30 Temmuz 2016 Cumartesi

SA3241/KY26-CA66: Köprüye Koşan Kadınlar

"Seni çağırdıklarında yaşamayı öğrendin/Kulaç atar gibi sokağa fırladın, ismin boşlukta çınladı." 
Zeynep Arkan, Solgun Bir Melek, Dergah, Temmuz 2016.


İlginç günlerden geçiyor Türkiye. Bir darbe veya işgal denemesi, karnaval havasında geri püskürtülüyor. Emperyalizme ve asker vesayetine samimi bir şekilde karşı olan kesimler ihtilaflarını bir kenara bırakıp halka kurşun sıkanlara karşı birleşti. 

“Meydan Ortaya Çıktığında” hikayelerini Karakoç bu günler için mi yazmış?.. Yapaylaşmaya zorlanan kentin kabuk değiştirdiği fark ediliyor. Eski darbelerde sokaklar ürkütücü bir sessizlik içinde olurdu. Şimdilerde toplum bir darbeyi geri çevirmenin neşesini yaşıyor meydanlarda, şehitlerin hatırasını yaşatma sorumluluğu duyuyor. Geçmişteki sosyolojik ayrımların ötesine geçen ortaklaşmalar kendini gösteriyor. İhtilafların sınırlandığı, manevi bir olgunlaşmaya imkân veren, arındırıcı bir tecrübenin izleri okunuyor yüz ifadelerinde.

Şehitlerin aziz hatırası adına Bağlarbaşı’ndan Boğaziçi Köprüsü’ne doğru gerçekleşen yürüyüşe bir grup olarak katıldık. Herkes önemli sahneleri ve olguları birbiriyle paylaştığı için, gözlem yapma imkânım daha fazlaydı. 

Yürüyüş hattındaki belirsizlikler nedeniyle bazen yüksek engellerden atlamak, bayırlardan inmek, koşmak zorunda kaldık. Kalabalıkların bu şekilde yürüyüşünde her zaman haklı sözler vardır; bu kez atılan adımların haklılık payı çok açık seçikti.

 Katılımcılar içinde kadınlar erkeklerden geri kalmayan bir coşku, heyecan, öncülük ve yaratıcılık sergiliyorlardı. Sistemin on yıllarca ev hayatı içinde yaşamaya, agorafobiye zorladığı dönemlerin tecrübesine sahip kadınlar, darbeye karşı direnişleriyle şehirle ilişkilerinde yepyeni bir dönemi başlattılar.

Bir kadın kurşun yağmuru altında tanklara direndi, bir diğeri kocasının kamyonuna atlayıp geldi ve tankların geçişini engellemeye çalıştı, başka biri köprünün kapatılmasına engel olmak için tankların üzerine yürüdü… Tarihteki büyük kahramanlıklar da başka türlü sahnelerle oluşmamıştır.

Darbelere açık kılan zaaflarımızdan biri, hayallerindeki halkı bulamadığında gerçeğinden nefret edenlerin konformizmi. Direniş veya kamusal eylem olgusunu sadece kendi tanım ve tarifleri üzerinden okuyanlar, bu olup bitenlere eğer gözlerini kapatmıyorlarsa, gerçekleri çarpıtmayı seçiyorlar demektir.

Bir olay olur, önyargıları silip süpürür. Bir olay, hakikatin üzerine çekilmiş perdeleri çeker ve gözleriniz kamaşsa bile görürsünüz: Hiçbir şey eskisi gibi olamaz artık. Beri taraftan olay, zaten olup bitmekte olanı görmenin basiretini de bağışlar. Kalbin mühürleri çözülür, kişi kendindeki “başka”yı tanır. 15 Temmuz gecesi, bu şekilde dünyaya yeni bir gözle bakanlarımız oldu muhakkak. 15 Temmuz gecesinin parlayan yıldızlarından Safiye Bayat zaten oradaydı, hep orada olmaya çalışıyordu, ancak sistem tarafından “görünür görünmez” kılınmıştı.

Oktay Akbal, “Mutfaklarına dönüp kendileri gibi yobaz bir adamla evlenmeyi beklesinler” demişti 1980’lerde. Aynı yıllarda (1990’lara da uzayacak şekilde) gazete manşetlerinde “Sıkmabaş, yasakbaş, karabaş, türbanlı, Humeyni kılıklı, kara tahrik, kara tehlike, çağdışı mahlûk, örümcek kafalı, kara karga…” diye en çirkin sıfatlarla anılan kadınlar, inandıkları güzelliğin hatırına tankların üzerine yürüdü. Müslüman kadınlarla kamusal alan arasında kurulan bağ, bu sahneler hatırlanmadan anlatılamaz artık.

