19 Ağustos 2016 Cuma

SA3319/KY45-SB2: Cizre: “Silahları Bedenlerinden Büyük Çocuklar!..”

“Cizre il de olsa, mahalle de olsa bir şey değişmez. Adalet lazım buralara kızım, önce adalet, sonra da barış..”


Üç yıl önce sunduğum gezi programı kapsamında Cizre’ye gitmiştik. Bende hayranlık uyandıran ender yerlerden biriydi Cizre. Diğer bir adıyla Cizîra Botan… O zamanlar caddeler dolu, insanlar umutlu, yarınlara dair hayaller de renkliydi pek tabi ki. İki gün konakladığımız Cizre’den harika görüntüler ve röportajlarla dönmüştük. İyi bir iş çıkarmıştık, güzel ağırlanmıştık.

Üç yıl sonra bu kez başka sebeplerden düştük yollara. O zamanlar  “Gelê Kurdistan Televizyonu” olarak, kurulan kontrol noktalarından rahatlıkla  geçip giderken, bu kez  “TRT Kurdî” dediğimiz halde “güvenlik” nedeniyle saatlerce bekletildik. Barış süreci yerini çatışmaya bırakınca her şey ve herkes fazlasıyla ciddileşmiş ve acımasız olmuştu maalesef!

Şehre girdiğimizde Mem û Zîn’in türbesinin yanı başındaki Beko’nun mezarı gibiydi olup bitenler. Bahçenin içinde büyüyen bir yılanın, yine bahçedeki diğer canlıları öldürmesi gibi ya da. Hendek sonrası Cizre’nin yarısı yıkılmış, kalan yarısı ise yürümekte zorlanan yaşlı bir insan gibiydi.

Doğrusu en çok da bugünlerde insanların ne hissettiklerini merak ediyordum! Bütün bu yıkıntıların   arasında olup bitenlere bir cevap verebilmişler miydi acaba?

Biraz soluklanmak için bir yere oturduk. Cizre’nin il olmasıyla ilgili kısa bir sohbetten sonra mesele dönüp dolaşıp hendekler ve sonrasında yaşanılanlara geldi.

“Silahları bedenlerinden büyük çocuklar hendeklerin başında nöbet tutuyordu. O dönemler gerek sosyal medyadan, gerekse bazı medya kuruluşları Cizre halkını hendeklere karşı durmuyor diye eleştiriyordu. Oysa ki buradaki gerçeklik farklıydı. Hemen herkes karşıydı; ama ne yazık ki eleştirenleri ya “hain” ilan ediyorlardı, ya da “işbirlikçi” Söyler misiniz şimdi bana; kim Cizre gibi küçük bir yerde böylesi bir tehlike varken eleştirebilir? Halbuki hepimiz de iyi biliyorduk; hendeklerin başındakilerin çoğu küçücük çocuklardı, bu kadar insanı bile bile ölüme gönderdiler." diyor biri.

Başka biri devreye giriyor: 

“Şimdi dönüp bakıyoruz da; bu hendekleri niye kazdılar, amaç neydi? Hiçbir sorunun cevabını bulamıyoruz. 15 Temmuz sonrası ortaya çıkan tablo bizlerin de kafasında birçok soru işareti oluşturdu. Olup biten her şey belki de bir oyundu, bilmiyoruz.”

“Aslında biliyoruz. 15 temmuz sonrası ortaya çıkan FETÖ ağıyla, Kürdistan’daki anlam veremediğimiz hendek savaşının birbiriyle ilintili olduğunu düşünüyorum. Yani bakın bu bir tesadüf olamaz? Kürdistan’da hendek operasyonlarını yürüten generallerin birçoğu şuan cezaevinde. Burada amaç Kürtlerle mevcut hükümeti karşı karşıya getirmek de olabilir, bilmiyorum. Çünkü PKK böylesi bir yıkımı tekrar edip derinleştirecek kadar amatör bir örgüt değildi. Ancak hendek siyasetinde ısrar etmesi aklımıza pek çok şeyi de getiriyor hâliyle. Şimdiyse yıkımın duygusal boyutuna geçtik, asıl bundan sonrası zor.” diyor başka biri.

Oradan ayrılıp başka bir yere geçiyoruz, ama nereye gidersek gidelim “köprüden önceki son çıkış” hendekler oluyor.

