25 Nisan 2013 Perşembe

SA231/AH8: İnsan Ruhunun Değişmeyen Renkleri; Artçı Şok- AfterShock/Tangshan Dadizhen/ 唐山大地震

“Tanıdık, uzanınca hemen dokunabileceğimiz duyguları bugünün batı dünyasında görebilir miyiz?”
Bir insanın, coğrafyanın, siyasî sınırların, ideolojilerin, inançların ve fantastik mottoların uzağında, bütün diğer her şeyden bağımsız bir ruha sahip olduğunu, dünyanın herhangi bir bölgesindeki insanın ruhunun başka herhangi bir yerdeki insanın ruhundan hiç de farklı olmadığını öğrenmek ilginç bir deneyim.

Uzak, ulaşılmaz ve anlaşılmaz gelen bir buçuk milyarlık nüfusuyla Çin, 2000’li yıllara sarınan kapitalist zamandan sonra bile dünyanın geri kalanı için bilinmeyen bir ülke. Artçı Şok filminin, izleyen her kese anlattığı duyguların hepsi, herkes için tanıdık; insan, mikro eylemlerden başlayan ve mikro duygulardan toplumsal duygulara yürüyen etkileşim arenasında hiç değişmiyor.

Beklentilerini bile çeşitlendiremeyen her zorbalık devrinden çıkan insan, ruhunun değişmezliğini, geleneklerin insan ruhuna bağlı kalıcılığını ve aslında bütün ideolojilerin ne kadar zavallı ve ne kadar yüzeysel birer cila olduğunu ancak felaket zamanlarında yaşadıklarıyla anlıyor.

Kızının “Beni affet, anne!” diyen sesine sinmiş sonsuz pişmanlığın kokusunu sonsuz şefkatiyle emen bir annenin bitmeyen dramını her toplumsal karede aynı kolaylıkla izleyebilir miyiz? Filmin sonunda kendime sorduğum soru buydu. Tanıdık, uzanınca hemen dokunabileceğimiz duyguları bugünün batı dünyasında görebilir miyiz?  Biz doğuluyuz ve birbirimize benziyoruz; batılıları biz doğululardan, doğuluların insan ruhundan koparan, aslen doğulu olan dinleri değil, Fransız kaosundan sonra batıdan dünyaya doğru yayılan şeytânî bir ruh.

Artçı Şok’u izlerken, Mao’nun kurduğu hastalıklı bir sistemde, her nasılsa korunmuş; belki de korunarak dönüştürülmek istenmemiş ruhsal fotoğrafın biz doğuluların süregelen fotoğrafına ne kadar benzediğini görmek, şaşırtıcıydı.

Babaannenin, 7.8 şiddetindeki depremden sağ kurtulan torununa ve gelinine sahip çıkması, ölen kocasının ve öldüğünü sanıp kaybettiği kızının şehrin semalarında gezinen ruhlarını terk edip gitmek istemeyen gelinine karşılık, torununu alıp gitmek istemesi, bizdeki ataerkil duyguların izlerini taşıyordu.

Film, anne ile oğlunu ayırmaya gönlü elvermeyen babaannenin torununu annesine bırakarak yaşadığı şehre dönüşü gibi insan ruhuna ait asil duyguları da anlatıyordu.



 Çin’in tek çocuk politikasını, ikiz çocuk doğurarak aşan bir doğal başkaldırı ile mutlu bir yoksullukla yaşayan, temmuz sıcağında satın alınan küçük bir vantilatörle mutlu olan biri erkek, diğeri kız ikiz çocukların sevinci, daracık evlerinde cinsel ihtiyaçlarını karşılayamayan anne-babanın kamyonda geçirdikleri yalnız saatlerin tam ortasında, gece 03:42 de şahlanan depreme yakalandıkları an.



