12 Ağustos 2012 Pazar

SA30/SD8: Gri İstanbul Gölgeleri / Medeniyet Çıkmazı Câri İstanbul 6



Bir Haftalık (6-12 Temmuz 2012) Gezi Notları 6

F- Pazartesi -  Dördüncü Gün:

FA - Altunizâde-Metrobüs, Çağlayan Adliyesi-Abide-i Hürriyet, Okumadığım Fatiha/ Türkiye'nin Zaferi:

Remzi'nin evi ve işyeri arasındaki ulaşım çok kolay... Üsküdar-Kabataş vapur hattı, zorunlu olmadıkça arabayı devreden çıkarıyor. Remzi'nin dostlarını telefonla arayabileceği geniş bir zamanı oluyor bu arada... Bütün elit(!) beyaz olmayan İstanbullular, hayatlarını trafiğe göre düzenlemiş durumdalar zaten.

Sabah erkenden kalktık, Remzi'nin Çağlayan Adliyesi'nde davası vardı; o ekmek almaya giderken ben de çay demledim... Üniversite günlerim gelmişti aklıma... Bence hayatı tek başına yaşamayı öğrenmesi için bile olsa her insan üniversite hayatı yaşamalı... öyle yurtlarda falan da değil, bizzat evlerde... yapmasa aç kalacağı yemeği, yıkamasa kirli giyeceği gömleği, temizlemese kokacağı lavabosu olmalı insanın...

Bayırdan aşağı inmek kolaysa da, Remzi sık sık uyarıyordu, "Kenardan yürü!" diye... Zira arkamızdan gelecek olan bir araba bizi de beraberinde götürürdü...



Bu kez metrobüsle gidecektik. Altunizâde'den  bindik, Çağlayana geçtik. Yüksek güvenlikli Kule tipi Çağlayan Adliyesi, beş yıldızlı otel konforunu sunuyordu insanlara... Biraz başkaydı bu adliye... Çalışan büro elemanları, büroların teşrifi, avukatlar, davalılar, davacılar,  hakimler, savcılar... galiba hepsi binanın modern görünümü ile birlikte gözüme daha steril daha zengin göründüler... Her şey burada adil bir yargılama olacağına inandırıyordu insanı...



Anadolu'nun adliyeleri, sorunlarını çözemeyen fukara insanlardan oluşuyordu; zenginler pek uğramazlardı bu tür yerlere, adalete ihtiyaçları yoktu... Fakirler ise, olmayan adalet yüzünden kendi elleriyle çözerlerdi adaletsizliği... Dışarıdan da işin içyüzünü bilmeyenler tarafından cehaletle suçlanırlardı... Unutuldu mu bilmiyorum, Türkiye'de 300 yıla yakın bir süredir kimse mahkemelerden adalet bekleme saflığına düşmüyordu.

2010 referandumundan sonra HSYK ve Anayasa Mahkemesi beyazların ellerinden halkın iradesi ile zorla alındığından beri insanlar adalet bekler oldular modernleşen adliye saraylarında... Tayyip Bey'in söndürdüğü sahte adalet fenerlerinin yerine gerçekten hassas olmak zorunda kalan bir terazi geçmişti heykeldeki kadının eline... terazi canlanmıştı,yeterli değildi belki ama... oluyordu işte... İstanbul'un batakhanelerinde alem yapan hakimler ve savcılar, vicdanla cüzdan arasında kaldığını söyleyen yargıtay başkanları gördük biz...

15.07.2007 tarihli 'Hukukun Üstünlüğüne Hâlel Getiren Gayr-î Meşru İlişkiler' başlıklı analizimde şöyle anlatmışım:

"Bir ülkede kamu görevlileri olan hukukçuların (savcı, hakim) kanunların uygulanışında; özellikle suçun tesbitinde, delillerin değerlendirilmesinde ve nihâyetinde kararın verilmesinde mümkün olan en âdil tavrı göstermesi/göstermemesi hukuk sisteminin işlerliğini ve ülkedeki haklar çatışmasının sağlığını doğrudan etkiler. Kamu hukukçuları âdil ve tarafsız davranmadıkları zaman, sadece tâciz ettikleri tarafların değil,buna bağlı olarak o ülkede yaşayan insanların tümünün adalete güven duyma hassasiyetlerini de yıpratırlar. Güçlü olan haklı olur, haklı olan güçsüz mağdur olur.

