26 Ağustos 2015 Çarşamba

SA1671/KY26-CA17: Karşılaşmalar: Baş Belası Günlükler

"Bütün günlükleri ve notları tek bir cümle gibi görmek istiyorum bazen, silinmesi zoruma gitmeyecek tek cümle. Tek bir sebeple yazılmadı oysa hiçbiri. Alıntılar, gözlemler, ansızın akla gelen tespitler, bir yazı için alınan notlar, bir sergide çarpıcı gelen eserle ilgili yorumlar… "


Küçük not defterlerini de hesaba katarsak sayıları elliyi buluyordur. Bir kısmı nispeten düzenli, çoğu karışık notlarla dolu, genellikle bir tarih düşülerek yazıldılar. Karmaşık olmaları kararsızlığımı artırıyor, onları ne yapacağımı bilemiyorum. Herhangi bir okuyucu, hatta usta bir editör bile okurken işin içinden çıkamayacaktır. O kadar düzenden yoksunlar ki elemeden geçirmem imkânsız görünüyor; lise yıllarından beri yazarak öğrenirim ben. Lise ve üniversite günlüklerim elimde değil, tavan arası temizliği sırasında kardeşim Bilge eskiciye vermişti içinde bulundukları kutuyu. Sonraki yılların günlüklerin de bir hayli dağınıklar. Bazen bir yıla dört-beş defter düşerken takip eden birkaç yıl boyunca düşülmüş bir nota nadiren rastlıyorsunuz.

Bütün günlükleri ve notları tek bir cümle gibi görmek istiyorum bazen, silinmesi zoruma gitmeyecek tek cümle. Tek bir sebeple yazılmadı oysa hiçbiri. Alıntılar, gözlemler, ansızın akla gelen tespitler, bir yazı için alınan notlar, bir sergide çarpıcı gelen eserle ilgili yorumlar… 

Eskiden karıştırmaya fırsat bulur, bir cümle etrafında düşüncelere dalarak saatler geçirirdim. Sonra zaman birdenbire hızlandı. Zihnimi dağıtacak cümlelere her zaman açık olamıyorum. Ajandadaki cümleler yeni yarım metinler anlamına geliyor. Onu orada bırakamam, oysa bilgisayar sayfalarında da tamamlanmayı bekleyen metinler var. Bazen bir sayfaya düştüğüm not aklıma geliyor, ona ihtiyaç duyuyorum. Zamanında tutulmuş bir not, sadece tek cümle bile olsa zengin bir kaynak.

Aynı zamanda da oyalayıcı bir yanı var o tek cümlenin. Bu cümleyi siyah, küçük bir ajandaya yazmışım: 

“Orada saat erken olmalı.” 

Nerede ve ne kadar erken? Birini bile eksiltemediğim meşgalelerimde beliren kusurların sebebi sanki akıp giden zaman... Yazı programım ağır ve aksak bir şekilde ilerliyor; benimsemediğim tatil zamanı yüzünden. Düşüncelere dalıyorum: Ben bu cümleyi ne zaman, niçin yazmış olabilirim?

Herhalde gecikerek başlamışım güne, öyleyse mevsim yazmış. Yolculukta değilmişim. Sadece kendim algılayabilirim cümledeki imrenmeyi: Kendini başka bir iklime ait hissetmenin imrenme dolu cümlesi o, evet, ama nerede ve kime yazıldı…

Tarihleri tespit ettikten sonra bağlamlarını araştırmak, tahminler yürütmek başka eşiklerden geçmeyi gerektiriyor. Her zamankinden erken mi kalkmıştım yazıldığı gün, gecikerek mi oturmuştum masa başına, belirsiz; ama belli ki cümle doğuya gönderilmemiş; bulunduğum adreslerin herhangi birinden baktığımda erken zaman sadece daha batıya ait olabilir. 

Ajanda cümleleri işte böyle hep kafamı karıştıran bir etki yapıyor. Dolap ve çekmecelerde ilgimi beklerken çoğalıyorlar sürekli. Düzenli yerleştirilmiş değiller, notları da düzenli tutulmadı. Onları nereye koyacağımı bilemiyorum. “Orada saat erken olmalı” şeklinde bir cümleyi okumamış gibi çalışmayı sürdüremiyorum.

