19 Mart 2016 Cumartesi

SA2649/KY44-EÖ3: İslam'ın Altın Çağı'ndan ‘Batı İcadı’ Bilim'e

"Peki, Müslümanlar 'Altın Çağ'a niçin geri dönemiyor? Bu sorunun yanıtı, ümmet için piramidi ters çevirecek, önce kendini gerçekleştirme arayışına itecek dinamiklerde gizli."


8. yüzyılın en büyük astronomi alimi Ebu Maş’er, med-cezir hadisesinin kaşifidir. Keşfi, Avrupa’da ancak 9 yüzyıl sonra açıklığa kavuşabilmiştir. Yetiştiği Orta Doğu’nun yaralı Bağdat’ı, 2003 yılında Amerikan işgaline uğramış, hala kendine gelememiştir.

9. yüzyılda yaşayan Harranlı alim Battanî, bugün kullandığımız güneş takvimini bulmuş, Avrupalı bilimadamı Tycho Brahe’ye ilham vermiştir. Çalışmalarını yaparken bulunduğu Rakka şehri, bugün İslam’ın bir numaralı düşmanı DAEŞ’in kontrolünde.

İranlı Ali bin Abbas, 10. yüzyılda dönemin ilk kanser ameliyatını yapan tıp alimidir. Doğumla ilgili çalışmalarının Latince çevirileri, tıbbın babası olarak bilinen ve adına yemin edilen Hipokrat’ın aynı konudaki tezini çürütmüştür. Mensubu olduğu ülke, bugün milyonlarca vatandaşına zulmeden Suriye rejimine destek veriyor. 

İslam’ın Altın Çağı’na şahitlik eden Farâbi, Aristo’dan sonra mantık biliminin öncüsü olarak kabul edilir. Hayatının önemli bir bölümünü geçirdiği Halep, muhtemelen bunu okuduğunuz dakikalarda bile Rus bombardımanına maruz kalıyor.

İbn-i Battuta, Karaka, Macit, Kındî, Dinaverî, Fergânî ve yitik yüzyılların ümmete adını unutturduğu daha onlarcası... Müslüman bilimadamları, İslam’ın Altın Çağı’nda kaldı. Beş asır boyunca 13. yüzyıla kadar İslam coğrafyasında yükselişte olan bilim, dinin bir farzı olarak algılandı. 

Bir alim, Enbiya Suresi’nin “Geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı yaratan O’dur. Her biri bir yörüngede yüzmektedir.” diyen 33. ayetini okuyup araştırdı. Diğeri, “…Ne göklerde, ne de yerde zerre ağırlığınca (bir şey) O’ndan gizli kalmaz ve ne bundan daha küçük, ne de daha büyük hiçbir şey yoktur ki, apaçık beyan eden bir kitapta (Levh-i Mahfûz’da) bulunmasın.” ayetini içeren Sebe Suresi’nden yola çıktı. 

Bugünün seküler Avrupa’sı felsefecileri, gökbilimcileri, matematikçileri Kilise’ye ‘şirk koştukları’ için idam ederken, müslüman alimler inandıkları dinin kutsal kitabını kaynak aldılar. Kitap, onlar için karanlık geleceğe ışık tutan bir fener, fethedilen toprakların yol haritası oldu. Müslüman bilimadamlarının buluşları, tarihin en kanlı olayları olan Haçlı Seferleri’yle birlikte Avrupa’ya ulaşabildi.

Bugün bulunduğumuz nokta, belki de yüzyıllardır aynı. Altın çağımızın sona ermesinden beri susmadan çalan ‘kırmızı alarm’ modundayız. Bereketli toprakların doğal kaynakları, dünyanın geri kalanıyla rekabet etmemize yetmiyor. Hürmüz ve Cebelitarık, artık ümmetin sömürülen enerjisinin tahliye merkezi halinde. ‘Dış politika’ denilen kirli ve karmaşık oyunlar Kındî’nin torunlarının zihnini, bilimle meşgul olamayacak kadar karıştırıyor. Endişeli Orta Doğu için 21. yüzyıl, Maslow’un ihtiyaçlar piramidinin ilk kütlesinin altında ezilmek demek. Hayatta kalabilmek, kurşunlardan saklanılabilecek dört duvar ve İHH’nın İdlib’deki fırınında ürettiği bir ekmek… 