Türkiye gelişimini maksimum düzeylere taşımış sistemlere göre hukukun üstünlüğü kriterlerine maalesef yeterince uyuyor sayılamaz. Türkiye'de adalet hukukçuların özlük haklarından,kanunlardaki sistematik entegrasyon bozukluğuna ve bina/ödenek gibi maddi sebeplerin yetersizliğine kadar bir çok ağır sorunla boğuşmaktadır. Kuşkusuz bu sorunların hiçbiri hiçbir hukukçunun adil davranmasına engel sayılamaz. Ancak; bir savcının veya yargıcın atanma usulleri ile ilgili sorunların çözüm sistemi, kişilerin veya kurumların keyfî, ideolojik veya çıkar amaçlı yapılanmaların doğrudan müdahalesine açıksa; yolsuzluk ve soygun mekanizmalarından pay alan siyasi otoritenin bazı unsurları, bürokratlar, iş adamları çıkar döngüsü kurmuşsa, yargıç ve savcıların adil davranmaları kendileri için hem mesleki hem de hayatî risk taşıyacaktır. "(15)

Yargı reformu yapmak isteyen Tayyip Bey'in karşısına dikilenler İHL Mezunu Başbakan'ı içine sindiremediklerini söyleyen TBB Başkanı ve beyazlardı yine... Neden mi karşı çıkıyorlardı

27.07.2008  tarihli 'Hukuk Bazlı Reformlar ve Ürken Fincancı Katırları' analizimin son iki parağrafı:

"Cumhuriyet sistematiği içinde karşılarına çıkan bir siyasi gücü, demokratik standartlara göre iktidar olan bir partiyi, erkler ayrılığının diğer bir ayağı olan yargı tarafından ekarte etmeyi hukuk devletinin ilkelerine bağlayan bir mantığın, halk için gerekli olan reformları önemsemesi mümkün müdür? Bugüne dek elde edilmiş olan kişisel ve kurumsal rantların ve çıkar döngülerinin artık sürdürülebilir olmadığını anlayan bu mantık güdücülerinin esas derdi nedir? Gerçekte karşılarındaki esas gücün milletin kendisi olduğunu deklare ettiklerini de fark etmiyorlar mı? İdeolojik saptırmalarla def etmeye çalıştıkları tehlike(!), milletin menfaati değil midir? Hukuksuzluğun içinde bataklananlar, hangi etik ölçeklere göre hukuktan bahsedebilirler ki?

Anlatabildim mi, bilemiyorum. Onlar başlarına gelecekleri biliyorlar. Kaybedecekleri her şey bu ülkenin çocuklarına birer kazanım olarak geri dönecek. Ama onlar kendi kazanımlarını Cumhuriyet'in kazanımları olarak yutturmaya çalışmaktan vazgeçmiyorlar. Kimsenin derdi, Başbakan değil, bizzat Başbakan'ın- ve ekibinin- bu ülkeye kazandıracakları. Hukuk konusunu daha fazla genişletmeden çıkalım. Siz kime kızacağınıza karar verin. Kimi takdir edeceğinize de. Vicdanım, bunları söylememin gerekli olduğunu söylüyor." (16)

Çağlayan adliyesindeki herkesin kaliteli kıyafetleri ve aksesuarları vardı ve aslında adalete muhtaç olan o kadar çok elit(!) ve beyaz vardı ki! Ama çoğu zengin görünümlü avukatlarıyla temsil ediliyorlardı. Görevli delikanlılar yakışıklı, kızlar bakımlı ve güzeldi.. Bunun özel bir tasarım olduğunu düşündüğümü söyledim Remzi'ye; şaşırdı, hiç dikkat etmediğini söyledi... Bir ayağınız düşerse bakın bakalım haksız mıyım, Amerikan adaletinde bu tür teknik ayrıntıların gücünü bilmiyordu sanırım Remzi... Biz de Küçük Amerika değil miydik?


Çay içmek için balkona çıktık, tam  önümüzde aşağıda, Abide-i Hürriyet dedikleri bir yer vardı. Sultan Abdülaziz'i tahttan indiren, İmparatorluğu beyazların oyuncağı haline getiren Mithat Paşa, 31 Mart'ın Mahmut Şevket Paşa'sı, İttihat Terakki'nin Talat  ve Enver Paşaları yatıyorlardı yan yana... Enver Paşa açılışını yaptığı anıta gömülmüştü, 95 yıl sonra...

-Abide-i Hürriyet diğer adıyla Hürriyet-i Ebediye Abidesi, 31 Mart Vakasında ölenlerin anısına İstanbul'un Şişli ilçesinde Hürriyet-i Ebediye Tepesi'nde dikilmiş olan anıt. Türkiye'de yapılmış ilk ulusal anıt. 1909'da yapımına karar verilen anıt için Mimar Muzaffer Bey'in projesi seçilmiş. Anıtın altı da üçgen biçiminde bir cami olarak yapılmış. İkinci Meşrutiyet'in birinci yıl dönümünde, 23 Temmuz 1909 tarihinde yapılan İyd-i Millî kutlamaları sırasında temeli atılmış. 3. yıldönümü olan 23 Temmuz 1911'de ise Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın hazır bulunduğu bir törenle açılmış. Anıtın yer aldığı alanda 31 Mart Vakasında ölen Kurmay Binbaşı Ahmet Muhtar, Deniz Binbaşı Salih, Üsteğmen Bekir ve 68 er defnedilmiş.

