20 Ağustos 2016 Cumartesi

SA3324/KY26-CA71: Direniş Mimarisi

“Kıyamet alametleri”ne terk edilmiş, tabii ve tarihi güzellikleri talana uğrayan, gökyüzü manzaraları gasp edilen şehir, bütün mutluluklarının “habersizlik”ten ibaret olması beklenen insanların şehri, dengelerini ve ihtiyaçlarını, imkânlarını ve sorumluluklarını yeniden öğreniyor. 


Kitlelerin kendiliğinden ayağa kalktığı her konu, insanların kardeşliği açısından bir açılım ifadesidir kanımca. Bir belaya karşı dayanışma sergilemek için bir araya gelme çabası, İslam kardeşliğini de içeren bir mümkünler alanı oluşturmak demektir.

15 Temmuz’dan beri mitinglere katılıyor, meydanlarda toplanıyoruz. Meydanları adeta yeniden keşfediyoruz, kendi potansiyellerimizi de yeniden keşfettiğimiz gibi.

Üniversite öğrencisiyken okula hâkim Dev-Solcu öğrencilerin mitinglerine katıldığım olurdu. Katılmamak, okula da alınmamak anlamına gelirdi. Herhangi bir sapakta ayrılıp eve gitmeye can atardım. Bu mitingler genellikle Beşiktaş’ta başladığı için, ilk fırsatta ayrılmayı başardığım takdirde, Serencebey sokaklarında kaybolur ve –silindir proje kutumda her zaman ozaliti çekilecek bir şeyler olduğu için- Necdet Ozalit’in bulunduğu sokaktan doğru Bostancı otobüslerinin durağına ulaşırdım. 1980’lerin ikinci yarısında mitinglerin yerini başörtüsü direnişine ilişkin toplanmalar, protesto gösterileri aldı. 

Beyazıt Meydanı, asli mekanımızdı. Turgut Cansever’in 1957’de hazırladığı, meydanı tamamen insanlara hizmet edecek bir yaya alanı haline dönüştüren, esasında Üniversite yapıları ile cami arasındaki yön çelişkisini, cami- kıble doğrultusunu asli plana uyacak şekilde düzenleyen projesinin kabul edilmeme sebebi açık değil mi… Yetersiz, sıkıştıran, yayayı değil aracı ve otoritenin bakışını esas alan meydan, toplanırken yaşattığı zorlukların yanında, dağılırken de önümüzü kesiyordu.

Başörtüsü yasağı protestoları yanı sıra, Kudüs ve Gazze mitingleri, Fatih Camii merkezinde düzenlenirdi; Metin Yüksel’in 12 Eylül darbesinin gerçekleştiği yılın başında, şehit edildiği avluda. Yeterli olmazdı alan, ara sokaklara taşar, bazen Kıztaşı’ndan, bazen Karagümrük’ten çıkar ve yürürdük otobüs duraklarına. 2005’ten sonra, Beyazıt Meydanı tamiratlar nedeniyle girilemez hale geldiğinden, Fatih Camii avlusu toplantıları Saraçhane Meydanı’na kaydı. 15 Temmuz’dan sonraki toplanmalarda da, etrafındaki parklarla genişleyen Saraçhane Meydanı ilk akla gelen adreslerden biri oldu.

15 Temmuz’da, darbe girişiminden de öte bir işgal girişimi yaşadık. Kurşunlandık, şehit verdik; neticede Allah kurulan tuzakları bozdu da emperyalizme teslime rıza göstermeyecek herkesi cezalandırmaya hazırlanan cuntanın önü alındı. Arkadaşlarımızın, kardeşlerimizin bedenleri asker kurşunlarıyla delik deşik edildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan öldürülmek istendi. Meclisin bombalanması, ancak bir işgâl girişiminin eseri olabilirdi. 

Halk 15 Temmuz’dan bu yana meydanlara akarak hem nöbet tutuyor hem şahitlik ediyor. Toplum olarak birbirimizi farklı bir gözle görüp yeniden tanıyoruz. Kendi varlığımızdaki anlamı da yeniden fark ediyor gibiyiz. Korku ve buna bağlı dayanışma ihtiyacının yanı sıra, tehdidin hâlâ sürüyor olabileceğine dair uyarı ve endişeler nedeniyle de uykularımızı yitirdik.

Şehir meydanlarının gece ve gündüz bu şekilde dolup taştığı bir dönem hatırlamıyorum. Cumartesi günü, gece yarısına kadar Kısıklı Meydanı’nda, Asım Gültekin’in yönettiği Nöbetçi Kütüphane’nin konuğuyduk, Hüseyin Rahmi Göktaş, Ayşe Olgun ve Suat Köçer’le. Biz ayrılırken Çiğdem Tavkul ve Hümeyra Şahin oraya gelmeye hazırlanıyordu. 