***
Jung’ın 'Kırmızı Kitap’ının “Anılar, Düşler, Düşünceler”i tamamlayan bir kitap olduğunu okumuştum bir yerde. Kaknüs tarafından yayımlandığını öğrenince kredi kartıyla ödeme şartı olmayan bir online kitap satış sitesine kitabı ısmarladım ve gelir gelmez içeriğine şöyle bir göz atıp, birkaç paragrafına da göz gezdirip bir rafa yerleştirdim. Okuma kararıyla raftan aldım önceki gün, karıştırdım biraz, ancak kapaktaki notu fark edince durakladım: “Psikoloji Tarihinin en Çok Merak Edilen Yayımlanmamış Eseri: C. G. Jung’un 1914 ile 1930 yılları arasında üzerinde çalıştığı mahrem notlar.”

Jung yayımlanmasını düşünmemiş ve içlerinden alabileceklerini kitaplara almış. Şimdi ben bu kitabı nasıl okuyacağım? Üstelik üzerindeki nota aymadan önce, öylesine karıştırırken birkaç paragrafına göz gezdirmiştim. Tamam, o zaman okuduklarımdan mes'ul değilim, ama bundan sonra ne yapacağım? 

Kız kardeşim tepkimin aşırı ahlakçı olduğunu söyledi telefonda. Sosyal medyada konuyu açtığımda bu konularda duyarlı olduğunu bildiğim bir yazar “mahrem”in aslında “şahsi”nin yerine kullanılmış olabileceğini savundu. Bunun üzerine araştırmayı sürdürdüm. 



Hayır, 'Kırmızı Kitap' gerçekten de “mahrem” notlardan oluşuyormuş. Öyleyse okumayı sürdürebilir miyim? Aklım okumuş olduğum paragraflara takılı halde, “mahrem” nitelemesine Jung’un mirasçıları ve kitabın yayıncıları gibi bir açıklama getirerek ortak cürme katılabileceğimi düşündüm. Fakat okur ve yazar olarak acaba kazançlı mı çıkacaktım? 

Tuttuğumuz her notu bütün âlem okuyabilir düşüncesiyle kaleme almıyoruz. Türlü yazma halleri var: Kendimi aynı durumda düşünmeye çalıştım. Ajandalarım öylesine karışık, dağınık; bazen bir cümlenin veya paragrafın peşinde birkaçını gözden geçirmeye başlıyorum ve arkası gelmiyor.

Ajandalarımdan zaman zaman yararlanıyorum, ancak varlıkları geleceğe doğru bir yük. "Geçen günlerimizi verselerdi, gelecek günlerimi feda ederdim," diyor ya Akif İslamzade şarkısı… Onlarda geçmişimi kendime bile hatırlatan cümleler var, yine de geleceğe rastgele dağılmalarına razı değil gönlüm. İnsan o satırlara dönmek için yeterince fırsatı bulacağını sanıyor. Geçen zaman içinde tamamının ancak yüzde beşinden yararlanabilmişimdir. 

Suavi (Kemal Yazgıç) ile konuştuk bu konuyu: Sobam olsaydı günlük defterlerini kolayca yakabilir miydim? Sobada kitap defter yakmak darbe günlerini hatırlatıyor. Bazı gazete ve dergileri ne olur ne olmaz diye yakmaya çalışmıştım gün ortasında, evde kimse yokken. Evin ıssız bir diğer gününde Halkın Kurtuluşu örgütünün sempatizanı bir arkadaşım torbalar dolusu kitap ve dergi getirmişti yakalım diye. Soba tütmüştü. Lodos esiyor olmalıydı. Bir kısmını yakabilmiş, annemle babam eve döndüğü için torbaları gizlemiş, tüten soba konusunda açıklama yaparken de kem küm etmiştik. Ertesi gün geriye kalan kitap ve dergileri birer ikişer çöp kutularına atarak dolaşmıştık semtin ara sokaklarında.

Suavi, benim gibi günlüklerini ne yapacağını bilemeyen bir yazardan söz etti. Birden yok olmalarını istememiş, atamamış, yakamamış, geniş terasında güneş ışığı ve yağmurun silmesine terk etmiş. Yağmur yağdıkça, güneş ışığı yakıp kavurdukça kim bilir kaç mevsim, kaç yılda okunamaz hale gelmiş yazılar. Defterler orada ve tabiatın silgisiyle silindiler, zoruna gitmemiş yazarın. 