Sonraki yıllarda anıt ve çevresindeki alan,bazı 2. Meşrutiyet ve İttihat ve Terakki hareketi önde gelenlerinin defnedildiği bir anıt mezarlığa dönüştürülmüş. Bu alana defnedilen diğer kişiler şöyle (defin tarihleri sırasına göre):

Sadrazam Mahmut Şevket Paşa (1856-1913), birlikte şehit olan koruması Kazım Ağa ve Yaveri İbrahim Efendi, Sadrazam Talat Paşa (1874-1921. Ölümü ve ilk defni Berlin. Yeniden defni 25 Şubat 1943), Milletvekili (6. ve 7. Dönem) Atıf Kamçıl (1884-1947), Sadrazam Mithat Paşa (1822-1884. Ölümü ve ilk defni Taif,Suudi Arabistan. Yeniden defni 26 Haziran 1951), Milletvekili (1., 5. ,6. 7. Dönem) Eyüp Sabri Akgöl (1884-1953), Milletvekili (3.Dönem) Mithat Şükrü Bleda (1874-1956), Harbiye Nazırı Enver Paşa (1881-1922. Ölümü ve ilk defni Çeğen, Tacikistan. Yeniden defni 4 Ağustos 1996)- (17)

Sonuçlarına bakıldığında burası olsa olsa beyazların egemenliğini kayıtsız şartsız ilan eden Abide-i Esaret olurdu bu millet için.

Çağlayan Adliyesi, bir kısım tutuklu beyazın yargılandığı yerdi... Onlar misilleme saysalar da durum buydu. Türkiye, büyük bir zafer kazanmıştı 2007'de... Anlatmışım...

05.01.2010 tarihli, 'Türkiye’nin Zaferi' başlıklı ,'Türkiye’de Yüksek Gerilim ve Karmaşık Süreç  ya da İdeolojik Savaş, Pervasız Duruşlar/Saldırılar ve Acımasız Soğukkanlılıkların Kökeni' alt başlıklı uzun analizimde ulaştığım sonucu paylaşmak istiyorum sizinle:

"Türkiye’nin cefâkâr ve fedâkâr insanları, Türkiye Cumhuriyeti’nin bürokratik tüm kurumlarına sızdıkları gibi Türkiye Cumhuriyeti Ordusu’nun kurmay subayları arasına sızan küresel hegemonik tek güç olan Masonik/Siyonist/Kabalistik örgütlenmeye karşı zafer elde etmişlerdir." (18)

Remzi'nin işi bittikten sonra aşağı indik, Abide-i Hürriyet diye adlandırılan, bence imparatorluğu katledenlerin yattığı mezarlığa indik... İçimden Fatiha okumak gelmedi... Burada yatıyorlardı. Onların sebep olduğu savaşa gidip de dönmeyen, mezarlarını dahi bilmediğimiz milyonlarca dedemiz gibi, babamızın iki dedesi Ali ve Mehmet Dedelerimin mezarları bile yoktu. Oysa beyazların mezarları mermer kitabeler ve şiirlerle dolu... o kadar huzur içinde ölmüşler ki...


FB - Taksim, Dönüş Bileti, Kabataş İskelesi, Dolmabahçe Camii, Sarayı/ Çağdaş Şadırvan:

Çağlayan'dan Taksim'e döndüğümüzde her yer her renkten insanla doluydu... Japonları sessiz bilirdim; grup hâlinde bekleştikleri otelin önünde bağıra bağıra konuştuklarını görünce şaşırdım... Biz mi sessiz sanıyorduk; ABD'nin vahşi atom bombalarının onlara sonsuz acı verdiğini düşünüp fazla iyimserlik mi yükledik, bilmiyorum. Belki de heyecanlı bir turdan henüz dönmüşlerdi.

Remzi İstiklâl caddesinin sol baş tarafındaki büfeye sürükledi beni.. Zorla ıslak hamburger yedirdi; "Meşhurdur buranın Islak Hamburger'i!" diyerek... Yediğimiz etlerin helalliği hususunda epey dikkatliydi Remzi... Yılların alışkanlıkları vardı onda... Nerede ne var, bilirdi...

