22 Nisan 2013 Pazartesi

SA229/PZ14: Geçmiş Geçmez Hiç

Fakat ne bilirdik ki, işler gittikçe kötüye gidiyor. 83-85 arası zahmetli seneler oldu.


Vakti, geçince anlatmak kolay gibi gelir insana; fakat öyle değil. Zor geçmiş vakitleri sonradan anlatmak da zordur. O vakte gidersin, o hâlleri yeniden yaşarsın. Suratın asılır, için daralır yine. Sonra gelir kalbine vurur, beynine vurur; çöreklenir kalırsın yerinde. Kalp krizi, beyin kanaması, felç falan diyorlar ya; hepsi üzüntüden. Yaşlılar bundan ötürü zayıftır; bedenleri kolay kırılır, duyguları hemencecik tarümâr olur.

Onları hangi sözünüzle, hangi tavrınızla üzdüğünüzü, sevindirdiğinizi bilmezsiniz. Küçücük bir umursamazlık, acı bir kelime kalbimizi eskiden tanıdığımız depremlerle yeniden sallar. Ufak bir alaka bizi memnun eder. O yüzden derim; çocuklar olmasa, yaşlılar olmasa gençlerin merhameti olmaz.

Kimse anlatmıyor artık size yaşlıların ne kadar hassas olduğunu. Çocuklarınızdan pay biçin; biz de öyleyiz… Onlar bilmezler, sonrayı evveli, ama biz biliriz. Çocuklarınız size yük mü olur bazen, biz biliriz ki o zaman biz de size yüküz. Vakit, döner gelir sizi de bulur, ben kulağınıza kaçırayım, haberiniz olsun.

Kenan Evren, hayatımıza kastettikten sonra yapıp ettiklerim, bana 60-70 arasında yaşadıklarımı hatırlattı; lakin o zaman gençtim, gözlerim iyi görüyordu. 80’den sonra gözlerimde bir sıkıntı başladı. 77’de üşütmüştüm ağırca, ateşlenmiştim; oradan hasar kaldı demişti, 90’lı senelerde büyük oğlumuzun ısrarıyla gittiğimiz göz doktoru.

Ateşim yükselmiş, o ateş bütün göz sinirlerimi yakıp geçmiş. Üç sene sonra kendini belli etmeye başladı.  Kur’an okumakta zorlanıyordum. Her sabah dükkânı açıp etrafı toparladıktan, dükkânın önünü süpürdükten sonra açar Kur’an okurdum.  Güzel günlerdi.

Hastalandığım o gün bugün gibi aklımda. Köyden gelip dükkânda akşama kadar oturan bir misafirimi de eve getirmiştim. Annemin akrabalarından Abbas’tı. Ertesi gün pazar geçmiş vakit; gece üşüdüm. Hanıma üstüme battaniye ört dedim, örttü.  Sabaha kalkamıyorum, halsizim, üşüyorum. Neyse bir ara baktım Abbas, kalkmış o da benle ilgileniyor, ama çare yok. Doktora götürmek de kimsenin aklına gelmiyor, ben de geçer diye bekliyorum.

Abbas ne bulduysa örttü üstüme, terlesin geçer diyor. Anam, hanım çocuklar etrafımda. Bir ara baktım hepsi ağlıyor. Babam ölecek mi diye soruyor çocuklar. Kendimden geçmişim. Artık ne kadar vakit geçti bilmiyorum; kendime geldiğimde boğazım kurumuş, terden sırılsıklam olmuştum. Sesim de çıkmıyordu, ancak su diyebildim. Gözlerimi zor açtım, baktım herkes ağlıyor. Ben su isteyince bir çığlık koptu, kızlardan biri bağırıyor, babam ölmedi, yaşıyor diye. Câhillik böyle bir şey. Ateşi olan adamın üstü mü örtülür? Ateşi düşürülür, öğrendik ama iş işten geçti. Biz darbeyi yedik.

