27 Kasım 2016 Pazar

SA3689/KY1-CÇ333: Hazırlık

"Aklım çoraplarımdaydı. Hâlâ niye çıkardığımı bir türlü anlamış değildim."


Günün ilk ışıkları perdelerden sızmaya başladığı bir andı. Çoraplarımı çıkarıp yatmıştım bu gece nedense. Günün bu saatlerinde uyandığım hiç vâki değildir. Hoş buna uyanmak denmez. Düpedüz uyandırıldım. Üzerinde yattığım yatak korkunç gürültülerle sallanıyordu. Hem de ne sallanış. Sanki görünmez bir elin elinde elekti yatağım. İki katlı, duvara monte edilmiş bir ranza. Altta kimse yoktu. 

Hoş olsa bile her hangi bir insanın bu yatağı sallama gücü olamazdı. Pek sağlamdı. Ben üzerine çıkarken kıpırdamadı bile. Anlayamadığım çoraplarımı niye çıkardığımdı. Kendi evimde bile çıkarmazdım ki.. nasıl olmuşsa çıkarmışım işte. Belki utanmışımdır. İhtimal utanmışımdır.

Gece saat on bir sularında geldim bu otele. Nasıl otelse. Duvara monte edilmiş ranzalı yataklar.  Pek garip gelmişti. Tek kişilik bir oda istemiştim. Resepsiyondaki adam tuhaf tuhaf bakmıştı yüzüme. 

“İki kişilik olmaz mı?” diye sormuştu ürkütücü bir sesle. Açıkçası korkmuştum. Hatta resepsiyon kapıya biraz yakın olsa.. kaçardım. Öyle anladım ki eğer ben kapıya yeltenirsem resepsiyon görevlisi bir hamlede beni yakalar ve epey benzetirdi. Bakışlarında bu tehdidi görmüştüm. 

Sezgilerimi her zaman dinlerim. Güvenirim. Burada bir şeyler tersti. Resepsiyonla kapı arasındaki boşluk bir iki sandalyeye bir iki masaya mekan edilmiş. Bir de kapı ile pencere arasındaki kolonda televizyon vardı. Televizyon açıktı. Selamımı duymazdan gelen üç dört kişi seyrediyorlardı.

Resepsiyon görevlisi bana anahtarı uzattı. 

“İkinci kat yüz dört numara!” dedi aynı tehditkâr ses tonuyla. Aldım. Kimliğimi resepsiyona bırakıp merdivenleri tırmanmaya başladım. Arkamdan sesler geliyordu. Bizim resepsiyon görevlisi televizyon seyircileriyle konuşuyordu ihtimal. 

O tehditkâr ses:

“Öyle hayvanlar var ki.. bırak elbiseyi ayakkabısıyla yatağa giriyor. Ben bizim patronların yerinde olsam bir adam tutarım müşteri gitmeden önce oda kontrolü yapar duruma göre muamele ederim. Atarım aşağıya bodruma eşek sudan gelinceye kadar pataklarım.” 

Yüreğim ağzıma gelmişti. Acaba bana atılan taş –eğer bir taşsa bu söylem- bana mı atılıyordu? Bana mı işittiriliyordu? Bu ihtimal yüksekti. Ben ilk merdiveni döndüğümde ses azalacağına artmıştı. Biraz hırpani görünüşlüydüm. Eh oldukça uzun yoldan gelmiştim. Geceydi. Ve elbiselerimin olduğu çanta nasıl olduysa trende kaybolmuştu. Eğer tıraşım uzun olsa kesin içeri almazdı beni bu adam. Elimi yüzümü yıkamıştım istasyonun lavabosunda. Üzerime de çeki düzen vermiştim. Hırpaniliğim elbiselerimin yıpranmışlığındandı. 

Kasabada Öğretmen Bey, “Hırpani olmayan yok ki bu kasabada.. giyiminize, kuşamınıza biraz dikkat etseniz..şuraya bak.. her biriniz ne kadar da mutlusunuz şu paçavralar içinde.” demişti de öyle öğrenmiştim.