Perşembe akşamı, yani 7. gün dönecektim. Otobüs firmasının Taksim'deki  bilet satış bürosuna giderek bilet işini de hallettikten sonra Remzi'nin bürosuna döndük tekrar. Remzi'nin çalışması gerekiyordu büroda ve bana kocaman bir öğleden sonrası kalmıştı gezmek için... "Abdülhamid'in Tünel'ini gördün mü?" diye sordu bana... Yıllardır gelip gittiğim halde öyle bir yer olduğundan bile habersizdim... "Asude Kafe'ye de git, yazarlar çizerler gelir takılırlar oraya!" dedi Remzi.


Kabataş İskelesi'ne indim. Tramway'a binip Karaköy taraflarına gitmemi söylemişti Remzi. Solda bir cami gördüm, denize kıyı... İlerledim camiye ve boğaza bakarak. 


-Dolmabahçe Camii, Sultan Abdülmecit'in annesi Bezmialem Valide Sultan tarafından başlatılıp ölümü üzerine Sultan Abdülmecit tarafından tamamlanan ve tasarımı Garabet Balyan'a ait olan bir yapı imiş. Asıl adı Bezmialem Valide Sultan Camii; ama konumu nedeniyle Dolmabahçe Sarayı bütünü içinde düşünülüp birlikte anılan Dolmabahçe Camii, iki yılı aşkın bir yapım süreci sonunda 23 Mart 1855’te bir cuma töreniyle ibadete açılmış.-(19)



Abdest almak için şadırvanını sorduğumda, tarif ettikleri gibi ilerledim ve Beyoğlu Müftülüğünün yer aldığı yandaki binanın dışarıdan merdivenle inilen bodrum katına girdim. Girer girmez de şaşkınlıkla etrafıma baktım... Özgün bir tasarımı vardı şadırvanın.  Kadir Topbaş, turistik camilerin tümünde bu tür  özel tasarım şadırvanlar yapılması için talimat vermiş, bu ilkmiş...

Dolmabahçe Camii'ne girdiğimde   ibadete açık olmasına rağmen restorasyonun sürdüğünü gördüm. İç mimarisi, tasarımı ve minareleriyle diğer Osmanlı camilerinden ayrılıyor gibi gelmişti bana... biraz daha İtalyan havası vardı biraz daha kilise... Belki de tasarımcısının bakış açısı sinmişti camiye.. ancak restorasyon son derece sıcak ve estetik bir yapı olduğunu da gözler önüne sermişti... Bol bol fotoğraf çektim.



Dolmabahçe Sarayı'na da hiç gitmemiştim. Uzaktan heybetli bir giriş kapısı görünüyordu. Pazartesi günleri kapalı olduğu için içini gezemedim...  Çocukluğumuzda Mustafa Kemal Atatürk'ün vefat ettiği saray olarak işlendi zihnimize Dolmabahçe Sarayı... Boğaza nazır, nefis bir panoramaya sahipti.


Osmanlı Hazinesi'ni batıran bir saraymış Dolmabahçe Sarayı...

-Sultan I. Abdülmecit tarafından yaptırılan  saray, Avrupa mimari üsluplarının bir karışımı olarak, Ermeni olan Garabet Amira Balyan ve oğlu Nigoğos Balyan tarafından 1843-1855 yılları arasında inşa edilmiş. 1855 yılında tamamıyla bitirilen Dolmabahçe Sarayı'nın açılış töreni 7 Haziran 1856'da yapılmış. Abdülmecit döneminde üç milyon kese altın olan sarayın borcu, Maliye Hazinesi'ne aktarılınca, zor durumda kalan maliye, aylıkları, ay başı yerine ay ortalarında, sonraları da 3-4 ayda bir ödemek durumunda kalmış. 5.000.000 altına mal olan Dolmabahçe Sarayı'nda Sultan Abdülmecit sadece altı ay yaşayabilmiş.- (20)


İnternete düşen ses kayıtlarına göre Tayyip Bey'in Dolmabahçe Sarayı'ndaki çalışma ofisinde yaptığı çalışmalar bazı muvazzaf subayları rahatsız ediyormuş... Çok ciddi simgesel sıkıntıları olan insanların orduda görev yapıyor olması beni rahatsız ediyordu. Nihayetinde bir mekân işte.. Versaille, Beyaz Saray gibi.. bu kadar abartmanın ne gereği vardı Atatürk de Padişah'tan kalan bu sarayda ikamet etmemiş miydi Padişah mı oldu ikamet edince?

Askerimiz zeki, geniş kültürlü, hoşgörülü ve vatanperver olmayı, Başbakanı'na, Cumhurbaşkanı'na onları halk seçtiği için saygılı olarak gösterebilirdi, ancak... alaşağı etmek için onlarca kumpas kurarak değil. Asker eliyle Padişah, Cumhurbaşkanı, Başbakan deviren, öldüren, asan beyazların bunu çok iyi anlaması gerekiyor.. Türkiye asla geriye gitmeyecek, beyazlar sonsuza dek azar azar çekilecekler bu halkın omuzlarından...

