15 Mayıs 2015 Cuma

SA1330/KY1-CÇ120: Hasırlı/ Roman- Bölüm 1-1

"Yazgım kadınlara eşlik içinmiş; bunu şimdi daha iyi kavradım. Bu yerde, bu kadınlar cehenneminde daha bir iyi anlaşılıyor her bir şey."

“Cinayet etmedi cânı gibi anın câm
Boguldı seyl-i belaya tagıldı erkânı”
Taşlıcalı Yahya

BÖLÜM BİR
1
“Kemuşin.. kemuşin.. meşlaşin.. meşlaşin.. meşlehşin.. meşlehşin.. kerubin kerubin.. cerubin cerubin.. tubin tubin eylin hüve..”

Büyük dedemin adı Mazerin idi, onun babasının adı Kemtamin, onun babasının adı Kasveretin, benim babamın adı Taykel.

Cinler padişahının oğluydum. Cinler padişahının Oğluyum.

Annemin adını anımsamıyorum. Ablamın adı Necmi idi. Kimseler bilmiyor kimliğimi. Niçin sakladıysam? Saklamamı kimler istediyse.. kime uyduysam..

Kimseler bilmiyor soyumu ve soyumun ne denli kindar olduğunu. Ah.. Ve işte bu bilgisizlikleri başlarına geleceklerinin hesabını yapmalarını engelliyor. Bilseler bana bu yaptıklarını kat be kat fazlasıyla ödeyeceklerini reva görürler miydi? Elbet görmezler. Görmezler. Görmeyeceklerini biliyorum da.. ne yapsam! Bir haber alınırsa.. yani birileri bir ulaştırabilse.. hatta ben.. ulaştırsam mı?.. ne yapsam acaba? Bağışlasam mı? Bağışlayayım mı?

“Bağışla evladım! Onlar cahil.. onlar pervasız.. sen onlara uyma.. gebe kadınların doğmamış çocuklarına acı.. gözleri açılmamış kedi yavrularına.. bağışla evladım.. bağışlamak senin soyunun şanındandır. Bilirsin!”

Yağ çekiyorsun.. evet.. yağ çekiyor pohpohluyorsun beni.. aklınca soyunu kurtaracaksın.. yok böyle olmuyor.. böyle olmayacak.. tıpkı bir soytarı gibi yaltaklanıyorsun.. demek sonunda seni bana soytarı kıldılar.. anladınız mı yoksa.. öğrendiniz mi gerçek kimliğimi.. demek pişman oldunuz.. şimdi yumuşatmak için sıvadınız kolları öyle mi?

“Bağışla yavrum.. senin gönlün merhamet otağıdır.. en merhametlisi sensin yeryüzünün.. bağışla onları ve beni.. bağışla bizi!”

Diyelim bağışladım. İşte affettim her birinizi.. ama.. hani.. hala durumumda bir değişiklik yok. Hala bu zindanda dört dönmekteyim ve sizin de eyleminizde eylemlerinizde bağışlamama karşın bir değişim, dönüşüm yok.. hala açmadınız kapıyı.. hala kilitli üzerime..

Ne yana dönsem aynı.. hadi bağışladım.. işte bağışladım.. neden açmıyorsunuz kapıyı hala.. bakın üşüyorum.. titriyorum.. artık dayanamıyorum.. bu karanlık korkutuyor.. evet alıştı gözlerim, ama korkuyorum işte.. bir çıkış yolu olmalı.. bağışlamam da mı yetmiyor.. iyi ama cin taifesinin hışmını göz ardı ettiğinizin farkında değil misiniz? Bakın demedi demeyin, gök kubbe yıkılır başınıza kala kalırsınız.. yok böyle olmayacak.. böyle olmayacak..

“Bağışla evladım.. bağışla bizi.. önce beni bağışla.. herkesten önce beni bağışla.. unutma sana öğrettiklerimi.. hiç aklından çıkarma.. yoldaş kılarsan öğrettiklerimi ayağın sürçmez.. düşmezsin.. her daim dinç olur yüreğin.. sıkılmazsın.. her dara düştüğünde ferahlatır sana öğrettiklerim.. yeter ki unutmayasın.. unutma beni.. ilk önce beni bağışla yavrum.. unutma..”

