7 Ekim 2013 Pazartesi

SA437/ME24: “Metinlerini Çat da Gel!”

“Siz günahkâr metin yazarları, siz şairler, siz sözün düzenbaz ustaları, hadi çatın metinlerinizi, hadi gösterin metinlerinizdeki hakikatten izleri?”


İnsan aklı, diğer insanların aklını görüp duruyorsa, anlayıp süzüyorsa, kendi aklına kondurulmuş hakikat tutkusuna ihanet edip etmeyeceğine karar vereceği bir zaman er veya geç ona denk gelir. Ya ihanet edecektir ya da etmeyecektir. O, öyle bir yerde değildi, öyle bir karar vermek zorunda olmak devrini çoktan geçmişti. Almış başını gidiyordu; başındaki binlerce vızıltıya aldırmadan.

Bir akşamdan sonra, bir gün, gündüz ceketini alıp giderken günden, bir yerde sıkı sıkı tutup engellediği seslerini serbest bıraktı. Gözleri serin bakıyordu, ama zihninde kasırgalar vardı. Konuşuyordu:

“Metinlerini çat da gel; hani o tüfek gibi tuttuğun. Çat ortaya. Ortadan yaralım ruhunu sözcüklerinin. Ne anlatıyorsun? Kime anlatıyorsun? Bencilliğini okşayıp büyüttüğün yazılar; senin küfürbaz tatlarla derip süslediğin. Küfürbaz tatlar dememe bakma, küfrün örtmek olduğunu bilmiyor olabilirsin. Gerçeği örtüyorsun gerine gerine. Çat, metinlerini; görelim. Görelim ruhunda biriken kirleri. Hep beraber yargılayalım seni, beni. İşte metinlerim, işte sen! Korkma, takındığın o ekstrem deney çıktılarını saklaman imkansız. Yalnızken üstlendiğin o kral rolüne uymak sana yakışmıyor; sen, olsa olsa kral sofralarında bir soytarı olabilirsin! Soytarı nedir bilir misin? Güldüren, eğlendiren, azarlanan, azarlandıkça şehveti artan, kişiliksiz, karaktersiz, bir kese altına takla atan. İşte sen, işte metinlerin, kime satıyorsun kendini? Ustasın doğru, tıpkı soytarı gibi. İpe çıkıyorsun, ipten ipe sıçrıyorsun; başında serpuşun, sarığın, fesin, takken yok, ama fark etmiyor. Fıldır fıldır dönen gözlerinde parıldayan cüce boyun, cüce ruhun; bakma sen öyle yalnızken dev aynalarında endâmını seyretmene! Kant’tan, Marx’tan, Dostoyevski’den, Tolstoy’dan, Nietzsche’den dem vurma; Freud senin atardamarın, Kafka’nın erimiş kompleks kaftanlarını satın aldığını biliyorum; bir böceksin sen. Jung’un, Heidegger’in nazi postallarını yaladığını kimseye unutturamazsın, Sartre’ın sapıklığını, Camus’a attığı hipnotik solcu kazığını da yeni içinde kalan kırık kol sayamazsın. Irkçılığın, solculuğun, sağcılığın, dindarlığın sırtında biriktirilmiş bütün iblis artığı kusmukları yalayarak besleniyorsun. Mehmet Akif’e bakma, Necip Fazıl’a da. Said Nursi’nin paldır küldür beyazlatılan öz ve hakiki geçmişine de bakma, beri dur Sezai Karakoç’tan, İsmet Özel’den. Bak onları dâhil etmek istemezdim sözlerime. Senin gülbahçenin gülleri onlar; sen onlara dokunamazsın. Onların yapıp ettiklerinin bir devrin yıkılmasına hizmet ettiğini sen söyleyemezsin, ödleksin çünkü. Onların sürüp nadasa bıraktığı topraklara tohum ekiyorsun kendince. Ne tohumu biliyorsun, ne de ekmeyi. Karakoç’la Özel yaşıyorlar eskimiş şiirlerinde kösnül kösnül; bir ileri elli geri tekerlemelerle patavatsız şiir gülleri gibi dikenleriyle ortalıkta geziniyorlar. Müslümanlar tül tül dökülürken kavrulmuş bomba renkli topraklarda, onlar sırtlarındaki kamburla saklanıyorlar köşe bucak. Tıpkı Mehmet Akif gibi, Said Nursi gibi kahramancık oynuyorlar sözlerin, hırsların, efendiliğin, cezbedici, kutsallaştırılmış alkışlarında. Yargıla beni, konuş hadi; Necip Fazıl’ı savun, Menderes’ten para dilenirken gördüğünde! Bana hakikatini anlat, şöyle mavi gözlü olsun. Olmaz mı? Sıkıştın mı, küfür mü edeceksin yine? Tüylerin diken diken olsun; gözlerin alev saçar bir çengi dili gibi çığırtkanlık yapsın! Çat metinlerini hadi, ruhunu anlattığın gibi anlat bize teker teker çektiğin menfaat nefeslerini? Gıybet öyle mi, gıybet? Söylesene; senin ve metinlerinin yaptığı gıybetin hesabını yaptın mı? Bir devrin gıybetini yapıyorsunuz; Allah’a ve elçisine iftiralar atıyorsunuz, yalanlarla kurduğunuz dünyada gerçeği örtüyorsunuz; küfrediyorsunuz. Gıybet öyle mi? Siz günahkâr metin yazarları, siz şairler, siz sözün düzenbaz ustaları, hadi çatın metinlerinizi, hadi gösterin metinlerinizdeki hakikatten izleri? İneklere tapanların tezeklerini gülsuyuna batırıp hakikat diye anlatanları salya süklüm anlatıp durduğunuz metinlerinizden bahsedin. O ezik ruhunuzu ceketinizin astarına dikip yalandığınız hünkâr sofraları şimdilerde yayın evlerinin ağaları, gazete sahipleri, editörler, tanıdıklar, suç ortaklarınız. Siyasetçilere yaltaklandığınız zamanları es geçtim, payitahtları iz budalası gibi dört gözle gözleyen karakteriniz hangi hakikati söyleme cüretinde bulunabilir ki? Yalanlarla, sus pus duvarlarla inşa ettiğiniz saraylarınızın içinde ödünüz ha koptu ha kopacak! İtibar ha? Sizin itibarınız üç-beş saz delisi, söz hastası, dilber tutkulu sahte şahbazların kesesine kadar yürür; kasılmayın öyle! Hakikate ihanet ettiğinizi bile bile ölüme nasıl, hangi yüzle gideceksiniz siz, siz asıl ondan haber verin!”

Sözüm durmuştu. Nefessiz akışına yetişememiştim. İçi sustuğunda derledim düşüncelerimi. Söylediklerini düşündüm. Kasırga gibi esmişti. Niye kızdığını biliyordum. Alnındaki perçemin dallarına tünemiştim çünkü. 

Aklının seslerini, nefeslerinin geçişini tek tek kaydettim. Size anlatırken de tereddütlüydüm. Doğru söylüyordu, ama daha güzel anlatamaz mıydı, diye sormadım değil kendime. Çok sertti; çok dertliydi. Onu anladım anlamasına, ama keşke dedim, keşke onu böyle kızdırmasalardı.

Hava karardığında, gözlerimi aklının seslerinden çekip aldım. Biraz sindirmem gerekiyordu bu esip gürlemeyi.




Mustafa Ege – P.tesi, 07/10/2013 –22:50/ İz Etki Ekinoksları 24



Seçkin Deniz Twitter Akışı