Ses kayıtlarından çok şey öğrenmişti Türkiye... ama artık öğrenemeyecek; niyeyse yasaklandı. AİHM eleştirmiş galiba...

Dolmabahçe'den dönüşte Kabataş İskelesi'nin önünden tramvaya bindim... Elimde, okumak niyetiyle yanıma aldığım Amerikan Tarihi'yle...


FC - Tramvay, Tophane, Kılıç Ali Paşa Camii, Meydan Çeşmesi, Nusretiye Camii/ İnşaat Mühendisi Ahmet Bey:


Tramvay'dan indiğim yerde gördüğüm cami, Ayasofya'nın bir kopyası gibiydi... Adı Kılıç Ali Paşa Camii imiş... Bulunduğum yer de tophane ... Kaptan-ı Derya Kılıç Ali, Mimar Sinan'a 1580 yılında yaptırmış. Restorasyondan henüz çıkmış; önünde küçük bir maketi de vardı. Türbe, medrese ve hamamdan oluşan bir de külliyesi var.

Yan tarafta gördüğüm şadırvana benzer büyük yapı da Osmanlı/Meydan/Tophane Çeşmesi.


-Sultan I. Mahmut tarafından 1732 yılında yaptırılmış bu çeşme, İstanbul’un üçüncü büyük meydan çeşmesi imiş ve şehirdeki en yüksek duvarlı çeşme özelliğine sahipmiş... Tarih kitabesi şair Nafihi'ye aitmiş. 1. Mahmud Han Çeşmesi adıyla da bilinirmiş. Tophane Çeşmesi, güneyden Kılıç Ali Paşa, kuzeyden Nusretiye camileriyle, batıdan Tophane atölyeleri ve doğudan rıhtım ile çevrili Tophane Meydanı’nın ortasında inşa edilmiş. Zamanla kıyının doldurulmasıyla denizden uzakta kalmış. 1700- 1740 yılları arasında meydanların ortasına geniş saçaklı, anıtsal meydan çeşmeleri yapılmış. Böylece çeşme yapımında klasik Osmanlı üslubundan Batı üslubuna geçiş yaşanmış. Çeşmenin açılışı ile Taksim Suyu Sistemi faaliyete girmiştir ve Padişah Taksim'den suyu kendi eliyle salıvermiş.- (21)

Biraz geride, Tophane Çeşmesi'ne yakın , yol üstünde bir cami daha vardı... Bakımsız ve yalnız görünüyordu. Oraya doğru yürürken tuhaf bir duygu sarmıştı zihnimi.. pek de isteksizdim... Ama  gittim. Cami'de restorasyon yoktu. Nusretiye Camii idi adı...


-Nusretiye Camii, İstanbul'un Tophane semtinde bulunan 19. yüzyılda inşa edilmiş selatin camilerden biriymiş.. Halk arasında daha çok “Tophane Camii” olarak anılırmış.1823’teki Firuzağa yangınında yanmış olan “Arabacılar Kışlası Camii”’nin yerinde II. Mahmut tarafından yaptırılan ve “Nusretiye” adı verilen camii, 1826’da ibadete açılmış. Mimarı Krikor Balyan'mış. Yapı, tarihi İstanbul’un sınırları dışında inşa edilmiş en büyük camilerden biri olan bu cami, yapıldığı yıllarda İstanbul'da etkin olan ampir ve barok üslup etkisindeki  sebil, muvakkithane ve şadırvanı da Tophane'yi süslermiş.-(22)

Dolmabahçe Camii ve Nusretiye Camii müslüman elinden çıkmadıkları gibi tipik katedral özelliklerini taşıyorlardı, işlemeleri ve sanat kompozisyonlarıyla... Osmanlı, mescidleri imar edenlerin Müslüman olma koşulunu bozmuştu.

Cami'de Sultan Mahfili ve vüzera mahfili de varmış, ama ben göremedim. Ataşehir' de yaptırılan Mimar Sinan Camii'nde VİP tartışmaları gelmişti aklıma... gülmüştüm... Selatin camilerinin teknik ayrıntısı idi bu tür mahfiller... ve Padişahlara yapılan suikastlere karşı önleyici tedbirler sınıfındandı...

Çıkışta, bir turistle konuşan Ahmet Bey  ile tanıştık. Merdivenlerin bitimindeki bir taşa oturmuş, camiye bakıp durmaktaydı. Nusretiye Camii'nin neden restore edilmediğini merak ediyordu... Epeyce konuştuk, inşaat mühendisi imiş... yaşını gün olarak söyledi... "İnsan gün gün yaşar!" dedi, "Yıl yıl değil..."

