17 Ekim 2016 Pazartesi

SA3547/KY1-CÇ316: Kumpas/ Roman - Bölüm V-2

"Bu hekat ölümü, ölümleri kutlayan değil yaşamayı ve yaşatmayı seçenlerin hekatıdır. Bu hekat bir dirilişin sessiz çağıltısıdır."


Bölüm Beş
-2-

Cevdet tekrar Yunus’u aradı,“Abi en ufacık sezgi dedin, onun için.” dedi.

Merakla neredeyse bağırarak ,“Ne oldu?” diye yanıtladı.

“Şey.. lavabodan dönmüştüm, masamıza doğru yürürken ben far eder etmez cep telefonunu hızla ve fakat beceriksizce cebine sokmaya çalışıyordu. Belki de bana öyle gelmiştir diye düşündüm yine de kiminle görüştüğünü sordum, biraz tereddütle annem dedi. Tabi doğru olabilir zira annesi hemen her zaman nöbetçi olmadığı zamanlarda geç kaldığından arar da, bu kere biraz farklıydı, çünkü gevezeliği sevmeyen Alpaslan gevezeliğe heveslendi. Bir terslik olmalı, diye düşünüyorum!” dedi.

“Kahretsin.. paniğe gerek yok.. tamam.. bana bir dakika ver.. şimdi kiminle görüştüğünü bulurum.”

“Uzarsa kuşkulanabilir, ishal olmuşum, dedim.”

“Tamam lanet olasıca.. bir dakika bile sürmez.. tüm ustalığını, tüm oyunculuğunu kullan da daha fazla sarpa sarmadan sıyrılalım şu işten.. hah.. ve evet.. evet piç kurusu anasıyla falan görüşmemiş.. kahretsin! Pezevenk, Tankut Alsen’i aramış!" 

Cevdet elinde olmadan tiz bir çığlık savurdu. “Vay o... çocuğu!” dedi. Elini ağzına götürdü. Yunus telefonda söyleniyordu;

“Allah belasını versin! O uğursuzun adını anar anmaz bir tersliğin olacağı içime doğmuştu sanki. Kurtulmaya çalıştıkça batıyoruz. Lan birimde başka adam mı yoktu.. Allah belasını versin!” 

Cevdet söylenenler karşısında ürperdi. Bu kadar çabuk mu işe girişecekti Alpaslan ve hemen biri veya birilerini arayacaktı öyle mi? Aramış ve o biri ya da birileri de kendisine renk vermemesini söylemişti ha? Vay rezil.. bu kadar çabuk mu? 

“Dinle evine bırakacaksın değil mi?” diye sordu Yunus Alkış.

“Evet, araba bende!” karşılığını verdi kendini çabucak toparlayarak.

“İyi.. ben şimdi oraya bir ekip gönderirim. Sen biraz oyalan.. en az on on beş dakika kadar oyalan!”  
“Anladım..” dedi Cevdet telefonu kapadı, lokantanın içinde geçip, otomobile doğru yürüdü. 

Kendi kendine kızıp küfrediyor, lanetler savuruyordu kendine. Kendi kendini yiyordu. En güvendiği arkadaşı, birimin belki en sıkı ağızlı kişisi bir istihbaratçıyı arıyor ve onun söylediklerine inanıyor ve kendisine karşı cephe alıyordu. Bu nasıl işti. Onca birlikte yaptıkları şeyden sonra. Birbirlerinin arkalarını kendi yaşamlarını hiçe sayarak kolladıkları gerçeğini bir anda unutmuştu demek ki arkadaşı. Demek o yaşanılanların bir anlamı hiç olmamıştı. Bir çırpıdan gözde çıkarıldığına göre. 