Kocası Cizre’de bodrumda ölen bir kadın şöyle diyor: 

“Kocam öldüğünde bana dediler ki; ‘Halkımızın başı sağolsun.’ “Hangi halkımız dedim, benim başım sağ olsun, çocuklarımın başı sağ olsun. Bana söyler misiniz benim yiğidim ne uğruna öldü, neden öldü?”

Gözleri doluyor, sonra inancı bir urgan gibi sarınca boynunu sanki bir özeleştiri verir gibi değiştirmeye çalışıyor söylediklerini: 

“Tamam biliyorum halkı uğruna direndi o bodrumda, ama peki neden yalnız bırakıldılar. Milletvekilleri neredeydi, neden yoktular. Bana söz vermişlerdi, evlileri bodrumlardan çıkarıp evlerine göndereceklerdi.  Ama yapmadılar. Hepsi ölüme terk edildi.” diyor.

Bütün bu konuşmalar arasında başka biri şöyle diyor: 

“Diyelim ki hendek kazındığı için yıkıldı bazı yerler, peki ya hendek kazınmayan yerler neden bombalandı. Kendi gözümle gördüm, hendeklerle ilgisi olmayan bir yere bomba atılmıştı, çocukların bedeni paramparçaydı. Öyle bir şeydi ki, sanki bir kısmı durdurmak istiyordu, ama bir kısmı öldürüyordu. Bu her iki taraf için de böyleydi.”

Kocası bodrumda öldürülen genç kadın tekrar lafa giriyor: 

“Biliyor musunuz katilimiz biz yine kendimiziz. Baksanızda bu milletvekillerini biz seçmedik mi? Faysal Sarıyıldız dışında kim vardı yanımızda, hiç kimse. Öyle şeyler gördüm, öyle şeylere tanık oldum ki asla unutamam. Bugün hala ayaktaysam tek sebebi çocuklarım, geri kalan her şey boş. Orada görevli olan bazı güvenlik görevlilerinin Cudi Mahallesi’ine girdiğinde; “Cudi’nin güzel kadınları, hazırlanın biz geliyoruz” diye anons yapıyordu, hala kulaklarımda o sesler.  Biz kaderimize terk edildik ve şimdi bakıyorum da bu kadar şey neden yapıldı, ne oldu, neden öldü bu kadar insan bir cevap bulamıyorum! Bana diyorlar ki ‘heval güçlü dur’ peki siz söyler misiniz? Benim kocam öldü; buna rağmen güçlüyüm evet, ama kimse için değil sadece çocuklarım için ayakta durmaya çalışıyorum.”

Bir gün önce konaklamak için gittiğimiz Şırnak’ı ise anlatmaya kelimeler yetmez sanırım. Şehrin girişindeki kontrol noktası bana Habur Sınır Kapısı’nı hatırlatıyor. Upuzun araç konvoyları evlerine gidebilmek için sıraya girmiş; insanların bir kısmı sıcaktan dışarı çıkıp yerlere uzanmış, bir kısmı gruplar halinde sohbete dalmışlar. Sıcağın altında bütün gün bekleyen polislerin rengi o kadar esmerleşmiş ki, hiçbiri artık doğduğu şehre benzemiyor! İnsanın içi acıyor, çok değil birkaç yıl öncesine kadar rahatlıkla gidip dolaştığımız şehir boşalmış, Şehr-i Nuh artık sadece mecburi hizmete tabi olanların memleketi olmuş.

Şırnak’ta sadece kaldığımız otelde yaşam var neredeyse. Şehrin diğer yerlerinde hayat belirtisi yok denecek kadar az. Otelin bir kısmı görevde olan ailelere ayrılmış, belli ki çocuklar bütün zamanlarını bu otelde geçiriyorlar. 

Yemek yediğimiz salonda televizyon açık; haberler bilmem yine nerenin kırsalında ölüm haberleri veriyor. Tam karşımdaki masada televizyonu sessizce izleyen bir grup var. Ya polis, ya da askerler bilmiyorum. Sonra aşağıda parkta oynayan çocuklara bakıyorum, içimden ağlamak geliyor. 

Gördüklerim sonu gelmeyen bir ikinci dünya savaşı filmi gibi. Kimse mutlu değil. Şehirden ayrılırken kulaklarımda yaşlı bir annenin söyledikleri çınlıyor:

“Cizre il de olsa, mahalle de olsa bir şey değişmez. Adalet lazım buralara kızım, önce adalet, sonra da barış..”



Sidar Basut, 19.08.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar
Sidar Basut Yazıları
 

Seçkin Deniz Twitter Akışı