23 Haziran 2015 Salı

SA1448/KY1-CÇ126: Düş

“Düşlerinin mucidi ol! Yoksa düşlerin icadı olursun!”


Dün bir düş gördüm. Düşümde bir dağ kenarından kendine yol bulmuş deli deli çağıldayan bir derenin eteğinde ağaçlar vardı ve ağaçlardan yapraklar düşüyordu. Döne döne düşmesi gereken yaprakların -düş bu ya- bir kurşun gibi, bir ok gibi hedefine doğru dosdoğru gidişi, yalpalanmadan, dönmeden gidişi karşısında şaşırıp, şaşkınlığımı dışa vurmuştum. 

Ve o anda daha önce o çevrede fark etmediğimi fark ettiğim insanların bu şaşkınlığa şaşırdıklarını sezmiş “Nasıl yani?” diye çığlıklar savurmuştum. Savurganlığım çığlıkla sınırlı kalsaydı sorun olmazdı. Sorun büyüktü. Sorun dev bir boyuttaydı.


Sıkıntılar içindeydim. Sıkılmıştım da. Bir şeyler saçılmıştı etrafa. Etrafım bu saçıntılarla sarılmıştı. Çepeçevre sarılmıştım. Hem savrulmak üzereydim de. Sormadan, sorgulamadan, bu düş toprağına saban demirini saplamadan bir çıkışın olmayacağı aşikârdı. Ne saba rüzgârı ne sabır taşı işime yarayacak nesneler değildi. 

Sağın bir bakışın hemen söyleyeceği gibi –belki bu bir sanıdır, yani söyleneceği vargısı bir sanıdır- saf bir sağgörünün bilincimi elinden tutup bir soluk aldırması gerektiği apaçıktı. Bu gerekliliğin sağlığına uygun sahici yöntemlerin el yordamıyla bulunabileceğini seziyordum. Ve fakat bu sezimi söze dökemiyordum. Sükût dilime pelesenk olmuştu. Sükût dilimi soğurmuştu. Sükût dilimi işgal etmişti. Sükût içime yer etmişti. Sükût tüm benliğimi işgal etmişti. 


Sükût kölesi kılmıştı. Hem pazar pazar dolaştırmaktaydı. Her pazarın kendine has alıcısı vardı. Beni sükutun pazarlandığı pazarlarda dolaştırıyordu aç bi ilaç. Sahiciliğin, saflığın derdini kuşanmak istemiştim oysaki. Sahiciliğin, saflığın sahiplenmesini dilemiştim. Diliyorum. Diliyordum. Sahiciliğin ve saflığın her ikisinin de sükûtun satıldığı pazarda alıcı olmasını ummuştum. Düş bu ya, bütün umarlık şeyler akın akın doluşmuştu. 


Ne düşerken dönmeyi unutan yapraklar, ne şaşkınlıklarım, ne saçtıklarım, ne saçıntılar umurumda değildi. Dilimi işgal eden sükûtun elinde bizardım. Kurtuluşu arıyordum. Sahiciliğin ve saflığın alıcı olmasını umsam da köleler arenasında olduklarını görmüş ve neredeyse düşecek gibi olmuştum. 


Bilmiyordum, yok, hayır ummuyordum. Bu tuhaf sahnenin sahibini bulmak en iyisi. Öyle dedim kendime, şaşkınlığıma şaşıran insanların şaşkınlıklarını ayrımsayınca. Keşke kendilerinden önce ayrımsasaydım şaşkınlıklarını. Bu sahneyi sahiplenecek birini bulmak zor gibi. Sahiplenilecek bir sahne değil. Bu pazar bir pazar değil çünkü. Sakıncalı bir sakinlikle dolaştırdı sükut dilimi bu pazarda. Ah bu pazar! 


Nasıl anlatsam ki? Bu pazarın sağı-solu-önü-arkası-yukarısı-aşağısı yok. Ne ilginç bir pazar! Ne de çok ses var. Ne de çok gürültü çıkarıyorlar. Heyhat bu kulakları sağır eden seslerin sahipleri dilsiz. Hayır bu dilsizler bu seslerin sahibi olamaz diyorum, kendi kendime. Dedim, kendi kendime. Hem hepsinin kımıltısız duruşları da bu insanı boğan, yoran, içini oyan seslerin sahibi olmadıklarını söylüyor zaten. 


Sahipsiz seslerin yankısına karşı nasıl da aldırışsız her biri, bir ben miyim aldıran? Bir ben miyim duyan? Bir ben miyim soran? Bir ben miyim kurcalayan? Ben sükûtun kölesi olan dillerin satıldığı bu pazarı sevmedim. Başka pazarlar gerek bana. Dilime yani! Sükûtun yuttuğu dilime yani! Sükûtun sakıtı bir dil ile bu dağ kenarında, bu deli deli akan hacmi küçük derenin eteğinde hangi derdimi dile getirip derman bulabilirim ki? Bir düş mü yol gösterecek bana? Bir düş mü savrulmaya engel olacak? Bir düş mü kanat çırptıracak dilime, gönlüme? Düşler en zengini olsa ne çıkar ki yeryüzünün? 


Hem bir düşün sahavetinden ne çıkar ki? Hem sorarım size bir düş Yusuf olmayana ne söyler ki? Düş Yusuf olmadan düş müdür? Dense bile düş olur mu? Düş Yusuf’a kalkandır, Yusuf’un sahabeti değil midir? Hem sahabeti hem sahabesi değil midir? Öyleyse Yusuf’suz düş düş değildir mi demeli? Yinelemeli mi? Sakınımsız sözler mi bunlar? İyi ama bir düş nedir ki Yusuf’suz? Bilince kurulan tuzak mı? Sayeban mı? Bir düş bütün bunları bana sordursun yine de sükût koparsın dilimi öyle mi? Isırsın ve koparsın dilimi öyle mi? 


Sana söyleyecek sözüm yok, işte söylüyorum sana söyleyecek bir tek sözcüğüm yok. Tüm sözleri seferber etsen de üstüme sana söyleyecek sözüm yok. İşin içine inat girdi bir kere. Bu düşün dili olmayı istemezdim. Ve fakat bir kere oldum işte. Ancak sana söyleyecek sözleri, evet, esirgiyorum. Esirgeyeceğim. Dilimi sessizliğin koynunda emzireceğim. Sakınarak ve saklayarak yapacağım bunu. Neyi, kimi yardımına çağırırsan çağır bu kararımdan dönmeyeceğim.


"Dönmeyeceğim!" diye haykırarak uyandım. Bir düş düşümde benimle konuştuysa, bir düş düşümde dile gelip bir şeyler anlatmaya çalıştıysa o düşün mealini isterim. Yok, o düşün tefsirini isterim. Yok, o düşün şerhini isterim. Yok, o düşün yaktığını isterim. Bu düşün mealini, tefsirini, şerhini, yaktığını istiyorum. Selzede olsun istemiyorum! Ateşzede olsun istemiyorum. Semantik bakışları değil meramım. Bir tür semafor olarak görülse, bilinse belki her şey daha kolay olacak gibi. Bir tür işaret fişeği.. bir düş ne çok umulanlar icat etti içimde. 


Ne de mucit imiş düşler. Bak nasıl da gülüyor şen şakrak ve nasıl da yankılanıyor haykırışı: “Düşlerinin mucidi ol! Yoksa düşlerin icadı olursun!”



Cemal Çalık, 23.06.2015,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü


Seçkin Deniz Twitter Akışı