“Bak uyanığa.. annem diyor.. ulan de ki arkadaş ben bu işten aşırı derecede huylandım. Bana bu işin doğrusunu anlat. Yoksa ben şuandan itibaren birileriyle konuşacağım. Ya anlatırsın ya konuşmama engel olmak için aha şu Baby Eagle II tabancamla beni vurursun. Ben sana hiç o tabancayı sordum mu? Birimde olmayan bir silah taşıdığını, onu kullandığı, o silahın iyi bir suikast silahı olduğunu söylediğini sağa sola anlattım mı? Hayır? Niçin bu silah dedim mi? Hayır! Görmezden geldim. Sen de görmezden gelsen geberirdin değil mi? Lanet olasıca pislik! Ne zamandan beri benden kuşkulanır oldun? Demek Serdar denen sapık benden daha önemliymiş. Lanet olasıca! bak beni ne hale soktun.” diye geçirdi içinden. 

Bu iç konuşmayı biraz daha sürdürse ağlamaya başlardı. Neredeyse ağlayacaktı. Nasıl ağlamasındı ki güney doğuda görev yaparlarken ikisi de bekârken –ki Alpaslan hala bekârdı- aynı evde kalırlarken hastalandıklarında bir birlerine olan ihtimamları birazdan olacaklar için ağlamasına yeter de artardı. 

Nasıl ağlamasındı? Sabahlara kadar adam başucunda beklemişti bir ihtiyacı olur diye. Alpaslan bu. Sabaha kadar beklemişti. Tam bir hafta yataktan çıkamamıştı Cevdet. Alpaslan suyunu çorbasını yemeğini eliyle içirmişti. En ufacık bir yüksünme, en ufacık bir bezginlik göstermeden. Ya şimdi? 

Yumruklarını sıktı. Arabanın yanına gelmişti.  Alpaslan kollarını kavuşturmuş gözlerini kapamış, uyuyor gibiydi. Cevdet arkadaşını öfkeyle izledi bir süre. “Şeytan diyor ki şimdi şurada sık kafasına! Parçala beynini. Görsün baksın arkadan iş çevirmek nasıl oluyormuş?” dedi kendi kendine. 

Böyle bir şey olmayacaktı elbet, elbet bunu yapamazdı. Hayır, şuan elini kolunu bağlayan ne arkadaşlığın, ne dostluğun bir sonucuydu ne de herhangi bir etik kuralının. Deşifre olurdu. Kendisine güvenenlerin güvenini boşa çıkarırdı.  Bir savaştaydılar her şeyi ile bağlandığı tarikat bu savaşta yer yer yenilgi almaktaydı. 

Aklından geçeni yapması halinde bir mevzide daha delik açılması demek olurdu. Nice gönüldaşı bu aptalca eyleminden sonra tarumar olurdu. Böylesi bir zamanda soğukkanlılığını yitirmek bütün bir yapıyı mahvetmek demekti, Allah korusun. Bu dünyada kayıp bir hiç olurdu. Hoca efendinin sık sık dediği sözler içinde yankılanıyordu: “Dünyayı kaybetmekten çok ahireti kaybetmekten, benim sevgimi kaybetmekten korkun! Ne büyük bir kayıptır bilemezsiniz. Ne büyük bir acıdır bilemezsiniz.” 

Eğer soğukkanlılığını yitirirse olacak olan işte bu ikaz edilen şeydi. Hocaefendi'nin sevgisini kaybetmek, ahireti kaybetmek.. diriliş olmasa lanet olsun bu dünyaya. Diriliş olmasa bu dünyanın kahrı çekilir miydi? Bunca sıkıntıya göğüs gerilir miydi? Tamam, işlerin sarpa sarmasına neden olmuştu görünüşte ama düzeltilemeyecek kadar da değildi. Yunus Alkış gerekli olanı yapacaktı. 

Düğmeye basılmıştı. Keşke Alpaslan’ı “kan kardeşim” dediği bu kişiyi hiç bulaştırmasaydı. Ve fakat olmuştu bir kere. “Lanet olsun sersemim ben! Kahretsin! Ben Figen ananın yüzüne nasıl bakarım? Zavallı kadın bu yaştan sonra ne yapar? Nereye gider? Kahretsin! Kahretsin!” dedi fısıltıyla. Eğilip camdan baktı. Arkadaşının gözleri hala kapalıydı. Dövünecek zaman değildi. 