Kamyondan fırladıkları gibi, evlerine koşan, ancak sarsılan yıkıntıların arasında bıraktıkları çocuklarına bir türlü ulaşamayan bir annenin bir babanın gözlerine sinen çaresizlik. Fırlayıp giden anneyi kollarından tutup geriye fırlatan ve yıkılmaya devam eden eve girerken tepesine düşen yıkıntılarla ölen bir baba. Kocası gözlerinin önünde ölürken çocuklarını haykıran anne. 



Karanlık, deprem ve bir türlü geçmeyen felaket dakikaları; hepsi bütün insanların tıpatıp yaşayacakları ve kaçamadıkları genetik formun, insan ruhunun ideolojilerden bağımsız, milyonlarca ışık yılı uzakta kalan ürünleriydi.


Ve dramın en dehşetli sahneleri. İki çocuğunu enkazın altında arayan yardım ekiplerinin sesi… “İki çocuğundan birini kurtarabiliriz, birini seç!” Çin’in acımasız tek çocuk politikasına kurban verilen kısırlaştırılmış kurban anne, çaresiz çılgın: “İkisini de kurtarın!”

Başkalarına yardım etmek için çekip gitmek üzere olan yardım ekibinin kollarına yalvaran annenin erkek çocuğunun kurtulmasını isterken yaşadığı travma. Erkek çocuk, soyun devamı. Soy; artık batının tanımadığı, ancak doğuyu ayakta tutmaya devam eden geleneksel, dürtüsel bir itki. Ve dehşet verici tercih anlarının son kısmını duyan kız çocuk: “Oğlumu kurtarın!"


Filmin iç içe sardığı, katman katman işlediği duyguların kristalize olduğu an o an. Kolu kesilerek kurtarılan oğul ve öldü sanılarak diğer cesetlerin yanına, babasının sağına yatırılan küçük kız. Karmaşalar ve yağan yağmurla uyanan kız… Ayağa kalkıp yürüyen ve ‘annesi tarafından istenmeyen/tercih edilmeyen çocuk’ kasırgalarında sarsılan ruhuyla küçücük bir insan.

Asker bir çift tarafından bulunarak sahiplenilen ve evlat edinen kız çocuğunun, uzun yıllar boyunca sadece bir kez, adını söylemek için konuştuğu ve sustuğu sonsuz zamanlar. Küçük kızı yıkan deprem değildi; annesinin, erkek kardeşini seçişiydi.


Başka bir kent, başka bir aile ve geçen onlarca yıl. Üniversitede tıp eğitimi alana dek, yeni anne ve babasının koruduğu küçük kızın, onlara yaşattığı çelişkiler; babanın küçük kıza bağladığı hayatı ve yüreği. Annenin başkasının doğurduğu kızın üniversiteye gidince kendilerini unutacağını düşünüp, her türlü yeni teklife ket vuruşu. Üniversite yılları ve bir gençle yaşadığı ilişki…



Ölmek üzere olan yeni annesinin tedavisi için geri dönüşü, annenin içinde biriktirdiği duyguları son nefesine kadar ona anlatması ve ölümü. Genç kızın hamile kalışı, partnerinin genç yaşta babalık sorumluluğunu almaması ve kürtaj teklifi. Terk edilmişliğini, istenmezliğini derinden yaşayan genç kızın çocuğunu terk etmemek için onu doğurmayı göze alışı; babanın kızını yalnız bırakan delikanlıyla görüşmesi ve ona öfkelenmesi.

Genç kızın tıp eğitimini bırakarak, herkesten uzak, yapayalnız bir hayat kurup kızını büyütmeye  çalışması; çok geçmiş bir zamandan sonra kızın babaya dönüşü ve babanın, yıllarca arayıp bulamadığı kızına karşı, sitemleri. Ve Kanada; Kanadalı bir beyazla kurduğu evlilik… Çin’den büyük kaçış.



