7 Ağustos 2013 Çarşamba

SA347/SD54: Kozmik Analiz 2010: "Paslaşmak ve Ultrasonik Normaller"

"Türkiye’deki mücadele, çok boyutlu bir uzay geometrisi sorunuydu. Ve sanıldığından çok daha karmaşıktı..."

İç ve Dış Politika, Ekonomi, IMF, Barclays Bank, EMASYA ve Merkez Ülke Türkiye

Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan 31 Ocak 2010’da, TRT 1’de ‘Enine Boyuna’ adlı programda rahatlamış bir ses tonuyla önemli mesajlar verdi. Yeni dönemin 'Kapatma Davası Tehditli' muktedir Başbakanı, ‘Sivil Diktatörlük’ etiketli yapay meşrûiyet sorgulamasıyla alay edercesine TSK ile ilişkilerinde yaşadığı gerilimli yokuşun sonunda Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları ile ‘paslaştıklarını’ söylüyordu. 

Halk dilindeki bu soft mesaj, büyük bir değişim sürecinin diplomatik olmayan nihayet/netice bildirim imgesiydi. ”Oku, düşün, uygula, neticelendir” şeklindeki zincir direktiflerine kendisinin de uyduğunu göstermesi bakımından bu bildirim imgesi, zamanlama açısından da çok önemli ve çarpıcıydı.

Ordu ile Siyaset arasındaki erk mücadelesinde demokratik standartların yerleşmeye başladığına dair en somut ifade ‘Paslaşmak’tı. Fakat, bu imge de sorunluydu; Hiyerarşik Devlet Standartları, ‘Paslaşmak’ tan değil, Ex Genelkurmay Başkanı Org. Doğan Güreş’in görevdeyken imgeleştirdiği ’Tak diye emretmek, şak diye yerine getirmek’ disiplinini gerektirmektedir. Başbakan, demokrasi çarklarının yerleşmesinde daha çok yol alması gerektiğini aklından çıkarma hatasına düşmeden, ‘Paslaşmak’la yetinmek zorunda kalmış olmayı büyük kazanç olarak telakki etmekteydi.

Ergenekon ve darbe teşebbüsleri ile ilgili operasyonlar sona ermeden, yönetsel sorunların önündeki büyük engelleri ortadan kaldıramayacağını bilen Başbakan’ın, Demokratik Açılım Hamleleri (Kürt, Alevi, Roman vatandaşlara ilişkin kronik sorun alanlarına dair çözümler), Anayasa Değişiklikleri için muhtemel Referandum sürecinin kısaltılması gibi adımlarının yanı sıra, Anayasa Mahkemesi ve HSYK’nın reforme edilmesi gibi temel hedeflerin rasyonalizasyonu adına tartışmaların olgunlaşmasını beklemesi, ‘Oku, düşün, uygula, neticelendir’ düsturu ile hareket ettiğini de göstermekteydi. 

Nitekim, 31 Ocak’taki konuşmasında, devlet adabına ve nezaket kurallarına aykırı bir şekilde, askerî mahallerde başörtülü eşine uygulanan ambargo ve tecridin nihayete ermesi gerektiğini vurgulamak adına tekrar gündeme getirmiş olması da, gerilim üreten politikaları umursamadan sabırla sonuç almayı bilmesinden kaynaklanıyordu.

Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un,“Genelkurmay Başkanı ve devlet adamı olarak yetki ve sorumluluğum nasıl davranmamı gerektiriyorsa öyle devam edeceğim”, şeklinde bir değerlendirme yaparak, Başbakanı onaylar bir tutum içinde olduğunu ifade etmesi, Başbakan'ın eşine yapılan kurumsal saygısızlığı, “Bazı olaylara insani boyuttan bakmak gerekir. Bu olayda hasta bir sanatçı var. Başbakan’ın eşi, Nejat Uygur’un eşi üzülmüştür. Keşke olay bu şekilde yaşanmasaydı. Bu özel bir durum. Keşke olaya böyle bakılmasaydı.” şeklinde alışılageldik tepkisel formun dışında yorumlaması başbakan’ın neden rahatlamış olduğuna dair önemli ipuçları idi.

‘Türkiye’de Normalleşme’ nin hangi standartlara göre yapılacağına dair sorgulaması sona eriyor ve Türkiye Cumhuriyeti, anayasada net sınırlarla belirlenen demokrasi algılarının modernizasyonuna dümen kırıyordu.

