20 Haziran 2016 Pazartesi

SA3066/KY33-YO107: Bir Zamanlar Kadıköy’de…

"Siyaset ile ordu arasındaki güç savaşı artık görünür haldeydi. Siyaset ve gazetecilik bu haberlerin etrafında dönüyordu."


1998 yılında CNN’in yaptığı bir haber ABD’yi karıştırmıştı. Körfez Savaşı sırasında Bağdat’tan yaptığı yayınlarla tanınan meşhur savaş muhabiri Peter Arnett’in de aralarında bulunduğu gazetecilerin imzasını taşıyan “Ölüm Vadisi” adlı haber 1970 yılında Vietnam Savaşı sırasında ABD ordusunun  Laos’ta bir köyde yaptığı gizli bir operasyon hakkındaydı. 

Habere göre Tailwind adlı operasyonda CIA’nin de desteklediği Amerikan özel birlikleri, Vietnam Savaşı’ndan kaçan ABD askerlerinin saklandığı Laos’taki bir köye uçaklardan sarin gazı atmıştı. Ertesi gün köye giden askerler, 20 kaçak Amerikalı askerle birlikte aralarında çocukların ve kadınların da olduğu 100 sivilin cesetleriyle karşılaşmıştı

Operasyona katılan askerlerle röportajların yer aldığı haber büyük yankı yaptı. Kısa bir sonra Pentagon bir raporla haberin verilerini yalanlandı.  CNN özür dilemek zorunda kaldı, gazeteciler işten atıldı.

Hikaye, 16 yıl sonra Atlantis Cable News (ACN) adlı bir kanalın haber merkezinin anlatıldığı Newsroom dizisinin ikinci sezonuna esin kaynağı oldu.

Kanalın Washington’daki hırslı yapımcılarından Jerry Dantana, 2009 yılında ABD ordusunun Pakistan’da yürüttüğü Genoa adlı bir operasyon sırasında sivillere karşı sarin gazı kullandığı, çok sayıda sivilin öldüğü iddia ediliyordu.

Newsroom ekibi uzun süre haberi kurcaladı, doğruluğunu test etmeye çalıştı, gizli haber kaynaklarıyla buluşmalar yaşandı, sarı zarflar gitti geldi…

Sonunda Dantana, operasyonda görev almış bir komutana sarini itiraf ettirmeyi başarmıştı.

Haber masasındaki hararetli tartışmalarda siyaseten daha muhalif olanlar haberi yayınlanmak için bastırdı ve haber yayınlandı.

Kısa bir süre sonra haberdeki çelişkiler ortaya çıktı. Ve sonunda Jerry Dantana’nın araştırmacı gazetecilik dalında Peabody ödülü alabilmek için komutanla röportajın kurgusunda oynadığı, ona “sarin gazı kullandık” dedirttiği ortaya çıktı.

Newsroom’un o bölümlerini izlerken aklıma 19 Ocak 2010 günü Kadıköy’deki Taraf Gazetesi’nin yazı işleri toplantısı gelmişti.

O gün öğleden sonra Balyoz belgeleri Taraf’a bir bavulla değil, üç dvd ve bir cd’nin içinde geldi. Yazı İşleri’nde haberi getiren muhabiri dinlerken dvd ve cd’leri açıp içindeki belge, ses kaydı ve power point sunumlara bakıldı.

Belgeler, yazı İşleri odasının camından kuleleri görünen Selimiye Kışlası’nda 2003 yılında yapılan bir seminere aitti. Neredeyse bütün Birinci Ordu’nun dokümanları o cd’ler içinde gazeteye getirilmişti.

Ses kayıtları 2003’de hemen seminerin ardından dışarı sızmış, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı’na göre önce Başbakan’a, ondan Genelkurmay Başkanı’na, dönemin Genelkurmay Başkanı’na göre ise doğrudan kendisine gelmişti.

Bir önceki yazıda ayrıntılı olarak anlatıldığı gibi sonunda bir Milli Mutabakat Hükümeti kurulan ordu tarafından sıkıyönetimle bastırılmış bir irticai ayaklanmanın, aralarında Başbakan’ın da olduğu gerçek isimlerin geçtiği, Kara Kuvvetleri’nin tatbikat planı dışına çıkılarak oynanmış seminerin kendisi suçtu.

Ergenekon davasından iki yıl hapis yatmış, İşçi Partisi’nde siyaset yapan eski Genelkurmay İstihbarat Dairesi Başkanı İsmail Hakkı Pekin’den okuyalım:

“2002-2005 arasında Kara Kuvvetleri'nde Personel Şube Başkanı'ydım konuşmak istemiyorum bazı şeyleri. Bütün birlikleri dolaştım. O zamanki komutanların yanlış davranışları bu noktaya getirdi. Adamlar bundan faydalanarak bu evrakları hazırladılar. Herkes sütten çıkmış ak kaşık değil. Ortada hiçbir şey yokken bu adamların kumpas kurmalarına imkan verecek bir ortam yarattılar. Düşüncem hiç değişmedi. İstihbarat Başkanı'yken Plan Semineri'ndeki konuşmaları kaç kez dinledim. Bazıları evet suçtur. Bir askerin seminerde veya başka yerde siyaset konuşması suç değil mi?"

Ama DVD ve CD’lerin içinden çıkan sadece seminere ait belgeler değildi. 

12 Eylül Bayrak Harekat Planı’ndan, başka askeri planlara, İstanbul’daki  şirket, dernek, vakıf, kilise, sinagoglar vs. hakkındaki ayrıntılı bilgi fişlerine,  hatta eski komutanların telefon numaralarının bulunduğu listelere kadar, kaynağın Birinci Ordu arşivi olduğunu gösteren 5000 sayfaya yakın resmi evrak, power point sunumu vardı. Ve tabii bütün bu belgeler arasında en dikkat çekici olanları Balyoz Darbe Planı’na ait belgelerdi...