Şüphesiz, İslam coğrafyasının mevcut haline gelmesinde ümmetin birbirine sırtını dönmesi kadar onları bu tuzağa düşüren ‘Garp’ın da payı var. Garplılar, tarih boyunca gözlerini ayırmadıkları, masalarda cetvelle sınırlarını çizdikleri bölgelerin başına işbirlikçilerini getirdiler. İşlerine gelmeyeni çeşitli oyunlarla indirdiler. Uluslararası hukuk kisvesi altında, açıktan işleyemedikleri cürümleri sözüm ona ‘iç hesaplaşmalar’la Müslümanlara işlettiler. 

Öyle ki, ümmeti ‘boy boy, soy soy’ ayırdılar. Şairin dediği gibi ‘Sınırlar içinde sınırlar; dikenli teller; taş duvarlar; mayınlar...’ Sunni’ye Şii’yi, Şii’ye Sunni’yi vurdurttular. Mezhebi olmayanları partilere, partisi olmayanları kabilelere böldüler; yine öldürttüler. Ve kendi silahlarıyla…

Düşmanla savaşmak için bile kendi teknolojisiyle askerî teçhizat üretemeyen Şark ülkeleri, kardeşlerini öldürmek için silahlarını Garp’tan almaya devam etti. Bu ülkeler, varlıklarını gelişerek sürdürebilmeleri için ihtiyaçları olan siyasi ve ekonomik güç kadar hayatî başka bir unsura; bilim ve teknolojiye sahip değiller. 

Surrey Üniversitesi’nde teorik fizik profesörü olan Jim Khalili, bu konuya dikkat çekiyor. 'Müslüman ülkelerin bilime olan ilgili tekrar nasıl canlanır?' başlıklı makalesi, kısa süre önce Dünya Ekonomik Forumu’nun internet sayfasında yayınlandı. 

Khalili’ye göre, sorunun temeli bilime yeterli fon ayrılmaması ve eğitimde yatıyor. Müslüman ülkelerin çoğunluğu, milli gelirlerinin ortalama %0,5’ini bile araştırma/geliştirmeye harcamıyor. Gelişmiş ülkelerde her bin kişiye 140 bilimadamı düşerken, mevzu-bahis ülkelerde bu sayı 10’u geçmiyor. İslam’ın Altın Çağı’nda gelişmenin kaynağı olarak görülen bilim artık Müslümanlar için seküler ve Batı icadı. 

Nükleer geliştiren İran ve yazılımda küresel yarışı zorlayan Malezya müstesna. Bilim ve teknolojide Batı’nın gerisinde kaldığını farkedebilen azınlık ise AR-GE yatırımlarını nıspî oranda artırıyor. Üst-orta gelir grubunda olan Türkiye, özellikle askeri teknolojilerde ipi göğüslüyor. Fakat PEW Araştırma Merkezi’ne göre 2050 yılında nüfusu 2,8 milyara ulaşması beklenen Müslümanların mevcut boyunduruktan kurtulabilmeleri için bilim ve teknolojide yeniden yükselişe ihtiyacı var. 

Peki, Müslümanlar ‘altın çağ’a niçin geri dönemiyor? Bu sorunun yanıtı, ümmet için piramidi ters çevirecek, önce kendini gerçekleştirme arayışına itecek dinamiklerde gizli.


Esra Öztürk, 19.03.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Milenyum Efektleri

Esra Öztürk Yazıları





Sonsuz Ark'ın Notu:  Esra Öztürk Hanımefendi'nin çalışmaları kendi isteğiyle yayınlanmaktadır. Bu çalışma 19 Mart 2016'de Yeni Şafak'ta yayınlanmıştır. Seçkin Deniz, 19.03.2016 

Seçkin Deniz Twitter Akışı