Askerî vesayetin halkın tüm unsurlarına kadar inmiş bulunan kollarını simgelemesi açısından EMASYA Protokolü’nün tarihe gömülmesi de Başbakan’ın 31 Ocak’taki, soft söylemleriyle mümkün olabildi. Başbakan yine Genelkurmay Başkanı ile paslaşarak on iki yıllık bu darbe protokolünü 4 Şubat 2010’da ortadan kaldırmıştı. 

Siyaset (Sivil) ve asker arasındaki bu büyük uzlaşma sonraki demokratik hamlelerin yönünü de belirliyor; Türkiye kasılı beyin kaslarıyla yedi yıl yarı felçli bir halde girdiği yoğun bakım odasından taburcu ediliyordu. Türkiye Kozmik Oda’da aradığını bulmuştu.

Türkiye, içeride ‘Sivil Diktatörlük’, dışarıda ‘Eksen Kayması’ gibi iki sentetik değişkenle imaj provokasyonuna maruz kalırken, iç politikadaki gelişmelerin dış politik unsurlardan ayrı düşünülmemesi gerektiğini teslim etmek zorundayız. Ana muhalefet partisi CHP ile diğer muhalefet partisi MHP’nin, dış politik referanslardan bağımsız iç politik argümanlar ürettiğini söylemek çok güç. 

AKPM (Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi) Başkanlığına seçilen AK Parti Antalya Milletvekili Mevlüt Çavuşoğlu’nun, seçilme sürecinde CHP’li ve MHP’li milletvekillerinin engelleme girişimleri ile Avrupa Parlamentosu'nda Alman Federal Meclis Grubu'nun başkanlığını yürüten Joachim Hörster'in, AK Parti'nin kurucularından olan Çavuşoğlu'nun bu göreve getirilmesinin, "özgürlükçü hukuk devleti ilkelerini yerine getirmesi için Ankara'ya bir sinyal olarak algılanması gerektiğini" söylemesi arasındaki gözden kaçırılmayacak ilişki, Türkiye’nin iç politikadaki tüm hareketli unsurlarının aynı zamanda dış politikadaki hareketli unsurlarıyla girift bir ilişki içerisinde olduğunu ortaya koyuyordu.

Türkiye’deki mücadele, çok boyutlu bir uzay geometrisi sorunuydu. Ve sanıldığından çok daha karmaşıktı. Bununla birlikte bu karmaşa, Amerikalı ünlü film yapımcısı Aaron Russo'ya 11 Eylül'ü ve sonrasındaki savaşın bir kurgu olacağını söyleyen Dünya’nın en zengin hanedanı üyesi Nick Rockefeller’ın karmaşık organizasyonlar ağıyla ilişkisiz değildi. Bu ilişki analitik bir çerçevede düşünüldüğünde iç ve dış politika unsurları arasındaki giriftliğin nedenleri çok daha kolay tesbit edilebilecekti.

Yine büyük sürek avına dönen Türkiye-IMF ilişkileri de iç ve dış politik mülahazalarla çalkantılı dönemindeydi. Eski gasp anlayışının sona erdiğini söylemesine, üyeleriyle yeni bir konseptte çalışacaklarını beyan etmesine rağmen, yöntemlerini ve araçlarını değiştirmeyen IMF’nin Stand-by teklifini sürüncemede bırakan Türkiye, ciddi baskılar altındaydı. 

Rockefeller’ın yerli uzantıları olan TÜSİAD üyeleri anlaşmanın hemen, geciktirilmeden paraf edilmesi taraftarıydılar. Eylül 2007’de seçilen yeni başkan Yahudi kökenli Fransız Dominique Strauss Kahn’ın solcu olmasıyla pek de ilgili olmayan, ancak yeni küresel dengeler ve güçlü Türk Hükümeti’nin ürettiği ekonomik gerçekleşmelerle doğrudan ilgili olan yeni pozisyonlar vardı. 

IMF ile bağımlılık ilişkilerinden dolayı Hükümeti sürekli eleştiren Muhalefet partileri, IMF ile anlaşma konusunda Türkiye çıkarına manevralar yapan hükümetin elini rahatlatacak açıklamalar yapmaktan bilhassa kaçınıyorlardı. Türkiye, IMF ile anlaşma yapacağına dair küçük ipuçları verdiğinde, daha önce Türkiye’nin anlaşmayı derhal imzalaması gerektiğini söyleyen çevreler, bu kez Türkiye’nin IMF’ye ihtiyacı olmadığını söylemeye başlamışlardı.

