10 Kasım 2013 Pazar

SA470/SD75: Ankara ‘Özel’

“Binaların dili var gerçekten.”


Bir ‘şey’in öncesi olduğu gibi sonrası da var. Ankara’ya gitmeden önce, Ankara’yla ve bu ziyaretle ilgili bir şey yazmak aklıma gelmemişti. Günü birlik bir ziyaretti. Fakat, bu ziyareti ‘özel’ kılan şeyler sığdı yirmi dört saate… Öncesini anlatmayacağım bu ziyaretin, sonrasını da anlatmayacağım; anlatacağım bu ‘özel’ sıfatını hâiz olan şeyler olacak.


Yine otobüs yolculuğu ile giriş yapmalıyım yazıya. On iki saat süren İstanbul yolculuklarım, uzun olsa da bu kadar yorucu olmadı hiçbir zaman. Kitap okudum otobüste, film izledim ve uyudum; ama bu kez altı saatlik bir yolculuktu önümde duran problem; paylaşım sorunu yaşadığım kısacık altı saat.

İlk üç saatten sonra mola verdik, İlk üç saatte iki film izledim. Biri Bruce Willis’in başrol oynadığı 2006 yapımı ‘16 Blocks’ adlı çeteleşmiş polis temalı filmi, diğeri ‘İncir Çekirdeği’ adında saçma sapan bir Türk filmi. Biraz da ‘Robert Osserman’ın 2005’de Tübitak Popüler Bilim Kitapları’ndan çıkan Evren’in Şiiri’ne bakmıştım.  Sonraki üç saatin sondan önceki iki saatini ancak uykuya ayırabildim. Uykusuzdum gün boyu.


Otobandan sonra, otoban kalitesindeki devlet karayolunda süren yolculuğu yarı uykulu iki saat süresince hatırlıyorum. Ankara sağlı sollu binalarla varlığını hissettirmeye başlamıştı, gözlerimi açtığımda. Israrla beni otogara almaya geleceğini söyleyen ‘yeni dostum’un sabahın altı buçuğunda otogarda beni beklemesine vicdanım elvermemişti. Zaten bu geziyi, ziyareti ‘özel’ yapan da bu durumdu.

O da kararlı bir dille beni otogardan alacağını söylemiş, Ankara’ya varmadan yarım saat önce kendisini haberdar etmemi istemişti. Aramaya kıyamamıştım, ki telefonum çaldı. Otogardaydı ve bekliyordu. Hiç yüz yüze görüşmemiştik, ancak bir gün önce telefonda görüşmüş, seslerimizle tanışmıştık. Ben sosyal medyadaki hesabında fotoğrafını görmüştüm, ama o beni sadece harflerimle tanıyordu; profilimde masmavi bir gök ve ışıklı iskelesiyle masmavi bir denizle dolu bir resim vardı çünkü.

Ankara AŞTİ Otogarı’nı, sevimsiz ve karmakarışık İstanbul Esenler Otogarı’na karşılık sevimli ve sıcak buluyordum, kolaydı ayrıca. ‘Yeni dostum’la elimdeki kırmızı poşet vasıtasıyla buluştuk. Poşeti görünce uzaktan ‘Seçkin Bey’ diye seslenmişti ve ben ona doğru yürümüştüm. Yüreği gibi beyaz arabası ile bekliyordu sabahın köründe.

Bir gün önce “Ankara simidi, domates ve tulum peyniri ile kahvaltı yapacağız” demişti. Beyaz araba Ankara’nın bana yabancı, ona tanıdık gelen caddelerinden, sokaklarından yürüyüp simit fırınına vardığında, uykum henüz zihnimden uzaklaşmamıştı. Bu arada sohbet ediyorduk, Türkiye’nin ruhundan dünyanın kanatlarına kadar her alana dalıyor, insandan, topluma ve siyasete uzanıyor, aynı zamanda görselliğimize alışıyorduk.

İş yerine ulaştığımızda şu an hatırlamadığım birçok yerle birlikte Anıtkabir’i de görmüş, onun yakınlarında bir yerde durmuş ve modern bir binadan içeriye girmiştik. Henüz kimse yoktu sabahın bu sessiz vaktinde. Ankara sokakları ve caddeleri uyuyordu.