Aslında seminer kayıtlarında, sunumlarında ve resmi belgelerinde Balyoz kelimesi geçmiyordu.

Bunun sebebi altında Balyoz Sıkıyönetim Komutanı Çetin Doğan yazan ve seminer öncesi bütün birliklere gönderildiği söylenen bir belgede anlatılmıştı:

“Balyoz Planı’nın, ‘Olasılığı En Yüksek Tehlikeli Senaryo’ isimli jenerik bir plan şeklinde oynanacağı plan seminerine kadar, irticai, yıkıcı ve bölücü gruplara ait mevcut tüm listeler ile teşkil edilecek olan özel görev timlerinin listeleri güncellenecek ve devamlı olarak güncel tutulacak. Buna paralel olarak, Balyoz Güvenlik Harekât Planı, ‘Olasılığı En Yüksek Tehlikeli Senaryo’ isimli jenerik bir plan şeklinde, ‘GİZLİ’ gizlilik derecesinde ve özel olarak seçilmiş, sınırlı sayıda personelin katılımıyla icra edilecek bir plan seminerinde denenecek ve müzakere edilecek.”

Seminer kayıtlarında Balyoz ve diğer planlardan (Suga, Çarşaf, Sakal, Oraj) bahsedilmemesinin açıklaması buydu.. Ama bütün bu planlar, Olasılığı En Yüksek Tehlikeli Senaryo (OEYTS) ve seminerdeki ses kayıtlarına paralel olarak hazırlanmıştı.

Örneğin sonunda sıkıyönetim ilanı ve Milli Mutabakat Hükümeti’nin kurulmasına gidecek OEYTS’de  “Yunanistan karasularını 12 mile çıkardığını açıklamış, bu durumun Türkiye tarafından kabul edilmemesi sonucunda oluşan belirsizlik Ege Denizi ve Hava Sahası’nda her iki devletinde kendisine ait kabul ettiği alanlarda çatışmalara sebep olmuştur” deniyordu.

Belgeler arasında bulunan ORAJ Planı senaryodaki bu sonucun planda bahsedilmeyen sebebi gibiydi:

“Emirle Ege uçuşları sırasında Yunan Hava Kuvvetlerine ait uçaklar taciz edilerek tahrik edilecek bir çatışma ortamı oluşturulacaktır. Mümkünse bir uçağımızın Yunan Hava Kuvvetleri tarafından düşürülmesi sağlanacak, bu gerçekleşmediği takdirde yeniden teşkilatlandırılan ÖZEL FİLO personelinden bir pilotun uygun zaman ve yerde kolundaki uçağa atış yapmak sureti ile kendi uçağımızın düşürülmesi sağlanacaktır. Uçağın, Yunan Hava Kuvvetleri tarafından düşürüldüğü yönünde medyada haberler yaptırılarak, AKP Hükümetinin bu konudaki acizliği ortaya konulacaktır.”

Yine Birinci Ordu’daki seminerde tutuklanacak insanların konacağı stadyumlara kadar konuşulan Olasılığı En Yüksek Tehlikeli Senaryo’daki bir sonraki aşamada şunlar yaşanmaktaydı: 

“Güneydoğu Anadolu’da terör olaylarının artması, KOPENHAG Zirvesi sonucunda AB ile Türkiye ilişkilerinin kopma noktasına gelmesi, ABD’nin harekât öncesi verdiği sözleri tutmaması ve bu konudaki isteksizliği, irticai kesimlerin İslam Devleti kurma özlemlerini fiilen harekete geçirmiştir. Özellikle Kocaeli, Adapazarı ve İstanbul’da rejim aleyhtarı gösteriler düzenlenmeye başlanmış, çok sayıda ölü ve yaralıların olduğu olaylar meydana gelmiş ve gerilim yükselmiştir.”

Peki bu olaylar neydi ve niye çıkmıştı? Bu soru da resmi olmayan belgeler arasındaki Sakal ve Çarşaf Planları’nda cevaplarını buluyordu. Askeri haritaların, tim komutanlarının isimlerinin, sicil numaralarının eşlik ettiği planlar bir Cuma namazı saati Fatih Camii’ne provokasyon amaçlı saldırı yapılması hakkındaydı:

“Keşif Emniyet Timi en geç S saatinden 10 dakika evvel yerleşmiş olacaktır. Tahrip düzeneğini patlatacak Taarruz Timi en geç S saatinden 5 dakika önce yerlerini almış olacak, faaliyet Cuma namazının farzının kılınmasından sonra icra edilecektir. Tahrip-A farzın kılınmasını müteakip süratle camiden çıkacak ve “Tahrip Hazır” İşaretini verecektir. Tahrip-A’nın camiden çıkmasını müteakip avluyu terk etmesi “Tahrip Hazır” camiden çıkmayı müteakip avluda şadırvanda ellerini yıkaması ise “Tahrip İptal” işareti olacaktır. Tahrip –A’nın “Tahrip hazır işaretini” gören ve camii avlusunda bekleyen Tahrip-B, camii avlusundan çıkıp 300 m kadar uzaklaştıktan sonra ilgili telefon numarasını arayarak tahribi gerçekleştirecektir. Tahrip timi patlamayı müteakip bölgeden süratle sıyrılacaktır. Patlama esnasında; Kayıt –A camii üst katından, Kayıt-B camii alt katından patlama ânını ve sonrasında oluşan panik havasını çekecek, patlama sonrası önce camii avlusunda toplanan ve sonra ana caddeye intikal ederek caddeyi kapatan öfkeli kalabalığın camii avlusunda toplanmasını ve caddedeki eylemlerini hem Kayıt-A hem de Kayıt-B birbirlerinden bağımsız ayrı noktalardan üzerlerindeki video kayıt cihazlarıyla kaydedeceklerdir. Kayıt timi (Kayıt-A ve Kayıt-B ) kaydettikleri görüntü kayıtlarını Keşif Emniyet Tim Komutanına teslim edecek ve müteakiben bölgeyi geldikleri araçlarla terk edeceklerdir. Keşif Emniyet Tim K.’nın söz konusu görüntüleri ivedi olarak internet üzerinden yayılmasını sağlayacaktır. Patlamayı müteakip oluşan kargaşadan da istifadeyle cami içerisindeki Tahrik timinden Tahrik-A bir kısım radikal Fatih esnafı içerisine sızdırılmış Tahrik-B ile irtibata geçecektir. Tahrik- A ve Tahrik-B irtibatlı bulundukları ve halkın içerisine sızmış bulunan provokatörleri harekete geçirecek. Böylece Cami cemaatinin, çoğunluğunu Fatihli esnafın oluşturduğu öfkeli radikal grupla ana cadde üzerinde birleşmesi sağlanacaktır. Yapılacak manipülasyonlarla öfkeli grubun yaşananları irticai söylemler ve sloganlar eşliğinde protesto etmesi sağlanacaktır. Faaliyetin icrasından sonra; Tahrip unsuru tahribi müteakip, Kayıt Timi kayıtlarını tamamlamalarını ve Keşif Emniyet tim komutanı ile buluşmayı müteakip yaya olarak ayrı güzergâhlardan arabalarını park ettikleri bölgeye intikal edecek ve kendi araçları ile bölgeden uzaklaşacaklardır. (Tahrip unsuru bir araca, Kayıt timi diğer araca binecek şekilde) Faaliyet sonrası durum, trafik sıkışıklığı, yol kapaması, arama ve bunun gibi sebeplerle araçlı intikale imkân vermediği takdirde, unsurlar yaya olarak ayrı ayrı güzergâhlardan toplu taşım araçlarını kullanarak “emin ev”de buluşacaklardır.”

Sonra ne olacağını yine Olasılığı En Yüksek Tehlikeli Senaryo’nun resmi belgelerinden okuyalım:

“Bakanlar Kurulu Milli Güvenlik Kurulunun tavsiyesi ile Sıkıyönetim ilan etmiş, karar Resmi Gazete’de yayımlanarak aynı gün TBMM onayına sunulmuştur. TBMM’nde üye yeterli sayısına ulaşılamadığı için Sıkıyönetim kararı onaylanamamıştır.”  

Senaryo burada bitiyordu. Ardından olacakları da seminerin sonunda yaptığı konuşmada Birinci Ordu Komutanı Çetin Doğan anlatmıştı:

“Bunun içinde her şeyden önce evet hükümetin ve meclisin kendisine çekidüzen verdirici ben onu söyleyeceğim şeyde Genelkurmay Başkanı'na, Kuvvet komutanına diyeceğim ki siz meclisi ve hükümeti uyarıcı bu gidişe dur deyici bir ültimatom verin gerekirse. Gerekirse çağırın bu işin sonu b..ktur işte sonunuz böyledir. Bu konuda gerekli tertip ve tedbirleri alın. Evvela ulusal birliğimizin evvela inandırıcı bir millî mutabakat, buraya öyle yazmışım. Millî Mutabakat Hükümeti kurulması sureti ile halkın tasvip edeceği tarafsız bağımsız daha tek... Edeceği bu kadar gaile içinde ülkeyi daha sonra bütün bu gailelerden sonra seçime götürecek bir hükümetin kurulması en önemli birinci ...... (anlaşılmıyor) bu tabii, bu öngördüğümüz senaryonun içerisinde öngördüğüm bir çözüm tarzı hani bugün de gidip onu şu anda yapın diye gideceğim yok yanlışta anlamayın. Bizim yaptığımız tekliflerimiz vardır. O teklifleri de şimdi sizlerle paylaşmak istemem...”

Bu konuşmayı Balyoz Darbe Planı belgeleri içinde yer alan, yine resmi ve imzalı olmayan Milli Mutabakat Hükümeti Programı ve Milli Mutabakat Hükümeti Kabine listesi tamamlamaktaydı.

Ayrıca Milli Mutabakat Hükümeti ile sonuçlanan senaryonun yazımı sırasında cd’ler içinden çıkan 12 Eylül darbesinin Bayrak Harekat Planı kullanılmıştı. Bunun delili de semineri hazırlayan komutanın el yazısı ile yazılmış notlarda bu plandan bahsedilen bölümlerdi. O el yazısı notlar da cd’lerden çıkmıştı.

Ayrıca elimizde olan seminerin ses kayıtlarında bir komutan da şöyle diyordu:

“12 Eylül darbesiyle ülke sütliman hale geldi. Şimdi böyle bir tehdidin ortadan kaldırılması için fazla uğraşa gerek yok. Yani kuvvetleri sağa sola göndermenin… Bana göre yapılacak en kolay hareket tarzı, 12 Eylül gibi bir harekâtın baştan itibaren organize edilmek suretiyle, bir anda söndürülmesine imkan sağlar diye düşünüyorum. Tabii, bunu burada söylemek istemedik ama sonunda bunu vurgulamaya çalışıyoruz.”

Sadece böyle bir darbe planının varlığına inanmaya psikolojik olarak ve siyaseten meyilli olan Taraf Yazı İşleri değil, örneğin Balyoz belgelerini inceleyen Tümgeneral Mehmet Daysal başkanlığındaki ikinci askeri bilirkişi raporunda da seminer ses kayıtlarıyla darbe planları arasında paralellikler tespit edilmişti:

“Seminerin ses kayıtlarında geçen değişik konuşmacılara ait toplam 19 ifadenin Balyoz Güvenlik Harekât Planı adlı metinde, 2 ifadenin Milli Mutabakat Hükümet programı metninde, 3 ifadenin SUGA adlı doküman metninde, 3 ifadenin ORAJ adlı doküman metninde kullanıldığı görülmektedir.”