İngiltere’nin, Avrupa’nın ve Dünya’nın bankacılık devi Barclays Bank, yayınladığı Türkiye raporunda (7 Ocak 2010) “Niçin şimdi bir IMF anlaşması?” diye soruyordu. “Mantığımız: Türkiye’nin IMF destanı devam ediyor ve Başbakan Erdoğan’ın geçen haftaki yorumları yakın bir IMF anlaşmasına dair umutları yeniledi. Yine de bu ortamda Başbakan’ı bir anlaşmaya iten motivasyonu anlayamıyoruz. Siyasi olarak avantajlı değil ve teknik tartışmalara karşın, durum şu ki faiz oranları her zamankinden düşük, TL istikrarını sürdürüyor ve ekonomik krizin en kötüsü bitmiş görünüyor. Niçin şimdi bir IMF anlaşması? Piyasalar IMF sözüne bizden daha çok güveniyorlar ve son günlerde yerel oranlar daha da aşağı hareket etti.”

Ama aynı Barclays Bank’ın yatırım birimi Barclays Capital, Türkiye ile Uluslararası Para Fonu (IMF) arasındaki ilişkileri “Ne seninle ne sensiz” başlığı altında raporlarken (30 Ekim 2009), olası bir anlaşmanın Türkiye’nin ekonomik büyümesine olumlu yansıyacağını savunuyordu. 

“Türkiye-IMF: Ne Seninle Ne Sensiz” başlıklı raporda, IMF ile anlaşma ihtimalinin giderek azaldığını vurgularken, Türkiye-IMF müzakerelerine ilişkin kritik saptamalar yapmıştı. Anlaşma imzalanması durumunda bunun ‘3 yıllık bir stand-by anlaşması ve önden yüklemeli 35-40 milyar dolar arasında’ bir anlaşma olacağı tahmininde bulunan Barclays, böyle bir anlaşmanın Türkiye’nin 2010 yılındaki büyümesini yüzde 4.9’a çıkaracağı öngörüsünde bulunmuş, aksi takdirde bu oranın yüzde 3.6’da kalacağını belirttiği raporda, IMF finansmanının özellikle bütçe ve dış borç ödeme, yabancı sermaye girişi, banka bilançoları ile yerel ekonomiye duyulan güvene olumlu etkileri olacağını söylemişti.

Barclays, çok değişik bir bankaydı. Kaos dönemlerinin en şiddetli olduğu 2006 yılında, hızlı büyüyen konut sektörünün yanı sıra özelleştirmeler ve özellikle enerjiyle ilgili altyapı projelerine finansman sağlamayı hedefleyen, bono piyasası ve türev ürünlere de yöneleceğini deklare eden banka, "Barclays Capital olarak emtia piyasalarında risk yönetiminin önemine inanıyoruz. Özellikle de hızla artan ve dalgalanan enerji ve diğer emtia ürünlerinde. Bu alanda da dünyanın sayılı bankalarından biri olarak Türkiye'ye de hizmet vereceğiz." diyerek Risk Managment ve hazine ürünlerine yönelik ciddi riskler almaya geliyordu. (Radikal 15 Eylül 2006, Cuma)

Barclays Avrupa, Kuzey Amerika, Ortadoğu, Latin Amerika, Avustralya, Asya ve Afrika'da 60'a yakın ülkede 300 yıldır banka ve finans sektöründe faaliyet gösteren dünyanın önde gelen büyük finans grubu şirketi idi. Ve bu şirket, Darbe planlarının kılıfı haline getirilen EMASYA Protokolü'nün 2005 yılında güncellenmesinin ardından (Balyoz Harekat Planı) askerleri kent merkezlerine çekmek için tezgahlanan birçok provokatif olayla sarsılan, kaos planlarının uygulandığı 2005-2006 yıllarında Türkiye’ye yatırıma(!), risk almaya geliyordu. 

Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’a Diyarbakır gezisi esnasında suikast girişiminin engellendiği Aralık (2006) ayından önce, geriye ve ileriye doğru Trabzon'da linç girişimleri, Rahip Santoro’nun öldürülmesi, Danıştay saldırısı, Mersin'de Bayrak Provokasyonu, 2007 başlarında Hrant Dink’in öldürülmesi, Malatya’da Zirve Kitabevi Katliamı ve benzeri birçok eylemle birlikte ÇYDD ve ADD tarafından organize edilen Cumhuriyet mitingleri gibi hesaplanmış süreçlerin farkında olan Para Sihirbazları, bir tanesi bile kendilerini bir ülkeden kaçırmaya yetecek olan onlarca nedene rağmen Türkiye’ye geliyorlardı. 