Kahvaltıda Ankara’ya ters, sıcak ve içten bir ilgi ile birlikte özenle hazırlanmış yiyecekler ve çay vardı. Güler yüzlü bir Anadolu kadını sık sık çaylarımızı tazelemişti. Bir iş yerinden daha çok, sakin, işine odaklanmış insanların bir araya geldiği bir yer gibiydi orası. Bir bilim yuvası daha sade ve kullanışlı olamazdı, diye düşündüm.

Sabah dokuz otuzda bulunmam gereken yere bıraktı beni ‘yeni dostum', işim bittiğinde muhakkak aramamı tembihleyerek. İşim bittiğinde akşam altıdan sonrasını gösteriyordu. Ve kabanımı beyaz arabada bıraktığım için üşümüştüm… Ankara soğuğu ısırmıştı beni… ‘Yeni dostum’u aradım.

Yollar kalabalık, trafik tık nefes; “Ben geleyim?” dedim, ama nereye, ne kadar mesafede orası, bilmiyorum. “Ben alırım, sizi oradan!” dedi. “ Sizin gelmeniz çok daha fazla zaman alır!” Alacağı yeri anlaştık; ‘Yeşil Bahçe’

Yolların birbirleri ile iç içe geçtiği yerleri dolaştık saatlerce. Ankara’yı anlatıyordu bana hiç yorulmaksızın. Beyaz araba hızla akıp gidiyordu caddelerde. Beştepe, Çankaya, Elçilikler, Cinnah Caddesi, Meclis, Kuvvet Komutanlıkları, Kuğulu Park Alt Geçidi, ‘Aksaray’ yani yeni Başbakanlık Kampüsü, Ak Parti Binası, Çukurambar ve şu anda aklıma gelmeyen bir sürü yer. Sohbet ediyorduk, anlatıyorduk, anlıyorduk. Dertliydik; aslında dertlerimiz bizi dost yapmıştı.

Ak Parti’nin görkemli binasının önünden geçtikten sonra bir kavşakta bir bina gösterdi bana. “Kiralık, yazısını görüyor musunuz?” diye sordu. Merakla baktım ve gördüm, neyi kastettiğini merak etmiştim. “İşte o bina Genç Parti’nin genel merkezi, şimdi ise kiralık bir iş yeri… neredeyse yüzde onla gelecekti!” dedi. Ve sonra hüzünlü bir sesle ekledi: “Ak Parti binası öyle mi kalacak ya da büyüyecek mi; yoksa bir iş yeri, bir market mi olacak?”

‘Yeni dostum’un sorunun, psikolojik, sosyolojik ve siyasî boyutlarını bu kadar net bir şekilde sembolize etmesi hayranlık vericiydi. Kim bilir kaç kez buralardan geçmiş ve kaç kez bu soruyu sormuştu kendine. Ankara’nın o mâkus çizgisi tekerrür edecek miydi? Onlarca partiyi, birçok iktidar partisini parti mezarlığına gömen Ankara, Ak Parti’yi de gömecek miydi?

Sonra ekledi 'yeni dostum': "Genç Parti'nin binasına gitmeden önce Dış işleri Bakanlığı binasının yanındaki ANAP binasını görelim. Bu bina bir zamanlar işlek bir AVM gibi yoğundu; gece lambalar sönmezdi, şimdi karanlık… Sonra Balgat’ta DYP'ye genel merkezlik yapan binayı görelim. Burası Sabah gazetesine ve ATV'ye ev sahipliği yapıyor şimdi. Bu bina Genç Parti'nin binasına gelmeden hemen sağda kalıyor. ANAP, DYP ve Genç Parti nin sonuçları... Türk filmlerinde İflas eden fabrikatörün başına gelenlere benziyor hikayeleri..."

Gece on ikide tekrar otogarda olacak ve Adana’ya dönecektim. Akşam kesintisiz dört buçuk saat Ankara’yı gezdik ve sohbet ettik. Çukurambar Mado’da çay içerken gözlerinden uyku akıyordu, beni otogara bırakmasını istedim ve evine gitmesini söyledim. “Hayır!” dedi. “Sizi salimen otogara, otobüsünüze bırakmadan içim rahat etmez.”

Neden Çukurambar? Ona göre Çukurambar, Ankara’nın yeni Nişantaşı’ydı. Her yer yüksek binalarla doluydu. Çukurambar ana caddedeki câmi bana Bağdat Caddesi’ndeki Mihrimah Sultan Câmii’ni hatırlatmıştı. Küçücüktü, neredeyse yüksek binaların arasında kaybolmak üzere olan hâliyle. Ciplerle, başörtülü, güneş gözlüklü kadınlarla dolmuştu eski iktidar zamanlarının bu gecekondu semti. İhale görüşmelerinin, bürokrat atamalarının yapıldığı mekânlar buralardaydı.