Saraçhane ve İzmir’de aynı günlerde faaliyete açılan Nöbetçi Kütüphane, direniş günlerine Asım’ın kendine has teklifi. Türkiye Basım Yayın Meslek Birliği ve Dergiler Birliği tarafından destekleniyor proje. Asım’ın programlarının böyle bir çekim gücü var. Cahit Zarifoğlu’nun bize emaneti, kıymetli Berat Zarifoğlu Hanımefendi, güler yüzlü kızları Zeynep ve Betül, kardeşleri Ahmet ve değerli dost Gülay Bulduk… Geniş bir platform oluşturup olup biteni konuştuk. Hüseyin Rahmi Göktaş ile kısa bir konuşma yaptık, kütüphanenin yanında. Öğrencilerle sohbet ettik.

O sırada adı faili meçhullerle anılan bir siyasetçi de meydanda konuşuyormuş, daha sonra Twitter’da okudum. Bunun anlamı, “meydan” kavramında aranabilir diye düşündüm, öğrendiğimde. Elbet rahatsız oluyor insan, ancak nöbete gelenlerin kimliğine değil, nöbete bakılıyor bu günlerde. Markus Miessen “Katılım Kâbusu”nda, katılım kelimesinin uğradığı aşınmaya dikkat çekiyordu: “Gerçek bir dönüşüm yerine kestirme bir teskin etme yöntemi…” Meydan kimileri için bir damla gibi okyanusa karışmanın alanı, kimileri için ise kara para aklama tezgâhı. Her şeye rağmen ikinci grubun çok az olduğunu düşünüyorum.  

Önlenen darbenin ardından topluma yayılan taze ruhu bazı açılardan devrime benzetmiştim daha önceki yazılarımda, hâlâ kısmen öyle geliyor. Ne de olsa biçim olarak tek bir devrimden söz edilemez. 15 Temmuz gecesi direnişi bir devrim özelliği arz ediyordu; ne planlıydı ne de hesaplı, kendiliğinden oluştu ve şehitler verme pahasına başardı. Her şey aslında o gecede olup bitti devrim adına, sonra farklı bir sürece girildi. 

Yetkililerin tehlikenin sürüyor olduğuna dair uyarılarıyla birlikte kalabalıklar meydanlara kendi sebep ve endişelerini de taşıdılar. Kısıklı Parkı ve Meydanı’nın günlerce olağanüstü bir kalabalık tarafından paylaşılan coşkusu, sıradan miting sahneleri ötesinde bir açılımı hak ediyordu. Her şey daha doğaçlama olmalı ve nöbete gelenler orada kendi sözünü ve yorumunu dile getirebileceği bir ortam bulabilmeliydi. Darbeyi önleyen “halk”, dinleyici konumunda kalmamalıydı, sahneye dönüştürülen meydanlarda. Gerçi elbette çok farklı şahitliklerle dalgalanıyor hâlâ toplum, önyargılarından kurtulup kendine çeki düzen veriyor.

Pazar günü Yenikapı mitingine gitmek için büyük bir mücadele verdik eşle dostla ve neticede miting kalabalıklarının kıyılarına adım atabildik. Yüz binler sokaklara taşmıştı, ellerinde bayraklar, dillerinde tekbirler. Tabii önümüze gelen ilk trenlere binemedik yola çıktığımızda, kapılardan taşacak kadar dolu geçiyorlardı. Bindiğimiz trende iğne atsanız yere düşmezdi, buna rağmen uzaktan uzağa 1980’lerde MTTB’nin Küçükyalı Şubesi’nden tanıdığım, ancak 32 yıldır görüşmediğimiz Hacer ile göz göze geldik. Kısacık bir sohbet, hatırlamalar, geçen yılların muhasebesi… 

Çıkışta bastıran dalga içinde kaybettik birbirimizi. Marmaray’daki tıkanma konusunda trende gelirken uyarıldığımız için, vapura binme ümidiyle Kadıköy’e yöneldik. İskelede, güneşin altında yarım saati aşkın bir süre bekledikten sonra, görevlilerin, vapurla Yenikapı’ya geçmenizin faydası yok, meydan iskele tarafından tıklım tıklım dolu, deyişi üzerine, yeniden Marmaray yolunu denemek üzere metroyla Ayrılık Çeşmesi’ne geçtik.

Elbette şehitlerimizin hatırası her türlü fedakârlığa değer, ama aramızda yaşlı ve kalp hastası insanlar, engelliler vardı. Vagonlar aşırı dolu geçtiği için Marmaray istasyonunda da uzun süre bekledik. Merdivenler, istasyonlar, vagonlar tıklım tıklım doluyken, bir kabalığa, itiş kakışa rastlanmıyordu. “Hindistan kadar mı olamıyoruz?” diye sordu biri, dolu bir vagona girmek isterken. İki büklüm bir ihtiyar kadın, “Kızlar, beni de alın aranıza, sizinle geleyim” diye rica etti, kardeş oldukları anlaşılan iki hanıma. İnsanlar birbirine karşı anlayışlı, nazikti. “Tatil diye evde oturma zamanı değil”, diye seslenen bey, İzmit’ten gelmiş, fabrikada işçiymiş. Ranciere’in yorgunluğu nedeniyle mitinge katılması beklenemeyecek işçisi geldi aklıma. 

