikayesini, ve kendi tarihini anlatırken büyük tarihi de anlatıyor. Başımıza gelmiş olanları, hala da gelmekte olanları henüz anlamlandırabilmiş değiliz. O yüzden anlatmak gerekiyor, başlangıçta önce dile getirmek gerekiyor. Bu bizi korkutuyor, henüz kendi geçmişimizle yüzleşecek durumda değiliz.”

Geçmişle yüzleş(e)memenin sancılarını ve sonuçlarını o kadar çok yaşadık ki, Aleksiyeviç’in bu yorumunu okurken “ne kadar da bizden” diyemeden geçemiyor insan! Hendek siyasetiyle birlikte başlayan çöküşün, yıkımın sonuçlarını; “küçük insanlar"ın kendi “küçük hikayeleri"ni anlatırken bir kez daha derinden hissediyor ve esasen içinden geçtiğimiz bu büyük yıkıma ve tarihe de hep birlikte daha da sarsıcı bir biçimde tanıklık ediyoruz. 

Songül’ün ekmek almak için çıktığı eve, bir bacağını kaybederek dönmesinin trajedisi elbette bir yazıya sığmaz, cümleler eksik kalır; ama acı bir gerçek daha var ki, anlatılmayan her şey bizimle birlikte yok olup gider. Tam da bu yüzden acılar, “küçük hikayeler” anlatılmalı, yazılmalı ki, geçmişle yüzleşebilmeye cesaret edebilsin bizden sonrakiler…

Songül 15 yaşında gencecik bir kız, 20 yıl boyunca ailesiyle birlikte Sur’da oturmuş. Anlatmaya çalışıyor olup bitenleri ama biraz konuştuktan sonra tıkanıyor, annesi giriyor araya ve şöyle diyor:

“O bomba ellerinde patladıktan sonra, kızım artık uzun konuşamıyor, ‘beynim uyuşuyor anne’ diyor.”

 Ablasına dönerek; “Songül anlatacak durumda değil, sen anlatır mısın?” diye soruyorum. 

Başlıyor o “karanlık” günleri anlatmaya:

“20 yıldır Sur’da oturuyorduk zaten, yaşamımız sürekli orada devam etti. Sonra bu kavgalar oldu aniden. Önceleri ne olduğunu anlamadık, fazla değillerdi. Sonra baktık ki yüzleri kapalı olanlar her geçen gün kalabalıklaşıyorlar. Aradan biraz zaman geçti, baktık ki çukurlar açmaya başladılar, sonra kimse onları görmesin diye sokak başlarını hep kapattılar. Polisler de hiç müdahale etmiyorlardı, kimse karışmıyordu yani. Bize diyorlardı ki sizin iyiliğiniz için yapıyoruz, hakkınızı savunuyoruz. Aradan biraz zaman geçti, yani 1 ay kadar zaman geçti, bu sefer sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Yasak çıktıktan sonra 1 hafta içeride kaldık. Sonra bir gece sabaha karşı beyaz bayraklarla çıktık oradan. Çünkü bize demişlerdi ki; “Eğer beyaz bayrak taşırsanız polisler sizi vurmaz.” Öylece çıkıp kurtulduk. Ama ne zoruma gitti biliyor musun? Çıktığımızda baktık ki herkes kendi keyfinde, her yer o kadar kalabalık ki, meğer sadece bizim oraları cehenneme çevirmişler, o zaman anladık.”

O dönemi biraz daha anlatmalarını istiyorum. Çünkü biliyorum ki bütün trajediler ayrıntılarda gizlidir. 

“Geceleri gelip darabaları (kepenkleri) çalıyorlardı, diyorlardı ki bize;  ‘Kapılarınızı açın, dışarı çıkın destek olun. Kaşık, tabak, ne varsa darabalara vurup ses çıkarın’ diyorlardı, bağırıyorlardı. Biz de mecburen korkudan açıyorduk kapıları, sonuçta ellerinde silahlar vardı. Bu olay her sabah 4’te başlıyordu, gece yarısına kadar. Kanlar akıyordu evlerimizin önünde, bir tane de teyze vurulmuştu, kimin vurduğunu bilmiyoruz, yaşlıydı kadın, ama çıkarmalarına izin vermediler. Zaten kimse de cesaret edemezdi. Çünkü iki taraftan da sürekli silahlar sıkılıyordu, o teyzenin cesedi öylece kaldı.”