Oldum olası yozlaşan bir gençlik kesiminden, yozlaşan başörtülü kızlardan söz edilir. Benim meydanlarda gördüğüm gençler heyecan içinde şahitlik yürüyüşünün sorunsuz bir şekilde gerçekleşmesi için örgütlenmişler, gelene geçene su dağıtıyor, bayrak hediye ediyor, yol gösteriyorlardı.

Gözlerimin önüne 1980’lerin Beyazıt Meydanı eylemleri geliyor. Polis üzerimize yürürdü, kimileri evlerimize gitmemizi tavsiye ederdi, “Bu işlerin bize göre olmadığı” söylenirdi. Bazen dağılarak sokaklarda kaybolur, bazen birbirimize kenetlenip içimizi dökerdik. 

Korkumuz yoktu, gizli saklımız da; berrak bir faaliyet içindeydik. Süreyya, Sabiha, Muazzez, Gülsevim, Çağlayan, Fatma, Güler, Yasemin, Hatice ve nice kişilikli kadın, başörtüsü zulmüne maruz kalmanın tecrübelerini yapıcı bir öfke halinde sorulara dökerek, böylelikle sistemi sorgulamayı sürdürerek meydanlardan eksik olmamaya çalışıyordu. 

Tanzimat’tan Günümüze Kılık Kıyafet ve İktidar kitabının 2. cildinin ilk baskılarında Gülsevim’in polis tarafından konulan engelleri aşmaya çalıştığını gösteren fotoğrafı var. Siyah çarşafla pardösünün karışımı o özel kıyafete “Suffa tarzı” derdik biz eş dost arasında. 

Rahmetli Süreyya Yüksel ile yazar Sabiha Ünlü’nün ortak tasarımıydı. Farklı renklerde omuzları kapatacak uzunlukta, çene altından dikişli tek parça başörtüsü ve pardösüden oluşurdu. O dönemlerde kadınların pantolon giymesine karşı bir tavır olduğu halde, Suffa kadınları pardösü altına pantolon giyerlerdi. Alternatif kamu arayışına özgü devinim, kıyafetini de biçimlendiriyor. Suffa kadınlarının gündemi, haksızlığa uğrayan herkesi, bütün mazlumları görme ve sahiplenme sorumluluğunu tartışmaya açar ve önyargılar üzerine düşünmeye çağırırdı. 

Bu bilge ve eylemci kadınlar, yıkıcı değil yapıcı söylemleriyle ve “gizli özne” olarak kalma tercihleriyle, Müslümanları gericilikle damgalamaya çalışan zihniyet kadar, din adına teşvik edilen hurafelere karşı mücadeleleriyle de kitleleri etkilediler. Başörtülü kadınlara, değil meydanlara çıkmak, sokağı bile yasaklayan bir dili hayatın zaruri dersleri ışığında değiştiren bir örneklik sergilediler. “Agora”dan dışlanmış kadınları şair, hatip, tiyatro oyuncusu olmaya yüreklendiren günler ve geceler tertiplediler. “Muhteşem Muhalif” diye çağırdığım, bir diğer ifadeyle de Yasin Suresi’nde geçen “Şehrin en uzak ucundan koşarak gelen” uyarıcıyla örtüşen bir hayat sürdüren dost insan rahmetli Süreyya Yüksel bu günleri görseydi, tankların üzerine yürümekte tereddüt etmezdi.

Başörtülü kadınların kamusal alan direnişinin temel mantığı, takvaydı ne de olsa. Metin Önal Mengüşoğlu’nun daha sonra, Allah’ın verdiği yetenek ve her türlü nimete sahip çıkarak yol alma (meydana çıkma) sorumluluğu olarak tanımladığı takva kavramına onlar fiilen, kendilerine konulan sınırları sahici bir kul olma kararlılığıyla yeniden düzenlemeye götüren bir sorgulamayla açıklık kazandırdılar. 

Fethullahçı öğrenciler, bunun doğru bir yorum olmadığını savunurlardı. Devletle, polisle karşı karşıya gelinmemeliydi. Onlar aynı dönemlerde Gülen’den başörtüsünü furuattan olarak tanımlayan fetvayı almışlardı ve böylelikle aramızda mevcut bakış açısı farkı belirginleşmişti.

