26 Temmuz 2015 Pazar

SA1571/KY5-PT69: Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü/ Mutasavvıflar, Aleviler, Bektaşiler 1

 بسم الله الرحمن الرحيم
Bismillahirrahmanirrahim

“Tasavvuf” İslâm dünyasına hicri II. asırdan itibaren girmeye başlamış bir “düşünce virüsü"dür. 

***

Sonsuz Ark'ın Notu:
Aşağıdaki çalışma, benzer önceki  çalışmalardaki kasıtlı hatalar gibi , Saabilerin Pisagor gelmeden önceki inanç sistemlerini ve pisagor sonrası inanç sistemlerini karşılaştırmadan çıkarımlar yapmaktadır. Pisagor gibi bir inisiyatik misyonerin Saabilikteki tahrifatını kısmen işlediği halde, tahrif edilmiş Saabiliğin İslam'ı etkilediğini iddia edebilmektedir.  Kur'an Maide 69'da bahse konu Saabileri Allah'a ve ahiret gününe inanan, iyi amel işleyenler diyerek tasnif etmiştir; buna tüm Saabiler dahil değildir: "İman edenler ile yahudiler, sâbiîler ve hıristiyanlardan Allah'a ve ahiret gününe (gerçekten) inanıp iyi amel işleyenler üzerine asla korku yoktur; onlar üzülecek de değillerdir." Analiz, Ezoterik Tasavvufun İslam içinde hangi stratejilerle yuvalandığına ve geliştiğine dair fikir vermesi açısından yayınlanmıştır.
Seçkin Deniz, 26.07.2015
Mutasavvıflar, Aleviler, Bektaşiler

Mutasavvıflar, bunların Türkler arasındaki temsilcileri ve Batıni doktrinin günümüz Türkleri arasındaki izleyicileri olan Aleviler ve Bektaşiler'e geçmeden önce, Orta Asya ile Anadolu'daki inanç sistemlerini irdelememiz gerekmektedir. 
İslamiyetin yayılma yıllarında Anadolu'da ve Mezopotamya'da Batıni doktrinden kaynaklanan Saabilik inancı hüküm sürmekteydi. Anadolu’nun Bizans yönetimindeki topraklarında Hristiyanlık ön plandaysa da, özellikle Doğu Anadolu'da, Fırat çevresinde Saabiler çoğunluktaydı. 

Saabilik çok eskilere, kadim Uygur imparatorluğuna kadar dayanan Babil Okulu öğretisinin halka malolmuş şekliydi. Tüm tek Tanrılı dinlere şu ya da bu şekilde kaynaklık etmiş olan Saabilik, Büyük İskender'in bu toprakları fethi sırasında Pisagorculukla tanışmış ve Saabi öğretisi yeni bir ivme kazanmıştı. 

Pisagoryen öğreti, Saabiler arasında zaten var olan Batıni inançların yenilenmesinde ve her iki akımın birleşerek, İsmaililik denilen müessesenin oluşmasında rol oynamıştır. 

Saabilik, ilerde inceleyeceğimiz Şamanizm gibi, ilk tek Tanrılı din olan “Mu” dininin, yüce Tanrı'nın Sembolü olarak kabul ettiği Güneşi, Tanrı'nın kendisi yerine koymuş bir Güneş Kültü'dür. Saabiler başta Güneş olmak üzere, yedi yıldız'a tapınırlardı. Bunlar, en yüce tanrı olan Güneş tanrısı "Şamaş", onun eşi olarak kabul edilen Ay tanrıçası "Sin", Merkür tanrısı "Nabu", Venüs tanrıçası "İştar", Mars tanrısı "Nergal", Jüpiter tanrısı "Marduk" ve Satürn tanrıçası "Ninutra" idi. Saabiler bu tanrı ve tanrıçaların yanısıra, Hermes'i Pisagor'u, Orfe'yi de birer yarı tanrı olarak görüyorlardı.[1] 

Kuran'da tek Tanrılı dinler arasında Saabilik de sayılmaktadır.( Maide 69: "İman edenler ile yahudiler, sâbiîler ve hıristiyanlardan Allah'a ve ahiret gününe (gerçekten) inanıp iyi amel işleyenler üzerine asla korku yoktur; onlar üzülecek de değillerdir." Seçkin Deniz) Bunun nedeni, İslamiyet'in birçok söyleminin ve tapınım tarzının Saabilikten geliyor olmasıdır. Namaz kılma, oruç tutma, kurban kesme ve kutsal yerleri ziyaret etme, yani hac gibi ibadet tarzlarının yanı sıra, her namaz öncesi abdest alma gibi adetler hep Saabi kökenlidir. (Analizin, Saabi kökenli dediği şey, Allah'ın gönderdiği dinin daima tek din olan İslam Dini'dir, ve sürekli tahrif edildiği için elçiler ve kitaplar gönderilmiştir, analiz çelişkilerini sürdürmektedir, bahse konu tahrifin de zaten Pisagor üzerinden yapıldığı anlatılmaktadır. Seçkin Deniz. Bakara 183: "Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakınmanız için oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı.")