Sahi Hani bir Behlül vardı.. seslensem duyar mı, sövüp saysam ya da?.. mahsusçuktan. Gerçekten sövülmeyeceğini bilirim. O kadar da yaban değilim. Çarpar beni.. elim ayağım yamulur.. ağzım bir tarafa kayar gözlerim bir tarafa.. ama mahsusçuktan sövsem.. Hani Harun kızdırmıştı. Kardeşi. Hani Behlül demişti bir şadırvanda temizlenirlerken abi kardeş:

“Bir saati bin saat.. bin saati bir saat eden..” ve gülmüştü abi Harun bu söze. Ve kardeşi Behlül sert sert, dik dik bakmıştı Harun’un yüzüne.. ve Harun ayak yoluna girmişti de bir kapı çıkmıştı karşısına.

Ben içimden demiştim:

“Sakın açma o kapıyı.. sakın adımını atma o eşikten!” demiştim de duyuramamıştım sözümü. Ve Harun açıp kapıyı atmıştı adımını. Sonra kendini bir çöl ortasında bir kadın olarak bulmuştu. Ve bir çobana rastlamıştı. Çoban ona zorla sahip olmuştu. Yedi yıl karılık yapmıştı.

Yok! Ben kadınlığa heves ederek bunu istiyor değilim. Behlül bana da bir kapı açsa burada diyorum! Sövüp saysam.. o da dik dik baksa bana ve bir kapı olsa sırtımı verdiğim şu duvar. Ve o kapı Evladdalim yurduna açılsa.. çöle açılsa.. hani sövsem mahsusçuktan..

“Sakın ha! Yamulur ağzın.. her bir organın bir yana kayar.. ayakta durmakta bile güçlük çekersin.. bak demedi deme!”

Anlamaz mı mahsusçuktan sövdüğümü.. o kadar mı anlayışsız?

“Sus.. günaha giriyorsun budala!”

İlmek dolanmak üzere boynuma.. yağlı ilmek geçmek üzere boynuma.. günah neydi Medaha Yenge? Ben unuttum her birini öğrettiklerinin.

***   ***   ***                     
                                      
Tanrı üzerine ant içerim ki kimseyi gözetlemedim. Kimseye istemediği hiçbir şeyi yapmadım. Ne yaptıysam istendiği için.  Ne yaptıysam “Buyruğumdur!” sözü kulağımda küpe olduğu için. Küpelerimi severim.

“Bak bu kulağına küpe olsun! Sakın yabana atma!” denilen ne varsa her birini küpe yaptım kulağıma ve asla yabana atmadım. Her biri elimin altındaydı. Kim ne zaman buyruk verse hemen küpelerime bakardım. Hah! İşte bu! Der gösterirdim. Hiçbir küpemi kulak ardı etmedim. Edilmesine fırsat vermedim. Kime ne zaman lazım olduysa hemen ortaya çıkardım küpelerimi.. kıskanmadım kimseden.. analık avucu gibi olmadım.. var’a yok demedim. Dememi isteyenlerin sözlerine kulak vermedim. Dayak yedim. Yılmadım. Kırbaçlandım yine taviz vermedim. Hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmedim. Şu ana kadar direndim. Ve işte direneceğim. Direnişimi kıramayacaksınız. Kıramayacak hiç kimse! Kırılmayacağım. İnatsa evet işte söylüyorum inat.. bir inat tanrısı kesileceğim. Ve korkmayacağım bundan. Korkutamayacaksınız.. korkutamaz hiçbir tehdidiniz.. hiçbir tehdidinize pabuç bırakmayacağım. İşte söylüyorum bırakmayacağım.

Ve fakat sen başka çakır gözlü.. sen aklıma düşünce akan sular duruyor. Dereler kısırlaşıyor. Dereler akarlıktan çıkıyor. Sen başka çakır gözlü.. sana karşı koyamıyorum.. karşı koymanın anlamını unutuyorum. Sen aklıma düşünce her şeyi unutuyorum.. her şeyi.. kendimi bile.. evet kendimi bile unutuyorum sen aklıma düşünce.. sen çakır gözlü.. sen.. ah sen.. bütün bunlar elbet senin yüzünden. Sana direnemeyişimden.. doğru söyle kız.. büyü mü yaptırdın? Sedye hala mı yetişti imdadına.. Medaha Yenge yapmaz.. dünyada yapmaz.. dünyaları bağışlasan yine de yapmaz.. ama Sedye Hala zayıftır.. azıcık bir yalvarışa karşı koyamaz.. indirir yelkenleri.. kesin ona yanaştın ve yapacağını yaptırdın. Avucunun içine aldın böylelikle.. bak nasıl da çıkardım foyanı meydana.. ya!