“Dövünecek zaman değil beceriksiz rezil, dövünecek zaman değil, hemen arabaya bin. Ve bütün ustalığını kullan, olanca maharetini sergile, bir kuş gibi kaçıp gitmesine neden olabilecek durumlardan uzak dur. Vurdumduymaz maskeni takın, adam iyice kuşkulanmadan –bakarsın kuşkulanıp kendisinden önce o silahına davranırdı, olur mu olurdu-  arabaya gir. Sonra dövünürsün eğer dövünmek rahatlatacaksa” diye iç geçirerek kapıyı açtı şoför koltuğuna oturdu, her zamanki gibi kapıyı sert bir biçimde çarparak örttü.  

Arkadaşı silkinerek doğruldu, uykudan uyanan biri gibi. Alpaslan dik dik baktı Cevdet’e. Cevdet öne bakıyordu. Arkadaşına bakmadı. Sanki bir şey dinliyormuş gibiydi. Her hangi bir şeyi öğrenmek için dikkat kesilen biri gibi kımıldamadan. Başını hafif eğer gibi yaptı. Kulak kesildi. Sağ elini karnında gezdirdi. Hiçbir şey demeden karnını ovdu bir süre. Alpaslan da konuşmadı. Arkadaşının hareketlerini izliyordu. 

“Çok acı çekiyor olmalı” diye düşündü Alpaslan. Bir keresinde bu karın ağrısıyla günlerce yataktan çıkamamıştı Cevdet. Bu adamın boşaltım sisteminde kesin bir problem vardı. 

Adamın rahmetli babası da bu dertten mustarip olmuş aylarca çekmiş sonra da ölmüştü. Kolon kanseri olduğunu öğrendiklerinde her şey bitmişti. Tüm vücudu sarmıştı kanser. Ve acısını uyuşturucularla bastırmaya çalışıyorlardı. Gel gör ki adam uyuşturuculara rağmen acıyla haykırıp inliyordu. Çaresiz kalmışlardı. Cevdet’i teselli etmek için az uğraşmamıştı. Acaba kendisi de mi? 

“Devrem” demişti bir gün Cevdet’e “Bak sen kulak asmıyorsun bu işe ama.. bir çekap yaptır, Allah korusun rahmetli baban Turan Amca gibi iş işten geçtikten sonra..” 

Cevdet öfkelenmişti bu sözlere. “İyi şeye benzettin şom ağızlı” diye çıkışmıştı. Çıkışmış, ayak diremiş idiyse yine de zorla-morla doktora gidilip muayene olmuştu. “Oh be şükür!” demişlerdi birlikte. Ah bu Cevdet nasıl bir işe bulaşmıştı ve kendisini de bulaştırmıştı. Yoksa tarikatta mıydı? 

“Hayır!” demişti kendi kendine Alpaslan. Asla olamaz. tarikat mensupları bütün ifritliklerine rağmen içki içmez, dini bütün bir yaşam sürmeye çalışırlardı. İster toplumsal bir yer edinmek için bunu yapmış olsunlardı ister gerçekten dinsel emirlere uymanın bir sonucu, içki içmezlerdi, kadına gitmezlerdi. Tarikatın devlet yapılanması deşifre olmadan önce akademide tanıdığı niceleri böyleydi. 

Ama Cevdet.. içki de içerdi kadına da giderdi. Evlenene kadar yapmıştı bunu. Dinle uzaktan yakından ilgisi olmayan biriydi Cevdet. Tarikat üyesi olamazdı. İşin içinde başka bir pislik vardı. Ve kendisine söylemekten çekinmiş olmalıydı. Bunu şimdi burada konuşmayacaktı. Yarın olsun Allah kerimdi ve bütün kartları açık oynayacaktı. 

Eğer arkadaşı bir bataklığa düşmüşse kendi yaşamına mal olacak olsa bile yardım edecek, o bataklıktan çekip çıkaracaktı. “Seviyorum lan bu iti!” dedi içinden. Tebessüm etti. Cevdet’in yüzünde de bir tebessüm vardı.


<< Önceki                                                    Sonraki>>


Cemal Çalık, 17.10.2016,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Kumpas, Roman 


Seçkin Deniz Twitter Akışı