Herhalde en içe yatan yol bu olabilir, gelgelelim benim geniş bir terasım yok. Herhangi bir terasa da bırakamam; onlar mahrem değil mi? Kırmızı Kitap’ın kapağındaki açıklama cümlesinde beni tedirgin eden kelimelerden biri de “merak” değil mi?

***
Benden sonraya kalmamalı ajandalarım, ancak koruduğuma göre yabancı gözlerin yağmasına hazırlıklı olduğum düşünülecektir. Oturup bir ayıklama yapamayacağımı anlattım, tek bir cümle yüzünden sürdürdüğüm çalışmaların düzeni karışıyor. Aklıma türlü çareler geliyor: Akıllı uslu bir piknik ateşi işe yaramaz mı? Köye götürerek sobada da yakabilirim. Fakat tabiatın dokunuşlarıyla usul usul çürümeleri fikri bana en yakın olanı.

Şimdi size çok komik gelebilecek bir şeyler anlatacağım: 

Çocukluğumda kitap sakladığım bir bodrum vardı. Boş, kiracı bekleyen bir evin bodrumuna kitap ve dergi saklamamın sebebi ise etrafımdan aldığım uyarılardı: "Yine mi kitap? Okuya okuya âlim mi olacaksın?" Bir komşunun kütüphanesinden ödünç alınmış kitaplardı bunlar bazen, çoğu zaman ise babamın işlettiği kitapçı dükkanından gizlice aldığım dizi kitaplardı. Kitabın birini okurken diğerleri bodrumda beklerdi. En sonunda içlerinden en beğendiğim birkaçını alır, geriye kalanları ortalığa bırakırdım, gelen geçen alsın diye. Suçluluk duyardım bir yandan, ama bir yandan da bu yaptığımın diğer suçlara benzemediğini bilir, kendimi mazur görürdüm.

Birden bir mağara geldi aklıma bodrum karanlığında bir naylon torbada korumaya çalıştığım kitapları düşünürken: Köroğlu Mağarası. Çocukluğumuzda kardeşlerim Aynur ve Bilge ile kasaba dışına doğru keşif yürüyüşleri yaparken yanından geçer, bazen içeri doğru birkaç adım atar ve Cüneyt Arkın’la Fatma Girik’i orada göreceğimizi sanırdık, sinemada seyrettiğimiz Köroğlu filminin etkisi altında. 

Film o mağarada çekilmemişti muhtemelen, ama adı Köroğlu Mağarası’ydı ya… Herhalde günlüklerimi izbe bir mağara köşesine iç rahatlığıyla terk edebilirdim, şu var ki orada çözülüp silinmesi zaman alırdı. Üstelik günümüzde tur firmalarının çoğu bir mağara keşfiyle program akışını cazip kılmaya çalışıyor, “Yeşil Yol” tarzı ağ misali yol projeleri yaygınlaşırsa da keşfedilmedik mağara kalmayacak.

Benden sonra okunmasınlar günlüklerim, şimdi tek istediğim bu. Kolayca feda edemiyorum, geleceğe kalsınlar da diyemiyorum. Bodrum ve mağara karanlığı düşüncelerinin ardından mezar çukuruna yöneldi zihnim. Çünkü Kırmızı Kitap’ı asla okumayacağım, diyemiyorum, kitap rafta duruyor ve arada bir herkesin sığındığı açıklamalara başvurabilirim. 

Günlüklerimi ise bir terasım olmadığına göre toprağa gömeceğim, zaman zaman uğradığım güvenilir bir bahçenin toprağına. Cümleler çürüyüp silinirken hemen üzerinde semizotu, nane, ebegümeci, kuzukulağı, reyhan gibi otların yeşerdiğini bilmek bir süreliğine ne güzel bir teselli olurdu.



Cihan Aktaş, 26.08.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazar,  Perspektif Yazıları, 



Sonsuz Ark'ın Notu: 
Kaynak belirtilmek kaydıyla Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır.  Seçkin Deniz, 09.05.2015


Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni:

http://www.dunyabulteni.net/yazar/cihan-aktas/20317/karsilasmalar-bas-belasi-gunlukler

Seçkin Deniz Twitter Akışı