Balgat’a da götürmüştü beni. Erbakan’ın varlığı ile ekonomik değer kattığı Balgat. İktidar neredeyse, kimdeyse oralar değerleniyordu. Oysa Başbakan Erdoğan Subayevleri/Keçiören gibi mütevazi bir semtte ikamet ediyordu, rant değeri yükselmemişti. Buna karşılık bugün Başbakan’la TRTTürk’te yaptığı açıklamalar çerçevesinde ‘Ben sadece bir bakan değilim, çok şeyi temsil ediyorum… kum torbası değilim... kendimi, ailemi siper etmişim; gençliğimi, aşkımı, hayatımı bu yola vermişim…” diyerek polemik yapan Bülent Arınç ise sekiz yüz bin liradan başlayan evlerin bulunduğu, yeni rant alanı Beştepe’de oturuyordu. Evi alın teriyle almış olması hususunda kuşkum yok, ama mesele bu değil. Lüks ne zamandan beri müslümanların ilgi alanına giriyordu ki?

Konu basitti. Başbakan, basına kapalı bir toplantıda üniversite öğrencilerinin kızlı-erkekli bir evde kalmaması gerektiğini söylemiş, Zaman gazetesi de, kendisine sızdırılan bu bilgiyi haber olarak yayınlamıştı. Arınç, bu haberin asparagas olduğunu söyleyerek inkar yoluna gitmiş, ancak Başbakan Erdoğan “Bir yerde konuştuğumu inkar etme anlayışına sahip bir insan değilim!” diyerek bu kez basına açıklama yapmıştı. Arınç, zor durumda kalmış, meseleyi kişisel bir şekle sokmuştu; kum torbasından kastı buydu. Anlaşılan Başbakan’la istişare etmeden, bir gerçeği inkâr etme girişimi başarısız olmuştu. 

Ya da bilmediğimiz daha başka şeyler vardı. Ama benim kafama takılan ilk mesele Arınç’ın,” ... kendimi, ailemi siper etmişim; gençliğimi, aşkımı, hayatımı bu yola vermişim!” demesiydi. 1999’da Fazilet Partisi’nden kopup başka bir parti kurmaya yeltendiklerinde hiç parası olmadığını söyleyen Arınç, sekiz yüz bin liralık evde oturabilir hâle gelmiş olan, aynı zaman da uzunca bir süre Meclis Başkanlığı yapan, şu anda da Başbakan Yardımcılığı ve hükümet sözcülüğü görevini yürüten biri olarak, daha başka ne bekliyordu da Başbakan’a kendisine bağlı kanaldan feveran ediyordu.

Başka bir şeyler vardı, anlayamadığımız. Ki; Ankara’da ‘yeni dostum’la konuşurken sanırım Arınç henüz konuşmamıştı. Ancak biz Çukurambar Mado’da otururken onun evini konuşmuştuk. Arınç’ın açıklamaları taptaze bir alt düzlemde bu yüzden birdenbire bomba etkisi yapmamıştı bende.

Ankara’yı anlatırken, ‘yeni dostum’un yüzündeki hüznü, konuştukça daha da derinleşen hüznü net bir şekilde fark edebiliyordum. “2002’de çok umutlanmıştık!” diyordu hayal kırıklıklarıyla dolu bakışlarını bana yöneltirken. Gri-beyaz saçlarının arasından görünen samimi yüzü, bir bilim adamının bütün kaygılarıyla konuşuyordu. “Kurumsallaşamadı Ak Parti, bunu yapamadığı için de sürekliliği risk altında!” diyordu. Ak Parti’deki kırılmanın derinleştiğini, Ankara ruhunun iyice yerleştiğini düşünüyordu. Profesyonel ekiplerle çalışılmadığından bahsediyordu ve haklıydı, bu hususta epeyce önce uzlaşmıştık. İç siyasetten, dış siyasete kadar dünyanın ulaşabildiğimiz her ayrıntısına temas ettiğimiz bu uzun sohbetlerde, onun Ankara’dan gördükleri ile benim Adana’dan gördüklerim ne yazık ki aynıydı.