Benden gizlemek o kadar da kolay değildir Hanım Efendi.. artık anlamış olmalısın! Hala anlamadıysan aklına tüküreyim! Aklına tükürdüğümün şırfıntısı.. beni kıytırık iki adamla eş tutarsın demek? Demek beni it peşinde koşanlardan sanırsın? Onlarla bir sayarsın.. utanmadan.. sen de hiç ama hiç utanma arlanma yok mu kuzum? Sen nasıl bir insansın ya! Kanına işlemiş hayınlık senin.. oysa ne çok gözetirdim seni.. hem sere serpe oluşundan ötürü de değil.. bak namet çarpsın ki değil.. ama sende görecek göz duyacak yürek nerede? Onlar eksik.. bir çok fazlalığına karşın eksiklerin öylesine pahada ağır şeyler ki..

Bir bilsen.. ah bir bilebilsen.. sezebilsen ya da.. ah bu çaresizlik.. ah sözcüklerim!

***    ***   ***
Sözcüklerimi çaldılar. Daha on yaşlarındaydım. “Evladdalim” derlerdi kabilemize. Konargöçerdik. Taş binalar bilmezdik. Düşler kurardım konduğumuzda bir akar su kenarında..ya da bir vahada.. ablam -daha on dört yaşındaydı- Necmi'yle birlikte bir akşam develeri sağmış dönerken yitirdik yolumuzu.

Yolumuzu yitirttiler. Hecin develerin üstünde yüzleri nikaplı süvariler alaca kuşlar gibi kaptılar bizi. Yerden kestiler ayaklarımızı.. ablamın haykırışları çölün içinde yankılandı, dağıldı, un ufak oldu ufalandı yitti. Sustum ben. Sustum, başımı bastırdım devenin hörgücüne. Yumdum gözlerimi. Yumdum. Saray dedikleri bu taş binada buldum kendimi. Ya da hepten kaybettim. Dedim ya çaldılar sözcüklerimi.

Artık umurumda değil, diye düşünüyorum. Hem olsa ne olur ki? İşte çaldılar sözcüklerimi. İşte çalındı sözcüklerim. Ve fakat inadına direniyorum. Kulağımda kar suları birikmişti ve dümeni kırık – ya da bozuk- her hangi bir deniz taşıtı gibi yalpalıyordu insanlık ve bireyler ve yığınlar ve toplumlar ve henüz ava çıkmıştım. Avdan hevesimi daha almamıştım. Gündüzleri benden büyüklerle ava çıkar, geceleri develeri sağmak için ablama eşlik ederdim. Yazgım kadınlara eşlik içinmiş bunu şimdi daha iyi kavradım. Bu yerde, bu kadınlar cehenneminde daha bir iyi anlaşılıyor her bir şey.

Daha on yaşındaydım. Deveden indirip adına kalyon dedikleri bir taşıta bindirdiler. Adına mahzen dedikleri yere indirdiler. Rengi benim gibi olan niceleriyle birlikte bir deniz bineğinde, deniz bineğinin mahzeninde uzun upuzun sürdü yolculuğum. Ben hep susuyordum. Sanki sözcüklerimin çalınacağını biliyormuşum da o yüzden susuyormuşum. Ağlaşanlara inat, ağlayıp inleyenlere inat sustum. Gözlerimi yumdum. Gözlerimi hep yumdum.

“Bunun eli-yüzü düzgün saraya gönderelim..” dedi biri birine, o biri benim dilimde seslendi bana, tekmelemeyi unutmadan:

“Hadi bahtın açıkmış..elin-yüzün görünüşün düzgün seni saraya göndereceğiz!” dedi gülerek.