Safiye Bayat ve Şerife Boz’un eylemleri bu arka plan okunmadan layıkıyla anlaşılamaz. Laisistlerin bir tür laik arındırma adına, kimi dindar grupların ise güya takvalı olma gerekçesiyle “görünür/görünmez” filtreler yerleştirdiği meydanlarda bu kadınlar darbecileri geri püskürten çarpıcı sahnelerin yıldızları olarak parladılar. 

Hepimizin hayatını karartacak şekilde planlanan gece, halkın toplu direnişi içinde kadınların ve erkeklerin birlikte sergilediği cesaret ve yiğitlikle de akamete uğradı. Oradan geçiyorlardı veya orada olup biteni duyunca doğrudan gelmişlerdi. 

Boğaziçi Köprüsü o gece, babası gözleri önünde şehit olan bir genç kızın çığlıklarıyla inledi. Şehitliğin şartı aslında şahitlik. Bu sorumluluğun farkında olanlar elinden geleni esirgemedi. Yakından tanıdığım sosyolog bir genç kızın inşaat sektöründe faaliyet gösteren ailesi, iş makinelerini tankların geçtiği yollara gönderdi hemen.

Tanklarla köprüyü kapatmaya çalışan askerlerin üzerine yürüyen Safiye Bayat, şehirlilik bilinci dersi verdi herkese; Boğaziçi Köprüsü'nde, "Benim köprümü siz nasıl kapatırsınız?" diye darbecilere hesap sorup direndi. 

Bu cümle her açıdan çok değerli ve bence ileride siyaset biliminden mimariye, sosyolojiden edebiyata çeşitli derslere konu olacak. Bayat’ın, militarist işgalcinin tankına karşı silahsız bir kadının köprüyü savunurken sergilediği güven, yabana atılmaz bir muaşeretin eseri. 

Evlerin bir kent, hemşerilerin ise bir şehir yaptığını söylemiş ya Rousseau… Kamusal alanı ona yasaklayan için bile köprünün kapatılmasına direndi Gazi Safiye. Kurşunlu tehditle vazgeçmedi, itirazını sürdürdü.

Manşetlere “Personel Taşıyıcı” olarak geçen Şerife Boz’un E-Sınıfı ehliyeti yok, ama kamyon kullanabiliyor. Babası ve eşi hafriyatçı olduğu için kamyon ilgi alanına girmiş ve kullanmayı öğrenmiş. Bunun sıradan bir ilgi olduğunu düşünmeyin. Kapalı kapılar o kadar bezdirir ki insanı, mantıksız bahaneler, işi yokuşa süren talepler yüzünden seçenekleriniz sınırlanıyor. Ne çıkar, önemli olan yolda olmak. 

”Çok büyük duygularla oraya gittim” diyor Şerife Boz. Aracı giderken direnişçilerle dolduruyor. Yanı başındaki başı açık hanımla birlikte düşmanlık kurgularını yalanlayan bir dayanışma teşkil ediyorlar.

Köprü ise sahne olduğu direnişle Türk geleneğinde var olan bir adeti hatırlattı ve yeni adını kazandı: 

“15 Temmuz Şehitler Köprüsü.” 

Keşke bağlantılarından bir yere, bir durağa da Gazi Safiye Bayat adı verilse… Oradaki duruşuyla darbe girişiminin halk nezdinde kabul görmeyeceğini haykırdı dünyaya Safiye. Toplumun bir kesimine biçilen ve tabileştirilen, kamusaldan mahrumiyetinin darbeci zihniyeti kalkındırdığı, darbeci geleneği beslediği şeklinde dile gelebilecek eleştirinin tecessümüydü köprüye koşan kadınların her biri. Gülsevim de aralarındaydı, Süreyya da ve Suffa derslerinde, yaşadığı acıları başkalarının acılarını anlayabilmenin kaynağına dönüştüren diğer kadınlar, onların eşleri, çocukları, dostları…

Hiçbir hikayenin kesin bir son cümlesi yok. Bir olay olur ve bizi yeniden görmeye, yeni cümleler kurmaya çağırır. Safiye Bayat’ın tanklara kafa tutan cümlesi, yaşadığımız günleri temsil ve çözümleme konusunda olağanüstü zengin, riyasız, hayat dolu ve hasbî bir kaynak.


Cihan Aktaş, 30.07.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar,  Perspektif Yazıları, 



Sonsuz Ark'ın Notu: Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır.  Seçkin Deniz, 09.05.2015





Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni:

Seçkin Deniz Twitter Akışı