Eh! Pek varlıklı sayılmayız. Hele ben.. ne bağım bahçem, ne tarlam, ne hayvanım var. Dülger olan babamdan bina işçiliği öğrenmiştim. Hepsi bu. Öyle sürekli de iş olmaz bizim meslekte. Mevsimlik işçiyim.. sağa-sola giderim inşaatlarda çalışmak için. Hem kötü alışkanlığım neyim de yoktur. 

Önceleri babamla birlikte giderdik. O da geçen kış rahmetli oldu. Anamla kaldım bir başıma. Henüz evlenemedim de. Hırpaniliğim biraz da bu yüzden sanırım. Yine de yol yordam bilirim hani. Birinci sınıf otellerde kalamıyorum. Gücüm yetmez. Yalandan ne çıkar. Hele hele lüks otellere hiç yanaşamam. Ben haddimi bilirim. Hem oralarda nasıl davranıldığını da bilemem. 

Bir arkadaşım –eğer yalan söylemediyse, böyle söylememin esbab-ı mucibesi hava atmayı, yani böbürlenmeyi sevmesinden- öyle lüks bir otelde kalmış da başına gelmedik şeyler kalmamış. Hem o otellerde sabah kahvaltısı, akşam yemeği falan da varmış. Her yer pırıl pırılmış. Ama odasının kapısını açamamış. Bir bayan yardım etmiş. Böyle anahtarlı değilmiş.. naylona benzer küçük bir kağıt parçasını sövede bir yere sokuyormuşsun, kapı öyle açılıyormuş.. afedersiniz yüznumaraları da bizim bildiğimiz gibi değilmiş. Kapağı varmış. Sandalyeye oturur gibi oturuluyormuş. 

Gerçi inanmadık hiç birimiz. Öyle şey olur mu? İnsan pis olur öyle! Yemin billah etti. Biz de fazla umursamadık. Bir daha asla kalmazmış. İyi de daha önceden niye akıl etmiyorsun Sabri Efendi? Hem üzerindeki kıyafetlerle seni o otele alan kör olmalı, değil mi? Kör adamın orada işine? Sinemada gördüklerini bize satmanın ötesinde gerçekliği yoktu ya.. neyse.Bu yalanını kimse de yüzüne  vurmadı işte. Bu kadarcık olsun bir kalenderlik göstermiştik. 

Efendim ikinci kata çıktım. Odamı buldum. Ve üzerimi çıkardım. Neme lazımdı. Ama çoraplar.. dedim ya ben evde bile çoraplarımla yatardım. 

Selametlik anam, “Oğul üstün başınla yat ama şu it leşi gibi kokan çoraplarını çıkar!” diye yalvarır adeta. Çoraplarımı niye çıkarmadığımı, bu işten niye kaçındığımı bilmiyorum. Öylesine bir alışkanlık işte. Ama bu kere çıkardım. Otelin eski-püskü terliklerini ayağıma geçirdim. Ayaklarım da yemeninin içinde bir hayli şişmişti. Doğrusu rahatladım.

Oda da lavabo falan yoktu. Koridora çıktım. Tuvalet, lavabo hepsi koridorda umum içindi. Eh! Yeniden elimi yüzümü yıkadım. Ayaklarımı da yıkadım. Tren yolculuğu insanı bir hayli yorar. Ve is kokutur insanı. Ben de is kokuyordum kuşkusuz. Şöyle hamam gibi bir şey olsa.. otellerde banyo oluyor. Burada da vardı mutlak. 

Ama adam öyle bir bakışla bakmıştı ki yüzüme.. dersen kırk yıldır kendisinden kaçan borçlusunu yakalamış.. ya da kanlısını. Allah var banyoyu soracaktım. Oda ücretinden ayrı cüzi bir ücreti olurdu banyonun. Hamamdan daha ucuza geliyordu benim için. Ne zaman bir otelde kalsam banyomu da yapardım. Güzel sıcak suları olur. Hele tek kişilik oda varsa.. değme keyfime. Banyomu yaparım.. iç çamaşırlarımı giymeden, havluya sarılı olarak yatağa uzanır bir de cigaramı yaktım mı.. öf be! Bütün hevesim kursağımda kalmıştı. Daha terslik trende başlamıştı. Giysilerimi kaybetmiştim. 