Seminer’de aslında gizli olarak Balyoz Planı’nın görüşüldüğü tezi savcılık iddianamesinde de yer aldı:

“Balyoz Harekât Planı’nın üstü kapalı bir şekilde seminerde masaya yatırıldığı anlaşılmaktadır.” (Sayfa 265) 

“Şüphelilerin detaylı çalışmaları tamamlayıp 5-7 Mart 2003 tarihli plan seminerinde jenerik senaryo şeklinde gerçekleştirilecek harekât planının bir nevi provasını yapacak düzeyde darbe hazırlıklarını tamamladıkları kanaatine varılmıştır” (Sayfa 972) 

Aynı görüş 3 yıl süren yargılamalardan sonra 2013 yılında Yargıtay’dan çıkan Balyoz onama kararında da paylaşıldı:

“Duruşmada sanıklar tarafından da doğrulanan ses kayıtları dinlenildiğinde, söz olan kimi katılımcıların, Balyoz Güvenlik ve Harekat Planı ve nihai hedefini seminerde örtülü biçimde tartıştıkları...”

Şimdi tekrar 19 Ocak 2010 günü öğleden sonra saatlerinde Kadıköy Taraf Gazetesi’nin Yazı İşleri odasına dönelim.

Peki hepsi tecrübeli ve farklı eğilimlerden gelen gazetecilerden oluşan (En acemisi o sırada 2 yıldır bu mesleği yapmakta olan bendim) 7 kişilik Taraf Yazı İşleri, bütün bu bağlantıları tespit ettikten sonra bu belgelerin tamamının gerçek ve bunun Balyoz adlı bir darbe planı olduğuna yaklaşık 3 saatlik bir tartışmadan sonra nasıl ikna olabilmişti?

Bugünden ve bugünün bilgi ve tecrübelerinden bakınca bu soruya cevap bulmak zor. O yüzden 2010 yılının Ocak ayına dönmeliyiz.

Beş darbe geçirmiş, bir darbede Başbakan’ın idam edildiğini görmüş, askeri vesayetin olağanlaştığı, karanlıkta kalmış siyasi cinayetler, kim tarafından yapıldığı meçhul katliamlar 90’lar, 28 Şubat hikayelerinin hafızalarda taze olduğu bir ülkenin son gündemi de 27 Nisan muhtırası, Hrant Dink suikastı, Özden Örnek Günlükleri, Balbay Günlükleri  ile ortaya çıkan 2003-2004’teki darbe planları, AK Parti kapatma davası ve tabii dalga dalga gelen Ergenekon operasyonlarıydı.  

Siyaset ile ordu arasındaki güç savaşı artık görünür haldeydi. Siyaset ve gazetecilik bu haberlerin etrafında dönüyordu.

Canlı yayında ülkenin her gün bir yerinde cephanelikler, asit kuyuları kazılırken, Başbakan yardımcısına suikast iddiasıyla askerin kozmik odasına girilirken, müzedeki denizaltına ziyaretin en kalabalık olduğu saatte kaos için bomba koyan bir derin güç olduğuyla ilgili soruşturmalar yürütülürken herkeste şaşırma hissi kaybolmaya başlamış, gazetecilik refleksleri de zayıflamıştı.

Yani 19 Ocak 2010 günü, 2003 yılına ait yeni bir darbe planının daha ortaya çıkması kimseyi fazla şaşırtmamıştı.

28 Şubat’tan adı bilinen, görevini sürdürdüğü AK Partili yıllarda da hükümete karşı konuşmaları, çıkışlarıyla sivrilmiş, son olarak darbe günlüklerinde şahin tavırlarıyla geçen Çetin Doğan’ın adı da şüpheleri gidermeye yaramıştı ve Türkiye’de hem adaletin hem de gazeteciliğin en baş belası olan kanaat devreye girmişti: “Kesin yapmıştır”

Türkiye’ye ve tarihin o anına özgü bu konjonktürel duruma daha evrensel bir sorunu da eklemeliyiz. Newroom’daki haber toplantısında da görülen aktivizm ile gazetecilik arasındaki hakikatin önüne çekilmiş bir perde işlevi görebilen belalı ilişki.

Ülkesinin demokratikleşmesini, taş kadar elle tutulur askeri vesayetin tasfiyesini, darbecilikle hesaplaşılmasını isteyen bir demokrat gazetecinin eline buna hizmet edecek böyle bir malzeme geldiğinde siyasi fikirleriyle gazetecilik şüpheleri arasında kalır gazeteci. Bu günün sonunda çoğu kez gazeteciliğin geri adım attığı bir karşılaşma hali olur. Özellikle de hararetli bir siyasi tartışmanın orta yerindeyken..

Ve tabii bütün bunların başına Türkiye’de maalesef zaten kurumsallaşmamış, standartları oturmamış gazetecilik mesleğinin okullarda örnek vaka olarak okutulabilecek dört dörtlük kötü bir icrasını koymalıyız.

Bir anda karşınızda bir ordunun binlerce sayfalık resmi belgeleri, ses kayıtlarını bulunca gerçek olanlarla araya öyle ilk başta bir sivilin anlayamayacağı bir askeri terminolojiyle yazılıp yerleştirilmiş olan sahtelerini birbirinden ayırmak kolay bir iş değildi.

Birinci Ordu’ya ait beşbin sayfa yakın doküman, ses kayıtları gibi resmi olduğu belli imzalı belgeler, Balyoz darbe planlarını içeren resmi olmayan belgelere bir nevi kefaret görevi görüyordu.