Yürüdüm... ama sıcak... ne sıcak hem de... Amerikan Tarihi'nin kapağı terimle ıslanmıştı...


FD - Asude Kafe'den Karaköy Karakolu'na/ Elde Amerikan Tarihi- Tel'de Remzi:

Bakıp duruyorum, karşıma çıkan kafelerde çalışan garsonlara soruyorum, ama Asude Kafe yok. Solda denize doğru uzanan binalar var Gümrük müdürlüğü falan yazıyor... döküntü binalar, İstanbula yakışmayan harabeler... Galataport dedikleri yer burası mıydı acaba Hani ihalesi yapılan ve sonra iptal edilen... Muhteşem bir yer, ama ölü... sokakları toz toprakla dolu...

Elde telefon Remzi'ye sorup duruyorum... O da tam bilmiyor yerini... Gide gele, nihayet  birbirine muhalif yazarların buluşup bilek güreşi yaptıkları yer olan Asude Kafe'nin kapandığını öğreniyorum. Karaköy Karakolu'nun yanındaki binanın altında imiş; şimdi bir dekorasyon mağazası...


Tarihi Karaköy Karakolu'nun  fotoğrafını çekiyorum, nöbetteki polis memurundan izin alarak... II. Mahmut zamanında yapımına başlanan 250 karakoldan sağ kalan 32 karakoldan, iç ve dış bütünlüğü korunan tek karakol... Kim bilir duvarları neler duymuştur, neler görmüştür...

Yürüdüm...  II. Abdulhamid'in zaman tünelini arıyordum.


FE - Abdulhamid'in Zaman Tüneli- Fethin Sembolü Galata Kulesi, III. Murat'ın İmpatorluğu Yıkma Kararı / Karanlığın-Kötülüğün Merkezi:

Karaköy köprüsünün bu berisi filmlere konu olan özelliklerini taşıyor hâlâ... Altgeçit Çarşısı'nda bir işportacıya soruyorum "Bu yol nereye çıkar?" diye... verdiği cevap mükemmel: "Dışarı çıkıp bir taksiye binsen, dünyanın her yerine!"



Tünel'e girişi arıyorum, bağımsız bir bina olarak... Bir apartmanın altında, otomobil kaporta atölyesi gibi bir girişe sahip olduğunu nereden bilirdim ki Zaman Tüneli'nin?... Nihayet buldum ve Tünelin Girişi'nden hemen bir kaç metre ötede tarihi tramvayı gördüm... Bindim... Makiniste soruyorum; "Kaç kilometre?" Cevap: "570(3) metre!"... "Nerede bitiyor?", "Galata'da!"

- Londra’dan sonra dünyanın en eski ikinci metrosu olan Tünel’in oluşum hikayesi Fransız mühendis Eugene Henri Gavand’ın girişimiyle başlamış. Gavand, dönemin ticaret ve bankacılık merkezi olan Galata ile sosyal hayatın kalbinin attığı Pera arasında sürekli mekik dokuyan insanları gözlemlemiş ve Yüksekkaldırım Yokuşu ile Galip Dede Caddesine alternatif bir yol düşünmüş. Bu iki merkezi birbirine bağlayacak asansör tipinde bir demiryolu projesi için Osmanlı Padişahı Sultan Abdülaziz Han'ın huzuruna çıkarak, 10 Haziran 1869’da Tünel yapım imtiyazını almış. İşletme süresi 42 yıl olarak belirlenen Tünel `yap-işlet-devret` modeliyle inşa edilmiş.

Tünel yapım çalışmaları 30 Haziran 1871’de başlamış. Temmuz 1872’de İngiliz uyruklu “The Metropolitan Railway Of Constantinople From Galata to Pera” adlı şirketin  tescili yapılmış. 05 Aralık 1874’de yapımı tamamlanan Tünel’de hayvan taşımalı deneme seferlerinin ardından 10 para yolculuk ücreti karşılığında insan taşımacılığına geçilmiş. Tünel, 17 Ocak 1875’te yerli ve yabancı muteber davetli topluluğunun katıldığı görkemli bir törenle hizmete alınmış - (23)

Adı neden Abdulaziz Tüneli değildi ki Abdulhamid devrinde açıldığı için mi? Vefasızlık bu İstanbul, dikkat et, zihninden mağdur, mazlum Abdulaziz'i silmişler senin!