Kasabada kahvehanede boş boş oturup piş pirik oynarken sık sık bir birimize, “Fukarayı döveceğine üstünü yırt!” derdik. Bu sözün muhatabı oyunda yenilendir. Daha bir kızar. Eh işte benim üstüm yırtılmadı.. paramparça oldu say ki.  Evlat acısı gibi koydu hani. Yinede belli etmedim. Başkası olsa trende ne çıngar çıkarırdı. Üç kuruşluk eşyasını öyle bir allar, pullar ki gören, duyan da padişahın kaftanıyla tacı kadar değerli sanır. Hepsi hepsi üzerindekilerden biraz daha iyicedir, yeni yıkanmıştır o kadar.. bir başka gariban farkında olmadan atmıştır kendi dengine bir önceki durakta, tutmuştur evinin yolunu.. evde yaban giysilerin farkına ya hanımı ya da anası varır.. kaldırır yüzüne fırlatılır başkasının eskileridir nihayet. 

“Bu pis şeyleri sırtlanıp neye getirdin eve.. vallahi bitlidir.. veremlidir.. bütün bir kasaba, köy senin yüzünden vebaya tutulacak..” zılgıtını çeker. O hırsla yanlışlığın kurbanı adam yerinden kalkar suratına atılan giysileri alıcı gözüyle inceler sezdirmeden.. sonra da tandır yanıyorsa ve ya köz varsa basar içine.. aslında kendi üzerindekilerden bir kat daha iyicedir ya.. içi cız eder ama.. ne yapsın.. yorgundur.. tren her bir tarafına yumruklar, tekmeler atmıştır. Üsteleyecek güç bulamaz.. gurbetten evine dönerken ne de sevinçlidir.. bir güler yüz, hoş tatlı sözler beklerken.. öteki kaybeden de zılgıt için hazırlar kendini. 

Biraz huysuz bir hanım bütün bir kışı haram eder garibana. Her defasında yüzüne vurulur, “Daha giysilerine sahip olamıyorsun.. gurbete gidip de yapacaksın? Fuat beg gibi zengin mi döneceksin?” 

Adam hem geldiğine hem gideceğine pişman olur. Bu gibi durumlardan ötürü eşyasını kaybeden istasyonu bir birine katmaya bile kalkar. Eline fırsat geçmiştir. Kendisi haklıdır. İstasyon görevlileri ondan daha akıllıdır.. bir süre dinlerler ve gayet sert bir sesle: “Peki paketini emanete verdin mi?” diye sorarlar.

Bizimki şaşırır kalır.. itiraz eder.. görevli memur arkada iri yazılarla yazılı bir tahtayı gösterir:

“Emanete verilmeyen eşyalardan demiryolları sorumlu değildir.. demir yolları hayırlı yolculuklar diler.” 

Demek sen haklıydın Hüsamettin amca.. ya! Öyleyse eşyalarına sahip çıkacaksın. Çıkamadıysan kuzu, kuzu çekileceksin bir kenara. Hem suçlu hem güçlü! 

Hamam yapma hevesim kursağımda kalmıştı. İs kokuyordum. Lavaboda çamaşır yıkasam olmaz. Hem sabaha kurumayabilir. O zaman da çıplak kalırız bu yaban elde. Dönüp odama gittim. 

Dört oda vardı ve hiç birisinin de ışığı yanmıyordu. Ya kimse yoktu ya da herkes uyumuştu. Bir an önce sabah edip bu ürkünç yerden kaçmak için en iyisi buydu ve ben de öyle yaptım. Odama girdim. 

Kapıyı kilitlemedim. Oda  iki kişilik olunca odanın kapısı kilitlenmez. Adet böyledir. Değerli eşyanızı, paranızı resepsiyona bırakırsınız. Ne olur ne olmaz. Gerçi ben harama el uzatmam. Biz Allah korkusuyla büyüdük. Kimsenin malına el sürmeyiz. Kimseden habersiz bir şey almayız. Kimsenin namusuna yan gözle bakmayız. 

