5 Kasım 2016 Cumartesi

SA3611/KY26-CA93: Prizren ve Hafıza

"Şehri ortadan ayıran ırmak, unutmaya izin vermeyen bir etkiye sahip olmalı. Kıyı boyunca uzayan kafeleri geçip Şadırvan Meydanı’na ulaşıyorsunuz. Orası bir bakıma Konya, bir açıdan bakınca sanki Saraybosna. Herkesin anlatacağı kalma ve direnme hikayeleri var. Toplanıyor ve konuşuyorlar."


Bazen bir isim aklıma takılırdı. Daha önce nasıl duymamış, görmemiş olabilirim? Prizren, ne anlama geliyor acaba? Okuduklarım yeterli gelmezdi. Karşılaştığımızda bileceğim, diye düşünürdüm.

Arada sınır ve gümrük kapıları var; sanki gittiğimiz yabancı bir diyar. Bizi ana-ata ocağıymış gibi karşılayan şehir ve hane nasıl gurbet olabilir? Pasaport kullanma mecburiyeti sadece bir formalite. Kim daha çaba gösterdi bu sıla ortaklığı işte böyle sürüp gelsin diye? 

Bir şeylere geciktik, bu nedenle daha çok koşuşturmamız gerek. Öyle ya, nasıl olur da halkının yüzde 98’i Müslüman olan bir “taze” ülkenin başkentinin en önemli caddesi Bil Clinton, en işlek, neredeyse biricik bulvarı da Nene Teresa adını alır, kimse bilmeden, anlamadan. Ve bulvarın ufku nasıl olur da bir katedral kulesiyle kapanır?

Sırp zulmüne karşı derme çatma, üşengeç uluslararası koalisyonun himayesi elbette yadsınamaz bir öneme sahip. Kosovalılar yeni katliamlardan kurtuldular. Savaşın son bulmasında gecikme payı olanlar daha geniş bir katliamın seyirciliğini göze alamadı.

Her şey sanki birden bire yaşandı. Acılar bizi de kuşatıyordu elbette, fakat öylesine parçalı ve sınırlı varlığımızla, ancak telin edebiliyorduk. Biz zaten hep hazırlıksız yakalanırız felaketlere. NATO’nun Yugoslavya’ya yönelik hava saldırıları başlayınca, Sırp milisler Müslümanları ortadan kaldırmak üzere harekete geçti. 

767 köyü yakıp yıktı Sırplar, diye anlatıyor, şehir eşrafından Hacı İlyas Kosovalı. BM güçleri savaşırmış gibi yaparak uzatıyorlardı süreci. “Mehmetcik gelince savaş sona erdi.”

İkinci Srebrenitsa, Sırp vahşetini görmezden gelinemeyecek bir noktaya taşımaz mıydı? İkinci bir Srebrenitsa yaşanmasına az kalmıştı ki NATO devreye girdi.

Gerçi her şey birdenbire olup bitmiş değil. Onlar hep iletişimlerini koruma çabası içinde oldular. Bir yazarın vatanının dili olduğunu düşünürüm, öz yurdunda baskı gören için de geçerli bu böyle bir “ikamet.”. Elbette bunu keşfetmişlerdi. Türkçelerini korudular, İstanbul Türkçesi ile bağlarını geliştirmeyi de hiç ihmal etmediler.

Prizren halkı köken olarak çoğunlukla Anadolu Türkü. Kosova halkı ise ağırlıklı olarak Arnavut. Köken üzerinden söz konusu olabilecek gerilimin yakın geçmişin acı tecrübelerinin etkisiyle kontrol altında tutulduğu söylenebilir.

Şehri ortadan ayıran ırmak, unutmaya izin vermeyen bir etkiye sahip olmalı. Kıyı boyunca uzayan kafeleri geçip Şadırvan Meydanı’na ulaşıyorsunuz. Orası bir bakıma Konya, bir açıdan bakınca sanki Saraybosna. Herkesin anlatacağı kalma ve direnme hikayeleri var. Toplanıyor ve konuşuyorlar. 

Yarın, öbür gün ne değişecek? Fabrikalar çalışmıyor. Avrupa ticarete izin vermiyor. Kosova hem var hem yok bir cumhuriyet. Birçok dünya ülkesi, bağımsızlığını tanıma eğilimi göstermenin eşiğinde bekliyor. 

Bu “kararsızlık” eşiğinin sebep olduğu parantezler, başta ABD olmak üzere uluslararası güçlerin himayesine zorunlu halde tutuyor ülkeyi. Gençler gitme hayalleri kuruyor; Türkiye’ye veya Almanya’ya nasıl gidebilirler? Gidecek, ancak bir şeyler başararak dönecekler. Bankaların önündeki emekli maaşı kuyruklarının gösterdiği mütevazı güvence, bugünün dünyasına ait değilmiş gibi geliyor gençlere.

Öğrendikçe ve tanıştıkça mekanlar, görece istikrarın en önemli unsuru gibi görünüyor, aile değerleriyle birlikte. Sosyalizm döneminin unutturma yıkımının sembolü, Arasta Camii’nden geriye kalan yalnız minaresiymiş. Camiyi yıkmış ama sıra minareye geldiğinde cesaret edememiş sosyalistler. Şimdilerde camiyi yeniden inşa etmenin planları yapılıyor. 

Prizren Yunus Emre Enstitüsü’nün salonunda gerçekleşen “Dünden bugüne şehirlerimiz” başlıklı konferansımda, minarenin öylece kalmasının daha anlamlı olacağını savundum. Cami yeniden yapıldığında aynısı değil taklidi olacak. Oysa yalnız minare, öylece duruşuyla tarihin bir dönemini ciltlerle kitaptan daha etkili bir dille açıklayacak.

