17 Ocak 2016 Pazar

SA2358/KY1-CÇ186: Pazar Yazıları 8

"Sevgili karîlerimin (okuyucularımın) inanılmaz baskıları karşısında yelkenleri indirip yazmam isteklerine boyun eğdiğimi itirafla:)"


PAZAR YAZILARI -8-

Not 1- Öfke kontrolü elbet gereklidir, yalnız bunu abartmak için herhangi bir somut gerekçemiz var mı? işte bundan kuşkuluyum.
Not 2- Aziz karîlerim (okuyucularım) bu notu sizlerin uhdesine bırakıyorum. Sanki ikinci notu sizler belirlemelisiniz gibi bir şeyler duyumsuyorum.
Not 3- Not ikiyi yazdıysanız haberim olsun. 

ÇAĞDAŞ HURAFELERİN PSİKONORMATİK TEMELLERİNİN BULGULANMASINA YÖNELİK SORGULAMALAR
-ya da yargıların beklentilere ket vurduğuna ilişkin coşumsal söylemler-

İmdi elden geldiğince Pazar Yazıları'nda yapılan oldukça sarih betimlemelerin kimi okuyucuda kapalı olarak algılanmasının kökenlerine inmek zorunluluğunu duysak da bunu görmezden gelip yazılardaki insicamı korumayı istememiz bir tür vurdumduymazlığa kanıt gösterilebilecektir. Böyle bir durumu sezmiş olsak da bunun öyle sürdürülmesini gerekli gördüğümüzü belirtelim. Hatta bu gerekliliğin zorunlu olduğunu vurgulayalım. 

Bize öyle geliyor ki okuyucu kendinde kurguladıklarının başatlığını görmek istiyor. Bizim meramımız kurgulananların başatlığını vurgulamak olsaydı kuşkusuz bu yönde bir tavır takınırdık. Bu yönde takınılacak bir tavrın bizi bir yere götürmeyeceği kendiliğinden açıktır. Üzerinde fazlaca durmanın da bu açıdan bir anlamı olduğunu düşünmüyoruz. 

Bizim vurgulamaya çalıştığımız, göstermeye çalıştığımız nenler ortadadır. Bunlar, dile getirilen ve bizden de uyulması istenen nenlerdir ki her biri için -dile getirilen yargıların her biri için- kitaplık bir çalışma gerekmektedir. Bu imkâna sahip olmadığımız için dile getirilen yargıların, yargıları dile getirenlerin beklentilerine ulaştırması bir yana, hiçbir beklentiye yanıt veremeyeceklerine ilişkin genel karşıt argümanlar sunmaya, içine düşülmüş çıkmazın, labirentin ayırdına vardırmaya çalışıyoruz. 

Bu çalışmaları beyhude olarak değerlendirenler de oluyordur kuşkusuz onlar için söylenecek fazlaca bir sözümüz yok. Nihayetinde beyhude olarak değerlendirenlerin yargılarına katılanlar olacağı gibi, o yargıya katılmayanlar da olacaktır. O yargıya katılmayanlara katılmayanların olacağını da göz önünde tutarak her iki tür yargıya katılmayıp bir başka yargıda bulunacakların olması da olasıdır, diyebiliriz. Her bir yargıya katılan ve katılmayanlar da olacağına göre bize düşen kendi çıkış nedenimizden sapmadan çağdaş hurafelerin psikonormatik temellerini sorgulamaktır. Aksi takdirde bu yolda bir adım dahi yol alınamayacağı ortadadır.

İmdi sevgili karîlerim, şunu hemen baştan belirtelim ki yargıları mutlak biliş, sorgusuz sualsiz onayış ve onanmadığında bu onamayışı hor görme, onamayanları aşağılama, sürgün etme, dışlama salt bizden önceki çağların değerlerine ait bir davranış değildir. Çağın değerleri, çağın insanlara dayattığı yargılar da bu hastalık ile maluldür. Bu yargıların hemen her birini ayrı ayrı kritize etmek yerine belki en önemli yargılardan biri olan, hatta bu çağın tüm yargılarını zımnen kapsayan “aklın ve bilimin aydınlığında yaşamı düzenleme” yargısını ele almak yeterli olacaktır. 

“Aklın ve bilimin aydınlığı” savı kanaatimizce hiç de üzerinde durulup düşünülerek ortaya atılmış ve sürekli yinelenen bir nen değildir. Şimdi kimi kariler (okuyucular) ayırdında olmadan alıştırıldıkları bir uslamlama ile “bak gördün akla bilime karşı çıkıyor” diye bir çıkarsamada bulunacaklardır. Yok, değil. Böyle bir şey usumuzun herhangi bir köşesinden geçmiş değildir. 