Rahmetli babamla her gurbet yollarına düştüğümüzde, “Bak oğul.. kimseyi yoksulluktan ötürü kınamazlar. Ama hırsız, uğursuz hep başı önde yürümek zorunda kalır yürüyecek derman bulsa bile ayaklarında. Onun için.. başın bu dünyada dik olsun istiyorsan harama el uzatma.. kimsenin namusuna yan gözlerle dahi bakma. Bakma ki hem bu dünyada başı dik olasın hem öteki dünyada. İnsan içine çıkacak yüzü olmadı mı insanın pek leziz yiyecekleri de olsa tadına varamaz. Ser sefil olmak istemiyorsan sözlerim kulağında küpe olsun!” derdi. 

Hamd olsun ben de babamın dediklerine harfiyen uydum. Çok ta menfaatini gördüm hani. Çalışmak için aynı şehre ikinci kez gitsem de yanına çalıştığım kişilere rastlasam hemen kolumdan tutar götürürler. Yani gurbette iş bulmadığım hiç olmamıştır desem abartmış olmam. Rahmetli babamla geldiğimizde de öyleydi. 

Bir tanıdık çıkardı ve ardımız sıra bağırılırdı:

“Yusuf Usta! Yusuf usta demek görmezden gelip gidiyorsun he!” 

Babam utanırdı. O kimseyi görmezden gelmezdi. Kimseye yukardan bakmazdı. “Estağfurullah beyim.. ne demek görmezden gelmek..” karşılığını verirdi. 

Daha o vardığımız yerde bir çorba içmeden bir inşaatta işe başlamış olurduk. Babam hem iyi bir duvar ustasıydı hem marangozdu ve hem de iyi bir sıvacıydı. Dülgerlik dedin mi tek başına bütün bir evi her şeyi ile yapıp çıkan demektir. Babam da öyleydi. Rahmetlinin eli de gözü de teraziydi. 

Babamı düşünerek uyumuşum. Ve sabahın ilk ışıltılarıyla işte homurtularla sallanan yataktan fırladım.. insan işi değildi. Bütün bir bina sallanıyordu. Nasıl sallanmak.. o nasıl sallanmak.. ranzadan aşağı atladım.. askıdaki giysilerimi topladım çoraplarım yok.. hay aksi.. çoraplarımı askıya asmamış mıydım? 

Sallantı hafiflemişti. Yatağa gittim.. yastık altına baktım.. yok.. yatağın sağına soluna baktım yok.. derinden gürültüler geliyordu.. odadan fırladım.. lavaboya ilişti gözlerim.. çoraplarımı yıkamış lavabonun üzerine sermişim.. bir sevindim. Sevincim kursağımda kaldı. Yer sanki yarılıyordu. Bu depremdi. Benden başkası yoktu.. hızla merdivenlerden inmeye başladım. Bir solukta resepsiyona vardım. Burada da kimse yoktu. Kimliğim resepsiyon masasındaydı. Aldım. İyi ki ücreti akşam peşin ödemişim. Kendimi dar attım dışarı. Akşam gördüğüm o heybetli görevli dizleri üstüne çökmüş ellerini havaya açmış otele bakarak dua ediyordu. 

“Allah’ım sen koru!” sözlerini duydum. Otelin yanında yöresinde nice evler vardı.. yıkılmıştı.. yıkıntılar önünde ağlaşan kadın, erkek, çoluk, çocuk vardı. 

Bir kadın, “Kötürüm kızım içerde kaldı.. kötürüm kızım içerde kaldı..” diye feryat ediyordu otelin önündeki evi işaret ederek. Elimde ne var ne yok –bir çoraplarım vardı ve fakat o an nedense bir dünya eşya var gibime geliyordu- fırlatıp attım..

“Ya Allah!” 

Bir tarafı yıkılmış evden içeri daldım. Kötürüm kız on dört-on beş yaşlarında vardı. Kucağıma aldım. Pek ağırdı. Yavrucak yürüyemiyormuş. Zor bela dışarı çıktık. 

Aklım çoraplarımdaydı. Hâlâ niye çıkardığımı bir türlü anlamış değildim.



Cemal Çalık, 27.11.2016,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü
Cemal Çalık Yazıları


  

Seçkin Deniz Twitter Akışı