Saabilikte, yedi gezegenin her biri için, günde yedi kez namaz kılınırken, bu sayı İslamiyette beşe indirilmiştir. Ay görününce oruca başlanması ve izleyen ayın başında bitmesi geleneği İslamiyetten önce Saabiler arasında görülmektedir. Halife Memun döneminde Müslüman işgalciler Harran'da Saabilerle karşılaşmışlar ancak, diğer güneş kültü inanırlarının hepsini putperest diye nitelendirerek, İslamiyeti kabule zorlamışlarken Saabilere, Hristiyan ve Yahudilere tanındığı gibi, belli bir miktar para vermeleri karşılığında kendi inanç sistemleri içinde kalmaları hakkı verilmiştir. 

Saabilik'te, her gezegen için her gün namaz kılınmasının yanı sıra, haftanın günlerinin her biri, bir gezegene özel ayinler düzenlenmesi için ayrılmıştır. Pazar günleri Güneş ayinlerine, Pazartesi Ay ayinlerine, Salı Mars, Çarşamba Merkür, Perşembe Jüpiter, Cuma Venüs ve Cumartesileri de Satürn ayinlerine ayrılmıştır. 

Latince kaynaklı batı dillerinde günlerin isimleri, bu güneş kültünün günümüze yansımasından başka bir şey değildir. Örneğin Pazar "Sunday" Güneş günü, Pazartesi "Monday" Ay günü ve Cumartesi "Saturday" de Satürn günüdür. Bu tapınım şekli, İskender işgali döneminde Pisagoryen öğreti ile karşılaşılınca bir nebze değişmiş ve Saabilik, bir Yüce Varlık ve onun yönetimi altındaki altı yardımcısına inanmak şekline dönüşmüştür. 

Aynı dönemde hava, su, toprak, ateş gibi dört temel elemana, cansız varlıkların, bitkilerin ve hayvanların da ruhları bulunduğuna, Yüce Varlığa yalnız sevgi ile ulaşılabileceğine inanmak gibi Batıni inanç biçimleri de Saabiliğe yerleşmiştir. Saabiler için artık, Azimun, Hermes, Örfe ve Pisagor ulu Tanrı ile bir olmayı başarmış yüce ruhlar, yarı tanrılardır. 

Saabilik'te de, diğer Batıni ekollerde olduğu gibi sır saklamak esastır. Saabiler, kendilerinden olmayanlara sırlarını kesinlikle vermezler. Saabiliğin yozlaşmış bir devamı niteliğinde olan günümüz Yezidiliğinde aynı sır saklama prensibi olduğu gibi korunmakta ve yabancılar topluluk içine kesinlikle alınmamaktadır. 

Saabilerin sır ayinleri, gezegenlere ithaf edilmiş mabetlerin altındaki salonlarda yapılırdı. Bu salonlar, önce aslına tapınılan, Pisagoryen etkileşimden sonra birer sembol haline dönüşmüş olan gezegenlerin heykelleri ile doluydu. Saabiliğin bir kolu da Arap Yarımadasındaydı.. Mısır’a göç eden Saabilerin bir kolu Yemen'e gitmişti. 

Yahudi kralı Süleyman'ın karşılaştığı ve âşık olduğu Saba Melikesi Belkıs bu Yemen Saabilerinin kraliçelerinden birisiydi. Kuran'da da bu Yemen inanışına değinilmekte ve onlardan tek Tanrıcı " Hanif Din" inanırları olarak bahsedilmektedir. İslamiyet üzerinde öğretileriyle etkili olan da Saabiliğin bu koludur.(Analiz tersinden bakmaya devam etmektedir. Seçkin Deniz) 

Bir yandan Mısır İskenderiye Okulu kökenli sufilerin görüşlerine, diğer yandan da Saabiliğe dayanan İsmaililik, Batıni inancın tüm İslam dünyasına yayılmasında etken olmuştur. İsmaililik Şamanist Türkler arasında çok daha çabuk yayılmıştır çünkü Şamanizm'de Batıni bir yön zaten vardır. 