Bunu anlamak hiç de zor değildi. Türkiye 28 Şubat 1997’den sonra bilhassa üretilen kaos ortamlarında hem IMF hem de diğer finans sektörleri eliyle nasıl soyulduğunu unutmamıştı. Özellikle Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve ekibi her şeyin farkındaydı. Barclays, bu mantığı anlayamamakta zorlandığını ifade ederken de, gerçekte stratejik adımlarını atamamaktan yakınıyordu.

Türkiye, IMF ile ilişkilerini belirsizlik ilkesinin gereklerine göre yürütürken başarılıydı. Darbeler, darbe planları, Parti kapanmaları, açılımlar, iç siyasi mekanizmalar, bürokrasi, AB-Türkiye ilişkileri, Siyaset-Ordu erk savaşı, eğitim-sağlık politikaları, enerji, ithalat, ihracat, basın, üniversite, din, akla hayale gelebilecek her şey birbirine sımsıkı bağlıydı. Bu aşırı bağıllık, Türkiye-İsrail ilişkilerinde de sarih bir şekilde görülüyordu. ‘Alçak Koltuk’ krizini üreten İsrail, Türkiye’den özür dileyerek uluslar arası itibar irtifa kaybına yeni bir basamak eklemiş, Ortadoğu’da yaşadığı çöküşün adımlarını hızlandırmıştı.

Ne İran-ABD, ne ABD-Rusya, ne ABD-Çin, ne de ABD-AB ilişkileri Türkiye’nin AB ile olan ilişkilerinden bağımsız olmadığı gibi, enerjinin merkez ülkesi Türkiye, Dünya’nın merkez ülkesi olmak dışında bir seçeneğe de sahip değildi. Türkiye’nin Rusya’ya tavuk eti ihracatına yeniden başlaması, Türkiye-Libya arasında vizelerin kaldırılması ile bu sebeple ilgiliydi. İran bankalarında Türk Lirası’nın döviz sepetine dâhil edilmesi, Körfez’de İran’a karşı silahlanma hızını azaltan İKÖ’lü başka bir sebep olabilirdi. 

Türkiye ile Çin’in Afrika’da açılım yarışında birbirini kösteklemeden ilerlemesi, Cumhurbaşkanı Gül’ün Afganistan’a Komşu ülkeler toplantısına davet edilmediği için kırılan Hindistan’a cumhurbaşkanlığı düzeyinde 15 yıl sonra, bakanlar, işadamları ve sanat adamlarından oluşan 180 kişilik heyetle, diğer siyasi –ekonomik görüşmeler dışında Yeni Delhi Amity Üniversitesi tarafından kendisine verilecek fahri doktora’yı almaya gitme nedeniyle de ilgiliydi.

Ermenistan ile ilişkilerin Dış İlişkiler Komisyonundan ABD Kongresi‘ne kadar sürüklenen ‘Soykırım Tasarısı’ na mahkûm edilmemesini isteyen Türkiye, aynı kandan beslenen ve Türkiye’ye verdiği doğalgaz fiyatlarını tek taraflı olarak arttıran Azerbaycan’ı minik ayak oyunları ile baş başa bırakırken, Türkiye Euronews ağından Türkçe sesleniyordu Dünya’ya. Aynı Euronews Aliyev ile yaptığı röportajda, Ona diktatör olup olmadığına dair sorular yöneltirken, eski zamanın aksine Türkçe bilenler de bu röportajı izliyorlardı.

Çöken ekonomisi ile Türkiye’nin önünde diz çökmüş olan Yunanistan, kendisine sırtını dönen AB ile ilişkilerini sorguluyordu. Kıbrıs bu karmaşık ilişkilerin son torpidosuydu.

Her şey şekliyle, kanunlarıyla, teamülleriyle kendi akışında ilerlerken TBMM, MHP Milletvekili Osman Durmuş’un Başbakan’ın eşinin başörtüsüne karşı tutumu ve tahrik eden sözleri ile karışıyor, CHP ilginç bir hazla bu kavgayı izliyordu.

İç Politik değişkenleri Dünya tarafından tartışılan başka bir ülke yok. TC. Başbakanlık Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü-BYEGM  sayfalarında gezindiğiniz zaman bunu daha kolaylıkla gözlemleyebiliyorsunuz. Ve görüyorsunuz; Türkiye ‘Merkez Ülke’ olduğu için en küçük değişiklikler Dünya gündemini işgal etmekte. Bütün bunların farkında olan bir hükümet tarafından yönetiliyor olmak da ayrı bir keyf skalası olarak bayrak direklerinde sallanıyor.




Seçkin Deniz, 07.02.2010, Sistematik Analizler 109


Seçkin Deniz Yazıları

Seçkin Deniz Twitter Akışı