Yine de bunlar bu günlerde de örnekleriyle karşılaştığımız kötü gazetecilik için özür olarak kabul edilemez.

Haber kaynağına aşırı güven, gazeteyi maviye boyamak, bağırtmak, manşeti patlatmak üzerine kurulu bir habercilik tarzına özellikle dijital veriler, belgeleri kontrol etmek konusunda bugünden baktığımızda cehalet sınırlarında dolaşan yetersizlikler de eklenince sonuçta ortaya kötü bir gazetecilik çıktı.

Bu dijital cehaletlere örnek olarak gazete, ilk haberinde, daha sonra verilen tv röportajında ve haberi  daha sonra savunurken belgelerin orijinalliğini, dijital belgeleri kaydeden kişinin ve yer adlarının, tam da belgeleri hazırlayan subaylar ve askeri kurumlar olmasını, silinmez ve değiştirilemez bir dijital kanıt olarak savunmuştu.

Yani ortada bir kötü niyet, kumpasçı bir akıl varsa Taraf, hem hükümet medyasından farklı liberal duruşuyla, hem de bu haberlerle ilgili iştahlı, hevesli ve süzgeçleri en geçirgen mecraydı. Bir sene önce, savcılık belgesine fazla güvenerek NTV’ye helikopter düşürtmüş bir Yazı İşleri’nin kumpasın içinde olmasına gerek yoktu.

Ama yine de 20 Ocak 2010 günü “Fatih Camii Bombalanacaktı” “Kendi jetimizi düşürecektik” başlıklarıyla çıkan Taraf’ın bu haberi de de NTV haberi gibi elinde patlayabilir, günün sonunda Balyoz’dan geriye kötü bir gazetecilik hikayesinden başka bir şey kalmayabilirdi.

Ama öyle olmadı.

Haberin çıktığı gün Genelkurmay Başkanlığı, resmi bir açıklama yaparak semineri doğruladı ve ekledi: 

''Söz konusu Plan Semineri, Genelkurmay Başkanlığı 2003-2006 yılları Tatbikatlar Programında bulunmaktadır.''

Aynı gün Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, Başbakan Erdoğan’la 1 saat 20 dakikalık bir görüşme yaptı.

İstanbul Cumhuriyet Savcılığı ise Taraf gazetesinin Balyoz haberinin cd’lerini isteyip soruşturma başlattı.

Ama askerin açıklamasına rağmen Balyoz haberi ertesi gün bütün gazetelerin birinci sayfalarındaydı, çoğunun da manşetinde:

Akşam: ‘Taraf’tan bir darbe planı iddiası daha’

Bugün: ‘Korkunç plan’

Cumhuriyet: ‘Balyoz’ iddiasına ‘senaryo’ yanıtı

HaberTürk: “Vahim İddiya çok sert yanıt”

Milli Gazete: ‘Dehşet planı’

Milliyet: Kanlı darbe planı iddiası

Posta: Kanlı darbe iddiası askeri bir oyunmuş

Radikal: ‘Cami Bombalanacaktır’  Darbe planı mı senaryo mu?

Sabah: ‘Balyoz gibi iddialar’

Star: Balyoz etkisi

Takvim: Son darbe balyoz

Tercüman: Darbe komedisi

Türkiye: Ürperten iddialar

Vakit: Doğan, planı kabul etti

Vatan: Taraf’tan son ‘Balyoz’

Yeni Asya: Dehşet veren iddialar

Yeni Şafak: Balyoz tüy dikti

Zaman: En kanlı darbe planı 

İkinci gün habere ilk yalanlama Türkiye Gençlik Birliği’nden geldi. 2002 tarihli bir Balyoz belgesinde darbecilerin yararlanacağı sivil toplum kuruluşları arasında sayılan TGB “2006 yılında kurulduklarını” açıkladı.

Bu açıklamayı okuduğumuzda hemen haberi yapan muhabir arkadaşımızı arayıp bilgi istedik. Hastanedeydi yerine bir arkadaşı gelip bahsedilen Türkiye Gençlik Birliği’nin İşçi Partisi’nin gençlik kolları olan TGB değil, Ankara’da kurulan Türkiye Gençlik Birliği Derneği olduğunu, Türkiye adını kullanma hakkının da bu dernekte bulunduğunu anlattı.

Ankara’da okuduğum ve apolitik bir gençlik kuruluşu olan derneği bildiğim için pek ikna olmadığımı hatırlıyorum. Herhalde bu yüzden bu açıklamaya gazetenin iç sayfalarında küçük bir yer vermişiz.

Ama haberin otantikliğine yönelik bu ciddi eleştiri diğer gazetelerde de küçük haberlerden ileriye gidememişti. Başka gazeteler ve tv’lerden arkadaşlarımız arayıp, “kullanmadığınız belge, haberler varsa bize paslayın biz de haber yapalım” gibi tekliflerle geliyorlardı.

Bir sonraki gün Balyoz ile ilgili manşetler daha da büyüyerek eleştirel ve çekingen tonlar daha azalarak sürdü.

Akşam: Balyoz; darbe mi tatbikat mı?

Birgün: Plan değil tatbikatmış!

Cumhuriyet: Asker yalanladı, savcılık devrede

Habertürk: Balyoz, Birinci Ordu’dan çalındı

Sabah: Çetin Doğan da marifet çok

Takvim: Aynı senarist

Vatan: Ateşle ‘oyun’

Vakit: Listede olmak onur verici (Balyoz’da tutuklanacak gazeteciler listesinde olan gazete yazarları)

Yeni şafak: Balyoz İhaneti Yargıda.