Türkistan'a ve Türk mutasavvıflarına geçmeden önce, İslam dünyasında büyük etkiler yapmış bazı sufileri incelemek gerekir. Bu sufilerin başında "Enel Hak" (Ben Tanrıyım) diyen ve bu sözünden geri dönmediği için Sünni Ortodoks yöneticiler tarafından derisi yüzülerek öldürülen Hallac-ı Mansur gelmektedir.[2] 

M.S. 850'lerde dünyaya gelen Mansur, M.S. 922'de, Halife Muktedir'in emri ile Bağdat'da öldürüldü. Mansur, insan-Tanrı-evren üçlemesini içeren varlık birliğini savunuyordu. Gençliğinde Kahire'de bulunan Mansur, burada İskenderiye okulu ardılları ile tanıştı ve onların görüşlerini benimsedi. 

Daha sonra tüm Türkistan'ı dolaştı ve buradaki Sufi tekkelerinde görüşlerini yaydı. Mansur'a göre, gerçek olan "Bir"di. Çokluk, bu "bir"in değişik biçim ve nitelikteki yansımalarıydı. Evren ve insan "bir"in dışında değil içindeydi ve onunla özdeşti. Bu nedenle insanın "Enel Hak" demesi doğruydu. İnsan Tanrıydı, Tanrıdan bir cüzdü. Ancak Tanrı sadece insan değildi, tüm evrenin bütünüydü. 

Mansur'a göre evren yaradılmamış, bir ışık ve sevgi yumağı olan Tanrıdan fışkırmıştı. Onun kullandığı "Işk" kelimesi, hem Tanrısal nuru hem de Tanrısal sevgiyi birlikte içinde barındırmaktadır. Tüm semavi dinlerin ileri sürdüğü yaradılış, varoluşun yanlış yorumlanmış bir biçimidir. 

Gerçeği kavrama gücünden yoksun olanlar, tüm varlıkların Tanrıdan ayrı birer birim olduğunu öne sürerler. Bunun bir yanılgı olduğunu anlamak ancak sezgi ile mümkündür ki, her birey kendi içine dönerek bu sezgi gücünü ortaya çıkarabilir. Bu içe kapanış sonucu önce Tanrısal sevgi uyanır, sonra da gönülde Tanrısal nur açık seçik görülür. İşle gerçek sır, Tanrıyı gönülde görmektir. 

"Kendini bilen Tanrıyı bilir, kendini seven Tanrıyı sever" diyen Mansur, Sünni otoritelerce sapkın olarak tanımlanmış ve düşüncelerinden vazgeçmesi için önce kamçılanmış, sonra derisi yüzülmüş ve en sonunda da Sünni inanırlar tarafından taşlanarak öldürülmüştür. 

Mansur'un inancı uğuruna ölümü seçmesi sufiler arasında derin izler bırakmış ve onun ölümü ile sufi akım içine kapanacağına, şahlanmıştır. Özellikle Anadolu sufileri üzerinde etkisi bakımından önemli olan bir başka İslam filozofu da Feridüttin Attar'dır.[3] 

M.S. 1119'da Nişapur'da doğan ve 1193'de aynı yerde ölen Attar'ın önemi, Batıni görüşleri içeren "Mazhar'ül Acaib" adlı bir eser bırakmış olmasıdır. Bu eseri nedeniyle dönemin yetkililerince putperestlikle suçlanan Attar, öldürülme tehlikesi altında ülkesinden bir süre için ayrıldı. Yöneticilerin değişmesinden faydalanan Attar Nişapur'a geri döndü ve öğretisini yaymaya devam etti. 

"Vahted-i Vücud" (varlık birliği) kavramının sufiler arasında yaygınlaşmasından son derece etkili bir rol oynamış olan Attar'a göre var olmak, yüce bir nur olan Tanrıdan fışkırmak, görüş alanına çıkmaktır. Oluş, Tanrıdan çıkış ve yine ona dönüştür. Tanrısal ışık, en yüceden en aşağı kata doğru basamak basamak görüş alanına çıkar. Bu basamaklar değişik nitelikli varlık türlerini oluşturur. Varoluş, yoktan yaradılış anlamına gelmez. Görünmeyenden görünür duruma geçme eylemini belirtir. İnsan Tanrı ile özdeştir, Tanrısal bir varlıktır. Varlık türleri içinde Tanrıya en yakın olanı insandır ve bu nitelikleriyle de varlık birliğinin, "Vahted-i Vücud"un merkezidir. Bireysel irade topyekün iradenin bir cüzüdür. Ruh ölümsüzdür. Tanrıdan gelmiş ve ona geri dönecektir. Beden ise, ruhun yeryüzündeki aracı durumundadır. Ruh, tekâmülü ve Tanrıya ulaşması için ne kadar bedene ihtiyacı varsa, o kadarını eskitecektir. 