 Asker Belediye başkanı köy arabalarını şehre sokmayınca bizim işler bozuldu ya. Köylere servis çıkaracak durum yok, ehliyet yok, iş yapacak yetişkin erkek evlat yok. Büyük oğlumuz daha 12 yaşında. Sene 82. Yeni bir iş kuramamamın en büyük sebebi gözlerimdeki bozukluktu. Anlatırdım ama kimse inanmazdı. Tabi bir de düzelir diye umut ediyorsun. Hem yaş kırkı geçince insanın içi de geçiyor. Öyle bir sıkıntı ki anlatılmaz. Ömrüm boyunca olmazı bilmemişim, elimi olacak diye her işe sarmışım. Çabalamışım, Allah’tan umut kesilmez demişim.

Yine rızkı Allah verir, deyip 85’te dükkânı mahalleye taşıdık. Biliyordum pek iş olmayacağını ama... işte. Bizim akraba kısmı, komşu kısmı sen para kazanacaksın diye senden alışveriş yapmaz. Yolunda varını yoğunu sarf etsen de yapmaz. Niye öyledir bilmem. Halbuki ben eş dost kazansın diye, alış verişimi tanıdıktan ahbaptan yapardım. Neyse…

O aralar hiç unutmam. sene 81; Ramazan Ayı yaza denk gelmiş, yaz sıcağı, günler uzun, Adana yanıyor. Takatsiz kalıyorsun. İşler de henüz tam durmamış; köylü öyle ya da böyle geliyor seni buluyor. Baktım bir gün bizim delikanlı soruyor: “Baba şezlonglar kaç para?” Bilirdim kafasında bir şey varsa önce soru sorardı. “Hayırdır, babam?” dedim. “Şezlongu ne yapacaksın?”… Durdu yüzüme baktı; “Bir şezlong alsak baba, sen çok yoruluyorsun, biraz uyursun, müşterilere ben bakarım!” dedi.

Öyle mi, öyle. Tamam dedim, gürgenden şezlonglar yeni çıkmış, adamın biri omzuna atmış birkaç tane, geze geze satıyor. Demek o adam geçmiş dükkânın önünden oğlum da görmüş. Aldık bir tane 40 liraya. 

Hakikaten rahat ettim. Öğleden ikindiye doğru geçen vakit yakıyor, kavuruyor. O esnada bir saat kestirdim mi yetiyor bana. Yaz; okul da yok. Bir sevindim, bir sevindim ki. O yaşa kadar anamdan başka kimsenin benim için dertlendiğini görmemişim; insanın evladının olması bu yüzden güzel. O sene Ramazan güzel geçti. O şezlong, aradan otuz sene geçmiş hâlâ durur; onu gördükçe oğlum gelir aklıma, gülümserim.

Zaten erken kapatıyoruz, erken derken iftardan önce kapatıp eve gidiyoruz, Senede bir ay boyunca çocuk çocukla akşam yemeği yeme fırsatımız oluyor. Kalan on bir ayda ancak yatsıdan sonra eve gelebiliyorsun. Bakkallık cefa mesleğidir, dert yatağıdır, sır kapısıdır. Bizim dükkân iş, aş kapısı olduğu için daima açık. Sabah namazından yatsı namazına kadar. Yazın sıcak, kışın soğuk.

Televizyon yok; almamışız, almıyoruz ahlaksızlık var diye. Radyodan 'İftara Doğru' dinliyoruz, Ankara’yla aynı anda iftar ediyoruz. “Allah’ım senin rızan için oruç tuttuk, sana inandık, sana güvendik; senin verdiğin rızıkla orucumuzu açıyoruz, kabul eyle!” ne güzel dua. Envâi çeşit yiyecek olur iftar sofrasında. Bir de gündüz canın ne çekerse akşama onu koyarsın sofraya. Öyle de tadını özler insan nimetin.

Terör bitmiş, darbe de olsa memlekette huzur var.  Özal seçilmiş, millette böyle geniş bir ufuk var. Fakat ne bilirdik ki, işler gittikçe kötüye gidiyor. 83-85 arası zahmetli seneler oldu. Yine sıkıntı sardı. Anlatacağım o vakitleri, inşallah. Şimdilik selametle… Geçmiş geçmez hiç.




 Piro Zaza, Sonsuz Ark, 21.04.2013

Seçkin Deniz Twitter Akışı