Tarihi tramvayla kısa yolculuğumuz bitince, Galata Kulesi'ne yöneldim... Kule'yi bulduğumda -ki yakın ve ara sokaklardan görünmediği için bulmak epey zor oldu- bu taş yapıyı incelemeye başladım. Büyük bir kitabesi var Galatalılardan Fatih'e teslim edilişi ile ilgili... Merdivenlerinde ise bitmezmiş gibi görünen bir kuyruk... Beklemek istemedim... Duvarlarını inceledim; bir kaç yıl önce yapılmış gibi el yapımı idi her şey... Kitabe Osmanlı'nın gücünü anlatıyordu pirinç harflerle... Bana Ayasofya'dan daha çok  net göründü Fethin Sembolü olarak  Galata Kulesi... ilk yapanlar da Cenevizliler; İtalyanlar değil tabi...



-Galata Kulesi, İstanbul'un Galata semtinde bulunan ve şehrin en önemli sembollerinden biri olan 528 yılında inşa edilmiş. Galata Kulesi dünyanın en eski kulelerinden biri olup, Bizans İmparatoru Anastasius tarafından 528 yılında Fener Kulesi olarak inşa ettirilmiş. 1204 yılındaki 4. Haçlı Seferi'nde geniş çapta tahrip edilen kule, daha sonra 1348 yılında İsa Kulesi adıyla yığma taşlar kullanılarak Cenevizliler tarafından Galata surlarına ek olarak yeniden yapılmış. 1348 yılında yeniden yapıldığında kentin en büyük binası olmuş.  Kule 1445-1446 yılları arasında yükseltilmiş.

Kule Türklerin eline geçtikten sonra hemen her yüzyıl yenilenmiş ve tamir edilmiş. 16. yüzyılda Kasımpaşa tersanelerinde çalıştırılan Hıristiyan harp esirlerinin barınağı olarak kullanılmış. Sultan III. Murat'ın müsaadesiyle burada müneccim Takiyüddin tarafından bir rasathane kurulmuş, ancak bu rasathane 1579'da kapatılmış.

17. yüzyılın ilk yarısında IV. Murat döneminde Hezarfen Ahmet Çelebi, Okmeydanı'nda rüzgarları kollayıp uçuş talimleri yaptıktan sonra, tahtadan yaptırdığı kartal kanatlarını sırtına takarak 1638 yılında Galata Kulesi'nden Üsküdar-Doğancılar'a uçmuş. Bu uçuş Avrupa'da ilgi ile karşılanmış, İngiltere'de bu uçuşu gösteren gravürler yapılmış. 1717'den itibaren kule yangın gözleme kulesi olarak kullanılmış. Yangın, ahalinin duyabilmesi için büyük bir davul çalınarak haber verilmekteymiş. III. Selim döneminde çıkan bir yangında kulenin büyük bölümü yanmış. Onarılan kule 1831 yılında başka bir yangında yine hasar görmüş ve onarılmış. 1875 yılında bir fırtınada külahı devrilmiş. 1965'te başlanıp 1967'de bitirilen son onarımla da kulenin bugünkü görünümü sağlanmış. - (24)

Yorgun bir günün sıcak ayazında  Galata Kulesi'nden İstiklal Caddesi'ne yollandığımda, elimdeki Amerikan Tarihi'nden bir tek sayfa okuyamamıştım daha... III. Murat'ın dergahlara kulak verip çöpe attığı bilim, yoksunluğu ile koca imparatorluğu cehalet merkezine dönüştürecek ve böylece Osmanlı III. Murat'ın bu basiretsizliği ile yıkılıp gidecekti...

Şahkulu diye bir mescid mi olur? İkindiyi kılamadım zaten, içim elvermedi.. Bana göre kötülüğün tek merkezi olan Galata Mevlevihânesi kapalıydı zaten ... Karanlığın beslendiği, simsiyah bir yerdi Galata... Hiçbir zaman medeniyet üretmemişti, aksine, beyaz diye yutturulan kapkara adamların hâlen cirit attığı bir çirkef yuvasıydı. Osmanlı'nın son döneminde buralardaki fitne fesad kazanlarını tarih yazıyor zaten... Midem bulanıyordu.



FF - İstiklal Caddesi /Özenti Yetmezliğinden Üreyen Masumiyet Müzesi:



Taksime doğru yürüyorum İstiklal Caddesi'nde... sağa aşağıya bir ok gösteriyor tabela... Masumiyet Müzesi... Çukurambar'daki eski bir yapıyı satın alıp onaran Orhan Pamuk, batılı yazarlara özenerek romanının adına eş bir müze kurmaya, romandaki kahramanlara ait küçük aksesuarlar yerleştirmeye karar vermiş...



Görmek için inmedim aşağıya.. Tomtom Kaptan Camii'nin karşısındaki sokağa iki yıl önce inmiştim. Onarım sürüyordu ... California'da üniversitede okuyan bir  Türkiyeli kız, Amerikalı eşi, kendi anne-babasıyla müzeye bakıyorlardı benim gibi... Biraz sohbet etmiştik... O yaz derslerine girecekmiş Orhan Pamuk California'da... Sanattan, edebiyattan söz ederken, "Orhan Pamuk'un bence ilk yazdığı roman 'Kar'; o da bir roman olarak çok ham ve çok acemice; ondan öncekileri yazacak kapasitede değil Orhan Bey!" deyivermiştim.... şaşırmıştı, biraz daha sohbet ettikten sonra ayrılmıştım oradan...