Çalınan sözcüklerimin peşinden gelmişim buraya kadar. Gelmiştim. Ve yeniydi SUNUM’un geri çevrilişi. Birazdan cellada teslim edileceğim. İşte öfkelenirim. İşte kızar-bağırır-köpürürüm sanılmıştı. Yanıldılar. Sanılar yanıltıcıdır zaten, yine de umursamazdım. Ve hatta umursamadım. Tıpkı hayalarım burulurken çığlıklar savurup ve fakat umursamadığım gibi. Birazdan, alınan erkekliğim –yıllar önceydi, yirmi yıl önce, daha on yaşındaydım- gibi başımı da alacaklar. SUNUM geri çevrilmişti. SUNUM’un geri çevrileceğini bilemezdim ki. Tıpkı çocukluğumun çalınacağını bilemeyişim, sözcüklerimin çalınacağının aklımın ucundan bile geçmeyişim gibi.

Herkesin “HERŞEY” konusunda yargıda bulunduğu, bir başka anlatımla “HERŞEY”in efendimiz Kara Ağamız Ömer beyin uslamlamasına uygun tanımlanmaya çalışıldığı ve işte bu tavrın dayatıldığı bir ortamda SUNUSU GERİ ÇEVRİLEN BEN, yani sözcükleri çalık “her şeyi” yeniden tanımlamaya kalktım.

Bir dilim olsun istedim yani. Düşler kurayım istedim. Sözcükler olmadan düş kurulamıyor ki.. sözcükler olmadan düş kuramazsınız ki. Düşlerim olsun istedim. Tıpkı çölde olduğu gibi. Tıpkı başımı ablam Necmi’nin dizlerine dayayıp gözlerimi yıldızlarla aydınlık göğe diktiğim zamanlardaki gibi. Ya da bir su kenarına konduğumuz zamanlardaki gibi. Başımı Hürrem’in dizlerine dayayıp düşler kurmak istemiştim.

Yok! Başımı alıp dizlerine yatıran oydu. Ama yalan söyledi. Ben sustum. Bizi öyle yakaladıklarında, gözlerimi yıldızlarla aydınlık göğe dikmiş kendi yıldızımı ararken bastıklarında bir daha kaçırılmış oldum. Bu kez kaçıranların yüzleri nikaplı değildi. Ve hecin develer üstünde değildi hiç biri.

Ömer Ağa entarimden tuttuğu gibi havaya kaldırdı. Silkeledi. Bir tekme de iki göz iki çeşme olan Hürrem’e indirdi. Hürrem ablam Necmi gibi yapmadı. Bana seslenmedi kendisini kurtarmam için. Ağa'ya sığındı. Efendimiz görmek istememiş olsaymış o zaman görürmüş.. sustu.

Karanlıkta gözlerinin ışıldadığını gördüm. Sevinçtendi. Ömer Ağa o bakışlardan taşanı, yansıyanı anlasaydı, bir anlayabilseydi benim değil onun kellesini alırdı daha orada. İki eliyle de değil. Tek eliyle bir güvercinin boynundan farksız boynunu sıkar biruh düşürürdü çimenler üstüne. Çimenler.

Yalnızdım. Güneş çoktan batmıştı. El-ayak çekilmişti. Cırcır böceklerinin sesleri, gül kokuları serseme çevirmişti. Kırk merdiveni indim. Taşlığa çıktım. Kendi yıldızımı, on yaşında kaybettiğim yıldızımı belki bu kez görürüm umudu yer etmişti içimde. Belki hem kendi yıldızımı hem ablamın yıldızını görürdüm bu kez.

Bir akasya ağacının altına oturdum. Ağlıyor muydum? Bilmiyorum. Ablam kendi yıldızına “SUNDAR” derdi. Bakındım. Bakındım. Ne benim ne ablamın yıldızı SUNDAR yoktu. Yıldızlarımızı da çalmış olmalıydılar. Sinsi bir ayak sesiyle fırladım oturduğum yerden. O gelmişti. O dikilmişti yanı başımda. Sinsi sinsi gülüyordu. Başımı öne eğdim. “Ne yapıyorsun burada? Yasak değil mi size?” başım önde. Sustum. "Sözcüklerimin çalındığını söylesem anlar mı?" diye kurdum. “Ne diye susuyorsun?” diye yüksek sesle sordu bu kez. Soruşunda bir art niyet vardı. Sanki birilerine duyurmak istermiş gibiydi. Kısık bir sesle –ki uygun sözcükler arıyordum o suskunlukta- “Çimleri sayıyorum” dedim.