Ve haberin çıkmasından iki gün sonra 22 Ocak 2010 günü iktidardan ilk Balyoz tepkisi geldi. AK Parti il başkanları toplantısında konuşan Başbakan Erdoğan şöyle dedi:

“İşte bugünlerde gündeme getirilenler. Siz zannediyor musunuz ki biz bunları hiç duymuyorduk. Hayır bunlar duyuluyordu ama biz hiçbir zaman gerilimin taraftarı olmadık. Biz işimize baktık. Ama ne yazık ki onlar da işine baktı. Üzüldüğümüz yan bu... Bütün bu kirli senaryolara, kirli oyunlara, kirli ilişkilere, hukuk dışı girişimlere karşı boynumuzu hiçbir zaman bükmedik, bundan sonra da bükmeyeceğiz.”

Bu Balyoz’un bizzat darbenin muhatabı olan Başbakan tarafından teyid edilmesi anlamına geliyordu.  Ertesi gün bütün gazetelerin manşetlerinde Başbakan’ın sözleri vardı.

Başbakan Erdoğan bir sonraki gün Ankara’daki bir yol açılışında yine Balyoz gündemi hakkında konuştu: “Çetelere mafyalara çeşitli kirli planlara asla izin vermeyeceğiz”

Ve Başbakan bir gün sonra bu kez Sakarya’da konuştu gündeminde yine Balyoz tartışması vardı:

“Bu iş artık gizli kapılar ardından kalmıyor. Artık yok öyle. Her şey ortaya çıkıyor çıkıyor  çıkıyor. Bundan sonra kim bilir neler çıkacak. Ne olursa olsun boynumuzu asla bükmeyeceğiz.”

Bu arada Taraf’ta 2003 tarihli Balyoz Hükümet Programı olarak yayınlanan  bir belgenin 25 paragrafının Haydar Baş’ın 2005 yılında yaptığı bir konuşmadan alındığının ortaya çıkmasıyla kimse ilgilenmedi. Konuşmada sadece rakamlar 2003’e göre revize edilmişti.

Askerlere yakın olan Haydar Baş’ın Balyozculardan copy paste ettiği tezine herkes kolayca ikna olmuştu. İkna olmayanlar da kendilerini ve başkalarını “Bu kadar askeri belge, evrak bul, çıkar, ama kumpas yapmak için git Haydar Baş’tan ekonomi programı kopyala olur mu, bu kadar salak olduklarını düşünmüyorsunuz herhalde” diye ikna ediyordu.

Askeri vesayetle hesaplaşılması herkesin hoşuna gitmişti, gerisini kimse çok karıştırmak istemiyordu.

İktidardan gelen teyit, ses kayıtları ve belgelerle kamuoyunda oluşan hava, Çetin Doğan’ın televizyon konuşmaları ve sicili şüphelerin üzerini örtüyordu. Türkiye yeni anayasayı, sivilleşmeyi konuşmaya başlamıştı.

Haberin yayınlanmasından 10 gün sonra meşhur bavul ortaya çıktı. 30 Ocak 2010 günü Mehmet Baransu, seminer belgelerinin orijinal kasetlerini de içeren dokümanları bir bavul içinde Beşiktaş’taki İstanbul Adliyesi’ne teslim etti.

31 Ocak günü TRT 1’de gazetelerin genel yayın yönetmenlerinin sorularını yanıtlayan Başbakan Erdoğan,  'Harekat ve darbe planlarının gerekçesi olarak iç tehdit tanımı veya buna bağlı EMASYA protokolünden bahsediliyor, bunun için ne yapacaksınız?” sorusuna şöyle cevap verdi:

“EMASYA Protokolü'nü gündemimizden çıkaracağız. EMASYA Protokolü diye bir şey olamaz, olmayacak. Bunun adımını atıyoruz, atacağız. Şu anda arkadaşlar hazırlıklarını yapıyorlar ve bu işi bitireceğiz.”

4 gün sonra EMASYA Protokolü kaldırıldı. Balyoz haberi ilk sonucunu vermişti.

Savcılığın orijinal belgeleri teslim almasından sonra ilk tutuklanma dalgası 26 Şubat 2010 günü başladı. Aralarında emekli Orgeneral Çetin Doğan ve eski deniz Kuvvetleri Komutanı ve Hava Kuvvetleri Komutanı’nın da olduğu 36 emekli ve muvazzaf subay gözaltına alınıp, tutuklandı. Artık gazeteler tek sesti.

Bu sırada Çetin Doğan’ın akademisyen olan kızı Pınar Doğan ve Harvard’da ünlü bir profesör olan damadı Dani Rodrik bir site açarak Balyoz belgelerindeki çelişkileri ve zaman hatalarını ortaya çıkarmaya başladılar. Türkiye’deki hiçbir gazetecinin yap(a)madığını onlar yapmak zorunda kaldı.

Balyoz’un ana belgesi dahil, 2003’de oluşturulduğu iddia edilen belgelerde ilk defa Office 2007 piyasaya sürülen fontlar kullanılmıştı. (Calibri ve Cambria)

2003’de oluşturulduğu iddia edilen “İSTANBUL’DA BULUNAN ÖZEL HASTANELER.doc” belgesinde geçen Medical Park Sultangazi adı geçmekteydi. Halbuki Sultan Hastanesi 2008'de Medical Park Grubu tarafından satın alınmış ve adı Medical Park Sultangazi olarak değiştirilmişti

2003’de oluşturulduğu iddia edilen  İSTANBUL’DA BULUNAN İLAÇ DEPOLARI.doc belgesinde Yeni Recordati ilaç firmasının adı var. Halbuki Yeni İlaç , 2008 sonunda İtalyan firma Recordati tarafından satın alınmış Temmuz 2009'da şirketin ismi yönetim kurulu kararı ile Yeni Recordati olarak değiştirilmişti.