Ankara eski elitlerin hızla iktidar alanlarından uzaklaştığı, yeni elitlerin de hızla onların oluşturduğu boşlukları doldurduğu bir yerdi. 2002’deki kaygılar, yerini başka kaygılara, makam, güç ve para kaygısına bırakmıştı. Erdoğan’ın Keçiören Subayevleri’ndeki saray yavrusu olmayan evi, Erdoğan’ın ‘Ankaralı’ olmama kararlılığının göstergesiydi, ancak ‘Beştepe’deki evler öyle değildi.

‘Yeni dostum’un örnek olarak verdiği adamlar vardı. Gecesini ve gündüzünü kampüslerde geçiren rektörler ve bilimsel perspektiflerin ufuk açıcı gücünü kullanan isimler. Ve bunlara karşılık hiçbir özgün fikre sahip olmadıkları halde etkili yerlerde yetkili olan isimler… Kurumsallaşmayı hayal bile etmeyen, günü kurtaran çözümler ve gittikçe derinleşen çürümüşlük.

İkimizin de kaygısı buydu. Çukurambar’dan otogara giderken yeniden sordu bana: “Ne olacak Ak Parti binası, öyle mi kalacak, market mi olacak?” “Biz onu öyle koruyacağız, geliştireceğiz ya da diğerleri onu markete çevirecek!” dedim. Güldü. İkimiz de iktidar nimetlerinden faydalanmayan, faydalanmayı düşünmeyen aslında ‘partili olmayan’ kimselerdik ve işin tuhaf tarafı bu soruyu da bizler soruyor, bizler cevaplıyorduk. 

Çukurambar’daki sosyolojik gözlemimiz, Çukurambar’la sınırlı değildi, mikro ve makro çerçevelerde bütün Türkiye’nin meseleleriyle ilgiliydi. Ben Sonsuz Ark’la üstüme düşeni yapmaya çalışıyordum, ‘yeni dostum’ ise kendi işinde yeni bir nesil yetiştiriyordu. Düşünüyordu, yazıyordu.

Kuğulu Park alt geçidinden geçerken duvarlara çizilmiş kuğu resimleri epey güldürmüştü bizi. Kuğulu Park’ı geri isteyenler için duvarlara bir sürü kuğu resmi yaptırmıştı Melih Gökçek. Çöken metro altgeçidini de gördük. Bir insan ölmüştü. Kadir Topbaş, nasıl İstanbul’da yorulduysa, Melih Gökçek de bitmeyen metrosuyla Ankara’da yorulmuştu. Gitmeliydiler ikisi de.




Çankaya… ne tuhaf; yazın Dolmabahçe Sarayı’nın büyük tören salonunda Mustafa Kemal’in büyük bir çerçeve ile çerçevelenen salondaki ilk konuşmasını okumuştum. Sarayı yaptıranlara karşı, milletin temsilcisi olarak saraya geldiğini söylüyordu. Şimdi onun yaptırdığı Çankaya’da da milletin temsilcisi vardı. Sıcak bir ironi… Çankaya’nın hemen altında da İngiltere Elçiliği… her zaman güce yakın olan İngiltere.  Binaların dili var gerçekten.

Otogara giderken yine sohbet ettik. Ağabeyim yok, kardeşim bana bu kadar zaman ayırır mıydı, bilmiyorum. Ağabeyim olsaydı, sanırım o da ayırmazdı. Bu ancak bir dostun yapabileceği bir şeydi. Ben hayattan geçip giden biriydim sadece. Bir yerde harflerim değmiş gözlerine hepsi o kadar. Demek ki harflerden gözlere yürüyen başka duygular da var.

İşte bu olanlar yüzünden Ankara gezime ‘özel’ dedim. Aksi halde Ankara’nın benim için hiçbir zaman özel bir anlamı ve yeri olmadı. 1995’te askerlik için gitmiştim, 1997’de de yine kısa bir iş için… Ama şimdi biliyorum ki; ülkesi için kaygılanan bir çift dost göz var Ankara’da.

Belki bir gün sırf onu ziyaret için tekrar giderim oraya. Ama elbette Adana’da kebap yemeğe, şalgam içmeye bekliyorum kendisini… ‘Kebap’ diyorum, yediğimiz kebaptan sonra, bitmeyen sohbetimizi bekleyen garsonu hatırlayarak… “Kapatıyor musunuz?” diye sorduğumda, “Yarım saattir kapalıyız.”, diye gülümseyerek cevap vermişti garson.

Teşekkür ederim ‘yeni dostum’; tekrar görüşmek üzere.



Seçkin Deniz , 09.11.2013, Sonsuz Ark, Gezi Notları










Seçkin Deniz Twitter Akışı