Kadıköy’de, iskelede vapur beklerken sohbet ettiğim üç hanım akrabaydı. Biri daha yaşlıcaydı, yüksek tansiyon hastasıydı. Güneşin altındaydık ya, ıslak bir havlu koymuştu başının üstüne. Mitinge hazırlanırken buzluğa su şişeleri koymuşlar, plastik bardak da getirmişler, gelene geçene su ikram ediyorlardı. Yenikapı’ya ulaşma isteği, darbe girişimine karşı itirazın ifadesi açısından önemseniyordu.

Bu şehirde yüz binlerce deniz görmemiş insan yaşıyor, bunların önemli bir kısmı çocuk, kadın, engelli ve yaşlı. Darbe girişimine karşı direnişi devrime benzetirken, Bahtin’in “karnaval” yorumuna atıfta bulunmuştum bir yazımda. İhtilafları bir kenara bırakmaya sevk eden, herkesi aynı heyecan, amaç ve niyette buluşturan şenlik ortamını oluşturan olay, üzerimize yağan kurşunlarla, bombalarla başladı. O kadar çok yürek kanatan vaka var ki örnekleri saymaya başladığımda sonu gelmiyor. 

Havaalanı yolunda, ışıkları kapatılan tankın ezmesi sonucu şehit olan Türkmen Tekin, sabah saatlerinde astsubaylık sınavlarına girip gece Genelkurmay Başkanlığı önünde yaralılara yardım ederken şehit olan Uhud Işık, İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’nde Kepçe Operatörü olarak çalışan ve darbe gecesi kepçesiyle tankın önüne siper olmak isterken şehit olan Yalçın Aran, eşiyle birlikte köprüye yürüyenler arasında ön saflarda bulunan ve açılan ateş sonucu şehit olan Ayşe Aykaç, darbe girişimini engellemek için kamyonla Sultangazi Baştabya Kışlası’na giderken darbeci askerlerin ateşiyle yaralanan ve daha sonra kaldırıldığı hastanede şehit olan 21 yaşındaki sağır ve dilsiz genç, Erhan Dündar...

Şehitlerin hayat hikayelerini okurken, bir halkın direnişine kaynak olan sayısız dokunaklı ayrıntı çıkıyor önünüze. Darbeyi önleyen direnişçilerin şehadetini ve gazilerin vakarını yansıtan sahneler, meydanları merasim ve geçiş alanları olmaktan kurtarıp bir “Biz” olmanın bahçesine dönüştürüyor halihazırda.

Kıyıdakiler, dar gelirliler, mitinglere koşarken şehrin merkeziyle tanışıyor. Şehir bu açıdan çalkalanırken halkın koşusuyla yeni akslar, semboller, isimler kazanıyor.

Weber, İslam Şehri olmadığını öne sürmüştü. Batılı birçok şehir tarihi yazarı, İslam şehrinde meydan olmadığını yazdılar; Kayseri’ye, İsfahan’a, Marakeş’e rağmen. Oysa meydanın mimarisi, insanın sesinden bağımsız düşünülemez.

Miessen’in “katılım”üzerine tespitinden söz etmiştim yukarıda. Sosyal bilimciler gibi mimarları da düşündüren bir mesele, birey ve müşterinin azami katılımı önündeki engeller.

“…kente varır varmaz kent beni tekrar dışına fırlatmayacak mıdır?” diye bir soru geçiyor, Sezai Karakoç’un “Meydan Ortaya Çıktığında” başlığını taşıyan hikayesinde. “Kıyamet alametleri”ne terk edilmiş, tabii ve tarihi güzellikleri talana uğrayan, gökyüzü manzaraları gasp edilen şehir, bütün mutluluklarının “habersizlik”ten ibaret olması beklenen insanların şehri, dengelerini ve ihtiyaçlarını, imkânlarını ve sorumluluklarını yeniden öğreniyor. 

On yılda bir gerçekleşen darbelerle tankla tüfekle korkutulup kabuklarına çekilmeye zorlanmış insanlar, bir gecede ispatladıkları rüştleriyle şehrin gecelerine unutulmuş duaları kazandırdı. Yalnız olmadığımızı bildik, garip de değilmişiz. Köprü eski köprü, meydan eski meydan değil. Direnişin mimarisi, tank sesleri duyulduğunda eve kapanmayı reddederek kurtarışa koşan cesur insanların eseri olarak gelişecek bilincimizde bundan böyle, şehir nasıl dönüşürse, hangi dönüşümleri yaşarsa yaşasın…



Cihan Aktaş, 20.08.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar,  Perspektif Yazıları, 




Sonsuz Ark'ın Notu: Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır.  Seçkin Deniz, 09.05.2015





Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni:

Seçkin Deniz Twitter Akışı