2003’de oluşturulduğu iddia edilen CD'deki 4X4 ARAÇLAR ÇİZELGESİ.doc’da Bursa’da el konulacak araçlar listesinde 35 AR 6132 plakalı araç geçiyor. Bu araç, İzmir’den Bursa’ya 2006’da nakledilmiş ve 13 Nisan 2006’da bu plaka ile tescil edilmişti

2003’de oluşturulduğu iddia edilen CD'deki EK-D.doc belgesinde bir subayın birliği “CC MAR NAPLES” olarak geçiyordu. Halbuki birliğin o günlerdeki adı HQ NAVSOUTHWdu.

Ama bu çelişkiler genel kanaati değiştirmeye yetmedi. Rodrik ve Doğan medyadan gördükleri karşılığı bir röportajda şöyle anlattılar:

“Gerçekten haberciliklerini yıllar içinde kanıtlamış, kıymetli birçok gazeteci, hiçbir şekilde bu davanın detaylarına girmek istemedi. Hatta bir tanesi “Bilmek istemiyoruz” dedi. Özetle şu; onların belirli bir duruşları, pozisyonları var. Ve maalesef bu pozisyonlarını sarsacak olgu ve bulgularla yüzleşmek istemiyorlar.”

Balyoz Soruşturması 6 Temmuz 2010’da tamamlandı.  Davanın 968 sayfalık ilk iddianamesini dönemin özel yetkili dört savcısı hazırladı.  İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi 19 Temmuz 2010’da iddianameyi kabul etti. Mahkeme 23 Temmuz 2010’da 102 sanık hakkında yakalama emri çıkarttı.

Yakalama kararı 6 Ağustos 2010’da itiraz üzerine kaldırıldı. Hukuk üzerinden bir kavga yaşanıyordu.

Türkiye Balyoz davası etrafında yaşanan darbe, yargı tartışmalarıyla 12 Eylül 2010 referanduma gitti. Referandum çıkan yüzde 58’lik Evet oyunda Balyoz tartışmalarının oluşturduğu havanın da pozitif etkisi olduğu rahatlıkla düşünülebilir.

6 Aralık 2010'da bir ihbar üzerine Gölcük Donanma Komutanlığı İstihbarat Şubesi Müdürlüğü’nün zeminin altından belgeler çıkarıldı. El konulan belgelerden 34 klasörü Balyoz davasıyla ilgiliydi. Bu belgeler üzerine mahkeme 162 emekli ve muvazzaf subay hakkında yeniden tutuklama kararı çıkardı.

Ordu istihbaratının zemininden Balyoz belgesi çıkması, Balyoz’daki otantiklik tartışmalarına verilmiş bir cevap gibiydi. Bu arada Balyoz davasını savunanlar bu zamansal çelişkileri “Güncellenme” görüşüyle açıklamaya çalıştılar. Belgelerdeki zamansal çelişkilerin sebebi 2003’den sonra zaman zaman çıkarılıp güncellenmiş olmasıydı. Gölcük’te bulunan belgeler de bu teze yardımcı oluyordu.

Balyoz davasının en radikal sonucu mahkemede değil, 29 Temmuz 2011 günü Çankaya Köşkü’nde alındı. YAŞ öncesi köşkte toplanan Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan ve Genelkurmay Başkanı ışık Koşaner’in zirvesinden Genelkurmay Başkanı Koşaner’in istifa kararı çıktı. Koşaner'le birlikte Kara Kuvvetleri Komutanı Erdal Ceylanoğlu, Deniz Kuvvetleri Komutanı Eşref Uğur Yiğit ve Hava Kuvvetleri Komutanı Hasan Aksay da istifalarını açıkladılar.

Koşaner veda mesajında, "Şu anda 173‘ü muvazzaf, 77‘si emekli olmak üzere 250 general-amiral, subay, astsubay ve uzman jandarma çavuş, hürriyetlerinden yoksun olarak tutuklu bulunmaktadır. Haklarında henüz hiç bir kesin yargı kararı olmamasına rağmen tutuklu bulunan 14 general-amiral ile 58 albay, hürriyetlerinin tehdit edilmesinin yanı sıra mevcut yasalarımız gereğince bu yıl yapılacak Yüksek Askeri Şura‘da değerlendirmeye girme hakkını kaybetmiş ve peşinen cezalandırılmıştır.. Bu durumun önlenememesi ve yetkili makamlar nezdinde yapılan girişimlerin dikkate alınmaması  Genelkurmay Başkanı olarak personelimin hak ve hukukunu koruma sorumluluğumu yerine getirmeme engel olduğundan, işgal ettiğim bu yüce makamda göreve devam etme imkanını ortadan kaldırmıştır” diyerek hükümeti suçladı. Televizyonda ulusa seslenen başbakan Erdoğan istifalar hakkında yorum yapmadan yeni anayasadan bahsetti.

1 Ağustos 2011 günü toplanan Yüksek Askeri Şura’dan tarihi bir fotoğraf ve kararlar çıktı. İlk kez bir Başbakan masanın başında tek başına oturuyordu. Necdet Özel, tümüyle sivil siyasetin kararıyla atanmış ilk Genelkurmay Başkanı oldu. Türkiye askeri vesayet sisteminde en büyük mesafelerden birini Balyoz davasının ortaya çıkardığı bir sonuçla almıştı. 