Sanki biz güzelim mekânlarımızın kıymetini bilmiş miyiz? Süleymaniye kendini korudu, Sinan incelikleriyle. 450 yıl içinde 100’ü aşkın deprem gördü cami, ama küçük bir çatlak bile oluşmadı bünyesinde.

Fındıklı’daki Süheyl Bey Camii ise Cumhuriyet’ten sonra yıkıldı, sadece minaresinin oturduğu ayak kaldı geriye.

Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde “mükemmel bir Sinan Camii” olarak bahsi geçiyor. 1591’de tamamlandığı kaydediliyor. 1873 yılında dönemin mimari üslubuna uyarlanacak şekilde yeniden inşa edilmiş; bu ayrı bir tuhaflık. Daha kötüsü, 1957’de gerçekleşen yol genişletme çalışmaları sırasında minaresi ve yanı başındaki çeşmeyle birlikte yıkılmış olması. 2013’te tamamlanan bir yeniden inşanın ardından ortaya çıkan ise AVM cepheli bir yapı.

Emanetin ehline verilmemesiyle başlıyor çözülme de dağılma. “Emanet” kelimesine nasıl da önem veriyor Balkan halkı! Birbirimize emanetiz, Allah’ın adıyla. Bir şeylere geciktik, yolda olmayı bırakmıştık. Prizrenliler için zaman ve hayat kısmen Türkiye saati üzerinden ilerliyor; bu büyük bir sorumluluk.

Fakat boş duruyor da değiliz. Kosova’nın her köşesinde bir TİKA imzası belirgin. Kurumun kültürel birikimin ihyasına, özellikle camilerin restorasyona verdiği destek, şehrin hafızasında şimdiden önemli bir yere sahip olmuş. Söz gelimi Sinan Paşa Camii’nin 1939’da Hıristiyanlar tarafından (inşası sırasında bir manastırın taşlarının kullanıldığı iddiasıyla) yıkılan üç kubbesini yeniden yapmış TİKA.

Hafıza boşluğu alanında onarım kültürel faaliyetleri de biçimlendiriyor. Yunus Emre Enstitüsü Priştine, Prizren ve İpek’teki merkezleriyle ortak değerler üzerinden söyleşi ve faaliyet alanları açarak ilişkilerimizdeki eksikleri tamamlamaya çalışıyor. Kosova şubelerinin müdürü Mehmet Ülker, müdürlüğü koltukta oturmaya yoran bir kişilik değil. Üç merkez arasında koşturuyor.

Kosova halkı, Avrupa ile Türkiye arasında sıkışmış insanlar. Yüzlerine de vuran aydınlığın sebebi, yüreklerini geniş tutmayı öğrenmiş olmaları. Sosyalizme ve faşizme, şovenizme direndiler. Sırada kapitalizm var.

Ana sütü ile aynı şey, ana dili. Hatırlama kanalları, dil, aile ve mekan. Prizrenliler bu üç varlık alanını da bugüne kadar korumayı başarmışlar. “Seni yok sayacaklar, sen daha çok var olacaksın” diyor ya Sezai Karakoç “Makamda” kitabında… (1980)

Sahi, Prizren doğumlu Tezkire şairi Aşık Çelebi’nin deyişiyle (16. Yüzyılda) “Şairler Kaynağı”dır şehir. Bunu anlamak mümkün. Irmak her zaman şiir getirir, şiire götürür.

Prizren kale, kasaba veya Farsça “zer”, yani altınla ilişkilendirilen bir şehir. Gelmeden önce araştırmıştım. Şimdi tanıdım ve anlıyorum. Carel Bertram’a atıfla tarif edebilirim: Hafızası alınmış bir hatıralar alanı olmaya rıza göstermeyen bir şehir, burası.


Akşamüstü ülkenin nüfusu tamamen Anadolu’dan gelmiş Türklerden oluşan tek köyü Mamuşa’da yaşayan Kenan Morina ile meydana doğru yürüdük. Kenan bir süre rehberlik etti bana ve Mamuşa’ya götürecek otobüse yetişeceği için Şadırvan meydanında ayrıldı yanımdan. Ara sokaklara daldım, kunduracı yorgancı dükkanlarının, camilerin, mağazaların, fırınların, kitapçı dükkanlarının, koruma altına alınmış evlerin önünden geçtim. Irmak boyunca ilerleyen Maraş Mahallesi öylesine zengin bir dokuya sahip ki ayrıca gezmem gerekecek. 30’u aşkın cami varmış Prizren’de. En büyüğü, 1798’de dönemin valisi tarafından yaptırılan Bayraklı Camii.

Hali hazırda daha güzel bir Amasya burası, küreselleşme henüz teslim alamamış. Gelgelelim, kalenin yamaçları boyunca yeşilin en güzel tonları arasına serpiştirilmiş kırmızı benekler gibi görünen kiremit çatılı evler yer yer dört kata kadar çıkma temayülü sergiliyor.

Dar bir sokaktan geçip yeniden Şadırvan Meydanı’na ulaştım. Çeşmeden akan suyun lezzeti, doğduğum kasabayı hatırlattı. Meydanın taş ağırlıklı örgüsünde Hunat Hatun’dan, Gevher Nesibe’den çizgiler… Sinan Paşa Camii’nde ezan adeta çıplak sesle, münavebeli okunuyor. Bu şehirde korkmadan yorulmadan kaybolmaya terk edebilir kendini insan.


Cihan Aktaş, 05.11.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar,  Perspektif Yazıları, 



Sonsuz Ark'ın Notu: Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır.  Seçkin Deniz, 09.05.2015







Yazının ilk yayınlandığı yer:Dünya Bülteni:

Seçkin Deniz Twitter Akışı