Attar, ülü eseri Mazhar-ül Acaib'de, "Tanrı görünmeyen durumda iken, kendisine olan sevgisi yüzünden görünür olmak istedi. Böylece Tanrısal sudur başladı ve tüm varlık türleri oluştu. Sevgi, bu oluşun kaynağıdır, ilk nedenidir" demektedir. 

Attar da, diğer Batıni doktrin yanlıları gibi, ruhun çeşitli aşamalardan geçerek olgunlaştığını ve en sonunda Kamil İnsan olarak Tanrıya kavuştuğunu savunmaktadır. Attar'ın bu görüşleri Anadolu mutasavvıfları Yunus Emre ve Mevlana'yı derinden etkilemiştir. 

Batıni görüşün geniş kitlelerce tanınmasına ve sevilmesine ön ayak olan bir başka sufi de, düşüncelerini şiire döken ve rubaileri nesilden nesile halen söylenmekte olan Ömer Hayyam'dır.[4] 

Hayyam, İran'ın o dönemde ışık kaynağı olan Nişapur'da M.S. 1050 yılında doğdu. Sanatkâr ruhlu Hayyam, diğer sufilerden daha farklı bir yaşam seçti. Şaraba düşkünlüğüyle tanınan ve sufi tekkeleri yerine şaraphaneleri ziyaret eden Hayyam, Türk illerini, Semerkant ve İsfahan'ı gezdi. 

Hayyam'ın cebir dalında çalışmaları olduysa da görüşlerini günümüze şiirleri yani rubailer ile ulaştırdı. Hayyam'ın dörtlükler şeklinde yazdığı bazı rubaileri peşpeşe sıralarsak başka söze gerek kalmayacak:

"Yaşamın sırlarını bileydin,
Ölümün sırlarını da çözerdin.
 Bugün aklın var bir şey Bildiğin yok
Yarın akılsız neyi bileceksin?
Budünyadanbaşka dünya yok, arama.
Senden benden başka düşünen yok, arama.
Vazgeç ötelerden, yorma kendini.
O var sandığın şey yok mu, o yok, arama.
Kimi dinde imanda buldu yolu,
Kimi akıl, bilim yolunu tuttu.
Derken bir ses geldi karanlıklardan;
"Gafiller, doğru yol ne odur ne bu"...
Hep arar dururdum dünyaya geleli,
Alın yazısını, cenneti, cehennemi.
Hocam kesti attı sağlam bilgisiyle;
"Alın yazısı, cennet, cehennem sende" dedi.
Biz aşka tapanlarız, Müslüman değil,
Cılız karıncalarız, Süleyman değil.
Biz eskiler giyen benzi soluklarız,
Pazarda sırma satan bezirgân değil.
Ben kendiliğimden var değilim bu varlığımla,
Kendim çıkmış değilim elbet bu karanlık yola.
Bir başka varlıktan gelmiş bendeki varlık.
Ben dediğin kim ola, nerede, ne zaman var ola?
Güneşi balçıkla sıvamak elimde değil,
Erdiğim sırları söylemek elimde değil.
Aklım düşüncenin derin denizlerinden,
Bir inci çıkardı ki, delmek elimde değil.
Yetmişiki millet, bir o kadar da din.
Tek kaygısı seni sevmek benim milletimin.
Kâfirlik, Müslümanlık neymiş, sevap, günah ne?
Maksat sensin, araya dolambaçlar girmesin.
Dün özledim de seni coştum birden bire,
Çıktım, senin yerin dedikleri göklere.
Bir ses yükseldi ta yukardan, yıldızlardan;
"Gafil" dedi, "Bizde sandığın Tanrı sende".

M.S. 1122'de ölen Hayyam'ın düşünceleri hakkında başka bir şey söylemeye gerek yoktur.


<<Önceki                Sonraki>>

Puran Tilmiz, 26.07.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar, Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü



[1] SEVER Erol, "Yezidilik ve Yezidilerin Kökeni" - Berfin Yayınları - İstanbul 1993-Sf. 33.
[2] EYÜBOĞLU İsmet Zeki - "Tasavvuf - Tarikatlar - Mezhepler Tarihi" - Der Yayınları - İstanbul 1990 - Sf. 116.
[3] Eyüboğlu İ.Z.-ie-Sf. 130
[4] Eyüboğlu Sebahattin - "Hayyam - Bütün Dörtlükler" - Cem Yayınevi - İstanbul 1991 -Sf. 73.

Seçkin Deniz Twitter Akışı