Kaldı ki, akla karşı çıkış düşün tarihinde sürekli karşımıza çıkan bir şeydir. Bu karşı çıkış da alışılageldik, aklı yadsıma değil, aklın sınırlarını dile getirme, aklında bir sınırı olduğu savıdır ki, her aklı başında olan kişi bu sava daha baştan karşı çıkacak kadar esrik de değildir. Aklın yetersiz kaldığı yer olduğu, bu eksikliği gideren “sezgi” denen bir yeti olduğu savının ayaklarının yere bastığını söylemekle yetinelim. 

Sözün özü aklın da bir sınırı olduğu söylene gelmiş, tartışılmıştır. Ve fakat aklı başında hiç kimse aklı reddetme, yoksama, akla sırt çevirme gibi bir edimde bulunmamıştır. Bu zaten insan doğasına da aykırıdır. Çağdaş hurafenin ikinci kavramı bilim de aynı konumdadır. Bilimin genel geçer iki anlamı olduğu, bilim kavramının genel geçer anlamlarından birinin “bilmezlik” diğerinin de –ki bu bilimin özel anlamıdır- “deney ve gözlemle sınırlı bir biliş” anlamı vardır. Çağımızda bilim denince pozitivist akımın egemenliğinin kazandırdığı bu anlam akla gelir. Ve zaten ereklenen de bu anlamdır. Yani “aklın ve bilimin aydınlığı” yargısında geçen bilim kavramı bu sınırlı olan anlayıştır. 

İmdi şunu soralım ki, bu “deney ve gözlem” alanıyla sınırlı bilim bize nasıl yaşamamız gerektiğini söyleyebilir mi? Örneğin maddenin en küçük parçası atomu parçalamayı becerebilen bilim –ki teknolojidir ve teknoloji scientist gözle yol alır- o parçalananla açığa çıkandan tehlikeli bir silah yapıp yapmamayı söyleyebilir mi? Burada sözü edilen yapılır yapılamazlık değil, yapmamız gerekir mi? Gerekmez mi? 

Bilim bunu bize söyleyemez. Çünkü bilimin işi, alanı neyin nasıl çalıştığı, neyin neye nasıl dönüştüğü, dönüşebileceğidir. Buradan bize bir gerekir vermez. Nükleer silahlar, kimyasal silahlar, biyolojik silahlar bilimin ve teknolojinin ürünüdür ve bilim bize bunları kullanıp kullanmamamız hakkında hiçbir şey söyleyemez. Çünkü söylenecek şey değer yargısına içkindir. Değer yargıları da bilimselliğin dışında olandır. 

Us da bize ne yapmamızı burada söyleyemez. Us kendiliğinden bir değer yargısı üretemez. İmdi diyelim ki, dünya nüfusunun artışı doğal kaynakları sıkıntıya sokacaktır. Bu durumda akıl bize neyi söyler? Nüfusu azaltmanın bir yolunu bulmak için en kestirme yolu mu seçer yoksa uzun vadeli mi? Bir sabah kalktığınızda dünya nüfusunun dörtte ikisinin gitmiş olması mı akılcıdır, başka türlüsü mü? 

Hem bilim hem us bize yaşamak adına bir yol sunamaz. Zaten sunmuş olsa idi ne bozulan ekolojik denge üzerine felaket senaryoları yapılabilirdi ne de başka bir şey. Ozon tabakasının delinmesi, iklimlerin değişimi, gdo’lu ürünler, sentetik üretime bağlı tedavisi imkânsız hastalıkların korkunç artışı ki bunlar teknolojinin –çağımızda bilim rehberliğinde ilerleyen bir edimdir artık teknoloji- insanlığı getirdiği yerdir. Yani aklın ve bilimin sağladığı olanakların insana sunduğu bir dünyadır. 

Bilim bize yok oluşun anlamını vermekten yoksundur. Bilim yok oluştan söz edemez. sözünü ettiği dönüşümdür. Nagazaki ve Hiroşima’ya atılan bombaların atılmamasını söyleyemediği gibi orada olanın da yok oluş olduğunu söyleyemez. Çünkü böyle bir kavram bilimsel değildir. Bilim orada olanın bir dönüşüm olduğunu söyler. Olan bir şeyin bir başka şeye dönüştüğünü söyler. Nasıl dönüştüğünü söyler. “Eskiden burada ot bitiyordu, çünkü şu şu koşullar vardı. Nükleer etkiye maruz bırakıldığı için artık o koşulların yerinde başka koşullar oluşmuş o koşullar da otun yetişmesine engel olmaktadır.” Böyle der ve betimlemesini sona erdirir. 

Sonuç olarak diyelim ki; “aklın ve bilimin aydınlığı” denen şey her şeyden önce bilimsel bir önerme değildir. Ve inanılması, onanması istenen bir değer yargısıdır. Hem üzerinde düşünülmemiş bir değer yargısıdır. Ussal da değildir. Duygusal tecime elverişli bir değer yargısıdır. 


Cemal Çalık, 17.01.2015,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Pazar Yazıları

Pazar Yazıları
Cemal Çalık Yazıları

Seçkin Deniz Twitter Akışı