“Çimleri sayıyorum!”

Ben bunu bir düşte rengi benim rengim olmayan bir erkeğin kendi renginde bir kadına, her ikisi de çırılçıplak yere uzanmışken söylediğinde duymuştum. Kadın erkeğin karnına koymuştu başını ve erkek kadının saçlarını okşuyordu. Kadın gülerek “Ne yapıyorsun öyle?” demişti. Ve erkek “Bahçenin çimlerini sayıyorum!” demişti. Kadın gülmüştü. Kahkahalarla gülmüştü.

Nefesim kesilmişti “Çimleri sayıyorum!” dediğimde. Hürrem de güldü. Tıpkı o kadın gibi. Düş değil miydi? Düşle bir gerçeği mi karıştırıyordum yoksa. Katıla katıla gülüyordu. Yaklaştı. İyice yaklaştı. Yakamdan tutup ağacın altına oturttu. Elimden tutuyordu. Ben titriyordum. İstemiyordum. “Benim çimleri mi saymak ister misin?” diye fısıldadı.

Yumdum gözlerimi. Hecin develerin yüzleri nikaplı süvarileri belirdi nazarımda. Yumdum. Görmek istemiyordum. Daha on yaşındaydım. Daha hiçbir heves doğmamıştı içimde. Yumdum. Yumdum. O fısıldıyordu. Elimi kaçırmıştı benden. Elimden olmuştum. Sözcüklerimden olduğum gibi, kabilemden olduğum gibi.. çölümden, vahamdan, yıldızımdan olduğum gibi.. göz kapaklarımı daha bir bastırdım. Sözcüklerimin, ablamın, yıldızımın ve şimdi de elimin acısını bastırmak için daha bir güçle bastırdım. Bastırdım.

Çaresizdim. Çaresizliğimin tanığı aşinası olduğum aydır. Yıldızımın yoldaşı yıldızlardır. Bir sorsalardı. Sormayı düşünselerdi. Akledebilselerdi düşünmeyi sorarlardı. Ben yıldızımın, sözcüklerimin peşindeydim. Bunu bilmezlikten gelişlerini anlıyorum ve umursamıyorum. Hem umursasam ne olur? Bin dilim olsa anlamı ne kendi dilimden uzakta?

Ya erkekliğim.. daha on yaşındaydım. Hiçbir heves doğmamıştı içimde henüz. Hiçbir heves filizlenmemişti. Ablamın saçlarımı okşayıp anlattığı öyküler henüz öyküden öte bir şey değildi. Ben o öyküler üzerine ne düşler kurardım halbuki. Şimdi yine kurabilirdim. Ama sözcüklerimi çaldılar. Erkekliğimi çaldıkları gibi. Birazdan, sabah ezanları okunmadan başımı da vücudumdan çalacaklar, bir yağlı urganla koparacaklar bedenimden.

Bütün bunlar bir düş mü? Çimlerini sayıyorum! Bu muydu asıl gerçek?

 “Benim bahçemin çimlerini sayarsan söylemem kimseye buraya indiğini.. hem yalnız bu mu? Ya geçen hafta efendimizi gözetlediğini.. gördüm seni, gördüm işte! İnkar etme! Ben de seni gözetliyordum sen onları dikizlerken.. ellerinle yaptıklarını..dilinin dudaklarında gezinişini.. onları sorma!”

O bir düştü öyle değil mi? O bir düş değil miydi? Bir düşün söylettiği değil miydi dilime? Kölesi olmamış mıydı o düşün? Günlerce sarhoş gezmemiş miydim gördüğüm o düşten? Çın çın çınlamamış mıydı o sözler kulaklarımda? Bir tanrının nasıl da çıplak baldırlar karşısında eriyip düştüğünü, secdeye kapandığını düşümde görmemiş miydim? Bu düşü o da benimle birlikte görmüş olamaz mıydı?
Cemal Çalık, 15.05.2015,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Hasırlı, Roman 

Seçkin Deniz Twitter Akışı