Balyoz davası yargılanmaları Silivri’de sürdü. Hükümetin yargılamaya desteği de. Davada karar 21 Eylül 2012 günü çıktı. Kararı gazeteler şu manşetlerle gördüler:

Sabah: Yaşasın demokrasi 

Radikal: Balyoz sert indi 

Posta: Ailelere darbe 

Milliyet: 5 bin sayfa belgeye 5 bin sayfa hapis 

Hürriyet: 20+20+20 

Habertürk: Bir bavuldan 5276 yıl çıktı 

Zaman: Balyoz'a tarihi ceza 

Yeni Şafak: Eksik teşebbüs tam ceza 

Yeni Akit: Balyoz'u yediler 

Vatan: Ve balyoz indi 

Türkiye: Komutanlara balyoz darbesi 

Taraf: Darbeye teşebbüs artık çok daha zor 

Takvim: Ağır darbe 

Star: Ve darbe mahkum 

Cumhuriyet: Adalete balyoz 

Bugün: Darbeye ilk ceza 

Akşam: Balyozdan daha ağır 

Aydınlık: Kemal'in askerlerini selamlıyoruz 

Milat: Beklenen karar 

Yeniçağ: Balyoz darbesi

27 Eylül 2012 tarihinde NTV ve Star TV'den ortak yayına çıkan Başbakan Erdoğan “Şimdi ise CD'leri dinliyorum şok oluyorum. YAŞ toplantılarında beraber olduğumuz bir arkadaş, yolculuklarımızın olduğu bir arkadaş. Ben bunu CD'den, sesinden dinleyince, inanın o CD'yi dinlemesem inanmayacağım ama CD'yi dinleyince şoklara giriyorum, 'nasıl olur bu' diyorum, 'nasıl böyle bir şey oluyor' diyorum. İlk defa bir sivil mahkemede böyle bir sürecin olması aslında Türk demokrasisi adına çok önemli. Türkiye bir değişimi, dönüşümü demokrasi adına yaşıyor” dedi.

Yargıtay 9 Ekim 2013’de kararı büyük bir oranda onadı ve “Plan Semineri’nde balyoz Darbe Planı görüşüldü” dedi.

Karar yine gazetelerin manşetlerindeydi.

Sonra 17 Aralık oldu. Cemaat gerçeğiyle Türkiye ve iktidar yüzleşti. “Orduya da kumpas kurulduğu” söylendi ve mahkemeler tam tersi kararlar vermeye başladılar.

Aslında dört yıldır gerçek ortadaydı. Gerçeğin iki yüzü vardı. Ama herkes gerçeğin sadece kendisinin baktığı yüzüyle ilgileniyordu.

Ortada 2003 yılında rutin dışına çıkılmış bir seminer vardı. Açık suç unsurları taşıyordu. Darbe hazırlığına benziyordu. Zamanında ordu içinde ve devletin zirvesinde tartışmalar çıkarmış o seminer ta 2003’de dışarı sızmıştı. Ama yargının önüne gelse belki birkaç emekli askerin başı yanabilirdi.

Gerçeğin diğer yüzünde ise Balyoz planı vardı. Ortaya çıkan çelişkilerin gösterdiğine göre en erken 2009 tarihinde birileri o seminerin belgelerinin etrafına Balyoz adında bir darbe planını yerleştirmişti. Böylece daha büyük gürültü koparacak, çok sayıda askerin etkileneceği bir dava ortaya çıkardılar.

Balyoz belgelerinin otantik olup olmadığının tespiti için 21 bilirkişi raporu hazırlandı. İki kez Emniyet, iki kez TÜBİTAK, dört kez Birinci Ordu, iki kez Hava Kuvvetleri, bir kez Donanma, bir kez Genelkurmay, beş kez özel şirketler, ODTÜ, Boğaziçi, İTÜ, Yıldız Teknik’ten bilirkişiler yapıp, belgelerin gerçek olup olmadığını inceledi.

19 Ocak 2010 günü öğle saatlerinde de Taraf  Yazı İşleri de kendi kısıtlı imkanlarıyla aynısını yapmaya çalışmış ve belgelerin gerçek olduğuna kanaat getirip haberi basmıştı.

Günün sonunda ise 6 yıl sonra 12 Eylül referandumundan YAŞ’a kadar büyük hesaplaşmalara sebep olmuş, yıllarca mahkemeleri sürmüş, bilirkişi raporları havada uçuşmuş, iktidarın en başından itibaren destek verdiği davada kumpasın hesabı, herhangi bir örgütsel faaliyetin, kastın içinde oldukları hakkında ortaya bir delil konmayan, delil klasörü bile olmayan bir iddianameyle gazetecilerin üzerine bırakıldı.

Belgeleri kim sızdırdı, kim sahte belgeleri hazırladı, kim davaları açtı, mahkemelerden, Yargıtay’dan kararlar çıkardı, bilirkişi raporlarını hazırladı, belgeleri askeri istihbaratın zeminine gömdü, kim bunlara destek verdi, seyirci kaldı sorularının hepsinin üzerinden atlanarak...

Halbuki “Hepiniz ordaydınız”

Newroom’da haberin sahte olduğu anlaşılınca haber merkezinin başındaki Charlie, Will ve MacKenzie kanalın sahibi Leona Lansing'e giderek istifalarını vermişlerdi. Leona “kanal bu meseleden dolayı acayip para kaybedecek olsa da ben sizi kovmadan siz istifa edemezsiniz” diyerek arkalarında durdu. “Ama halk gözünde güvenirliğimiz kalmadı” cevabını alınca da patron şöyle demişti: “O halde işinizin başına dönüp onu geri kazanın.”

Bizim dizide ise kötü gazetecilik ağır cezada 52 yılla yargılanacak. Dizinin final bölümü bir sonraki yazıya kaldı…


Yıldıray Oğur, 20.06.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Yıldıray Oğur Belgeselleri
Yıldıray Oğur Yazıları



Sonsuz Ark'ın Notu: Yıldıray Oğur Beyefendi'den yazılarının yayını için onay alınmıştır. Seçkin Deniz, 05.07.2015


Yazının ilk yayınladığı yer: Türkiye Gazetesi

http://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/yildiray-ogur/591917.aspx

Seçkin Deniz Twitter Akışı