FG - İstiklal Caddesi/ Ekvadorlu Kızılderililer,Rus Kemancı İrina Gerasimova- İstanbul Night Albümü:


İstiklal Caddesi hep canlı... her türden, her kıyafetten insanlar... Osmanlı'nın  minyatür hâli gibi... Hâlâ gayr-i müslim duruyor... Yine iki yıl önce Ekvador Kızılderililerini dinlemiştim canlı canlı ve bir de CD almıştım onlardan... Şimdi ise bir Kemancı Kadın, yüksek boynu ve boyuyla mağrur bir kompozisyonla çalıyordu kemanını... Bir CD'de ondan aldım. Kadın Rus konuklarımızdan...CD'nin üzerinde, İrina Gerasimova- İstanbul Night yazıyor... İstanbul yine ekmek yediriyor insanlara, memleketine bakmadan....


FH -  Kiliseler ve Sinagoglar Ormanı Beyoğlu ve Muhteşem Taksim Mescidi/ Haşlanmış Mısır:


Acıkmıştım. Seyrek sıralı mısır ve kestane satıcılarından birinden haşlanmış mısır aldım; lezzetliydi... Taksime doğru çkarken solda, oturdum ve mısırımı bitirdim. İkindi geçmek üzereydi. Meşhur Taksim Mescidi'ni sordum... Gördüm onu... Ve Anladım kimlerin neden Taksime Cami istediğini veya istemediğini.


İstiklal Caddesi, Beyoğlu Hıristiyan kalsın istiyorlardı birileri, birileri de burası fethedildi diyordu açıkça... Mahkeme de nihayet onaylamış ibadethane ihtiyacını... Zira istiklal Caddesi'nde sayabildiğim girip gezebildiğim üç tane büyük kilise vardı... Üçü de büyüktü. Biri Rum Ortodoks, diğerleri Latin Katolik Kilisesi ve  St Antuan Katolik Kilisesi.. Sonuncusu eski kilisenin yerine 1912'de inşa edilmiş, diğerlerini ve sinagogları da ilişikteki linkten bulabilirsiniz... (25)


Taksim' de, Çamlıca Tepesi'ne de muhteşem bir cami yapılmalı, yeniden yükselişin simgesi olarak... değil mi Tayyip Bey?

FI - Vapurla Kabataş'tan Üsküdar'a Akşam Yolculuğu, Dolmabahçe, Boğaziçi Resimleri/ Kokoreç:

Remzi bürodaydı.. İşlerini bitirmişti, acıkmıştı da... Üsküdar'da Kokoreç yedirecekti bana... Kabataş İskelesi'ne indik yine. Vapur'dan Dolmabahçe'nin ışıklı gövdesini fotoğrafladım... Serin de değildi vapur...  ama yine de keyifliydi... Işıklarla doluydu Boğaziçi... Köprüyü de çektim..


Kokoreççiye ulaştığımızda epey ilerlemişti akşam geceye tıknefes... Karnımızı doyurduktan sonra eve döndük yine taksiyle...

4. gün gerçekten çok uzun ve yorucuydu...yazarken de uzun sürmüştü... sıcak istanbul, sıcaktın öyle...



<<Önceki            Sonraki>>


Seçkin Deniz, 11.08.2012, Sonsuz Ark, İstanbul Gezi Notları
Seçkin Deniz Yazıları





Takip et: @Seckin_Deniz


15- http://seckindeniz.blogspot.com/2011/08/29-analiz-hukukun-ustunlugune-halel.html
16 - http://seckindeniz.blogspot.com/2011/09/67-analiz-hukuk-bazl-reformlar-ve-urken.html
17- http://tr.wikipedia.org/wiki/Abide-i_H%C3%BCrriyet
18- http://seckindeniz.blogspot.com/2011/09/107-analiz-turkiyenin-zaferi-05012010.html
19- http://tr.wikipedia.org/wiki/Dolmabah%C3%A7e_Camii

20-
http://tr.wikipedia.org/wiki/Dolmabah%C3%A7e_Saray%C4%B1
21- http://tr.wikipedia.org/wiki/Tophane_%C3%87e%C5%9Fmesi
22- http://tr.wikipedia.org/wiki/Nusretiye_Cami

23-
http://www.iett.gov.tr/metin.php?no=46
24- http://tr.wikipedia.org/wiki/Galata_kulesi



Seçkin Deniz Twitter Akışı