Songül’ün annesine dönüyorum ve o bombanın patladığı günü anlatmasını istiyorum. Şöyle diyor:

“Evlerin içinde de tünel kazıdılar. Kapı gibi yer açıyorlardı. Biz hiçbir şey yapamıyorduk tabi, hem zaten evi terk edip geri geldiğimizde evin her yeri delinmişti. Kızım diyor ki ‘ben kendimi öldüreceğim, böyle nasıl yaşarım’ diyor. O kadar çaresiziz ki. Genç kız sonuçta, sakat kaldı böyle. Bütün eşyalarımız, evimiz öylece kaldı. Bomba patladığı gün biri geldi bana dedi ki ‘abla bomba patladı, senin kızın da aralarında.’ Etraftakiler gelip bizi arabaya koyup götürdüler. Bir komşum dedi ki ‘kızın ölmüş.’ Ondan sonra bayılmışım, gözümü hastanede açtım. Şimdi biraz konuşunca ağlamaya başlıyor, geceleri ağlayarak uyanıyor. Ayağındaki ayakkabı 150 tl, yırtılmış ama alamıyoruz. Bir defa ameliyat oldu, ikincisini yaptırmamız gerekiyor, ama gücümüz, kuvvetimiz yok. Gözümüzün önünde o kadar çok kişi öldü ki. Ölenleri kimse korkudan yerinden kaldıramıyordu. İki taraf da sürekli ateş ediyordu. Kafaları parçalananlar oldu. Çocuklarım şimdi sürekli ağlıyor, uyuyamıyorlar. Çıkmak istedik oradan, gençler izin vermiyordu, diyorlardı ki ‘siz çıkarsanız bizi öldürürler.’ Polisler çıkmamıza izin vermiyorlardı, onlar da diyordu ki ‘sizin normal vatandaş olduğunuzu nereden bilelim?’ Düşünün her gün gözümüzün önünde polisler de, gençler de birbirini öldürüyordu. O bomba patladığı gün kızım ayağından yaralandı, iki akrabamız öldü. Kanlar oluk oluk akıyordu, bazen kim kimdir bilmiyorduk, inanın.”

Songül’ün annesini dinlerken aklıma yeniden Svetlana Aleksiyeviç’in ikinci dünya savaşını konu alan “kaybedilmiş bir savaş”la ilgili o meşhur konuşması geliyor:

“Çatışma sırasında yaralanan bir Alman askerini top mermisi çukuruna sürüklüyor, ama adamın Alman olduğunu çukura inince fark ediyor. Adamın bacağı kırık, kanaması var. Adam düşman! Ne yapmalı? Yukarıda kendi halkından çocuklar ölüyor. Ama kadın adamın bacağını sarıp, sürünerek geri çıkıyor. Bir süre sonra bu sefer bilincini kaybetmiş yaralı bir Rus askeriyle geri geliyor çukura. Rusla Alman, bilinçleri açılınca birbirlerini öldürmeye yelteniyorlar. ‘Bir onun suratına yapıştırıyorum elimin tersiyle, bir öbürünün,’ diye anımsıyor kadın. ‘Bacaklarımız kan içinde, herkesin kanı birbirine karışmış.’

Herkesin kanının birbirine karıştığı bir döneme tanıklık etmenin o ağır ve kasvetli havasını bir kez daha ciğerlerime kadar hissediyorum. Kafamda tonlarca cevapsız soruyla Songül’e dönüp bir isteğinin olup olmadığını soruyorum:

“Abla çok kan aktı orada, o bombada kuzenlerim öldü. Ben artık yürüyemiyorum. Ameliyat olmam gerekiyor, ama ailemin parası yok, durumumuz ortada. Kimsenin bize sahip çıktığı da yok, görüyorsun işte. Şimdi iki büyük hayalim var: Tekrar yürüyebilmek ve Sur’a geri dönebilmek…” diyor.


Sidar Basut, 28.09.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar
Sidar Basut Yazıları
 

Seçkin Deniz Twitter Akışı