Yine bir deprem, yine bir felaket. Kesik koluyla hayata tutunan, para kazanan ve zengin olan diğer ikiz, erkek, deprem bölgesinde… genç kız Kanada’dan kalkıp deprem bölgesine gidecek ve orada kardeşiyle karşılaşacak. Olaylar akacak ve genç kadın annesiyle karşılaşacak… 

Soğuyan, donan duyguların çözüldüğü ana kadar herkes donuk, herkes uzak. Annesini lüks bir eve yerleştirmeye çalışan, ancak onu ikna edemeyen erkek evlat. Evlendiği kızı evlenmeden önce kolundan tutup onu annesine götüren ve onun onayını alan, erkek arkadaşlarından birine "Annemin karşısında neden sigara içiyorsun" diyen Anadolu kokulu bir erkek evlat.

Gelini ile oğlu arasına girdiğini bile fark edemeyen babaanne; yeni yıl gecesinde, çocuğunu kendi ailesine de götürmek isteyen gelinin, direnen ve kocasına itaatle sonlanan dramı. Anneler, oğullar, torunlar ve gelinler... Hepsi doğunun değişmeyen renkleri, bize tanıdık gelen doğunun kokusu, insanın batıyı da kıskandıran ruhu.

Feng Xiaogang’un yönettiği film, batılı benzerlerinin ürettiği kaliteden hiç de uzak değil. Zhang Ling’in orijinal hikayesinden ürettiği senaryosuyla Su Xiaowei,  oyunculuklarıyla devleşen Jingchu Zhang, Fan Xu, Chen Li, Zhang Zi-feng ve diğerleri. Zaman ve mekan ayrımlarını başarıyla veren gerçek bir hayat hikayesi Xiao Yang’un kurgusu ve Wang Liguang’nin müzikleri ile 135 dakikalık bir sinema şöleni. 2010 yılı Çin yapımı filmin öyküsü, gerçek bir öykü:

“Çin Halk Cumhuriyetinin Kuzeydoğusundaki  Hebei eyaletine bağlı makine, motorlu taşıtlar, kimyasallar, tekstil,cam,petrol ürünleri ve çimento sanayinin geliştiği, kömür madenciliğinin merkezi  bir ağır sanayi şehri olan Tangshan, 28 Temmuz 1976 gecesi deprem  03:42’de Richter ölçeğine 7,8  şiddetinde bir depremle sarsılır ve en az 255.000 insan ölür. (Tangshan yeniden inşa edilerek turistik bir şehir haline getirilmiştir).

Gerçek olaylara dayanan filmde,  Li Yuanni'nin (Fan Xu) kocası ve ikizleriyle birlikte yaşadığı bina da yıkılmıştır Kocası ölen genç kadın, hayatının en zor seçimiyle karşı karşıya kalır Yıkıntılar arasında kalan iki çocuğundan sadece birini kurtarabilecektir O da oğlunu seçer Ancak mucizevi şekilde kızı da hayatta kalır ve bir aile tarafından evlat edinilir Yıllar sonra ise tesadüfen başka bir depremde erkek kardeşi ile karşılaşır.”

Genç kadının, annesinin her iki çocuğunun kurtarılması için verdiği mücadeleyi öğrenmesinden sonra annesinin yaşadığı sonsuz acıyı öğrenmesi ile yaşadığı pişmanlık, -film, ölülerinin ruhlarını terk etmeyen annenin, ruhların geri döneceğine olan inancına vurgu yapsa da- kızını geri getirmeye yetiyor.

Komünizm ne kadar güçlü olursa olsun, insanın ruhunu eritemiyor, değiştiremiyor… Belki de Allah’ın kanunları değişmezliğini böylelikle kanıtlıyor.



Ahmet Haydar, Sonsuz Ark, 24. 04. 2013, Sinema Notları 8



Artçı Şok-Aftershock İzlekleri:


Tangshan:

Xiaogang Feng Filmografisi:

Jingchu Zhang Filmografisi:

Fan Xu Filmografisi:

Chen Li Filmografisi:


Seçkin Deniz Twitter Akışı