7 Eylül 2012 Cuma

SA56/DT4: Babam ve Ulu Câmi; Benim Câmim


Ulu Câmi'nin minberini, mihrabını, kürsüsünü, asmakatını, kubbelerini, sütunlarını, tüm iç mekânlarını fotoğraflarken bir zaman tünelinde olduğumu hissettim. 1975 sanıyorum, ulu câmiye ilk girdiğim yıl; küçücük bir çocuktum. Şimdi kocaman bir adamken fotoğrafladığım bu minbere Abbas Hoca hutbe irad ederken ne kadar çok baktığımı hatırlıyorum derin bir hüzünle.

Ulu Câmi ne kadar büyük görünürdü gözüme. Yüksekçe bir ana kubbesi vardı; kafamı kaldırırır tam yukarıya kadar bakardım. Ortada mihrap vardı, solda da kürsü. Bazen Abbas Hoca, kürsüde vaaz verirdi, bazen de müftü. Cemaleddin Kaplan'ı da hatırlıyor gibiyim. Askerî Darbe'nin Orgenerali Kenan Evren'le ters düştükten sonra Kara Ses'e dönüştürülüp Almanya'ya sürülmeden önce.. Henüz darbe yokken devletin resmî bir memuru olan müftü, darbeden sonra birdenbire sistem düşmanı olmuştu.


Siyasetle kirletmemeliyim zihnimi... Fotoğraflamaya devam ediyorum 1541 yılında yapılan ve her şeyi ham bir yontma ahşap ve taş sanatı olan bu eski camiyi. Bazen minberin sağına denk düşerdik babamla cuma günleri, bazen de soluna. Babam minberin sağında pencerenin önündeki ilk safta olurdu hep; ben de yanında...




Babam gibi oturamazdım ben. Babam, sağ ayak parmak uçlarının üzerine dikerdi sağ ayağını, sol ayağına otururdu tahiyyât ( Kâide-i Âhire) oturuşunda. Vaaz uzun sürdüğünde çok nadir sağ bacağını dikip sol bacağını kırarak oturduğuna şahit oldum. Bağdaş kurdu mu, hiç hatırlamıyorum. O zaman ayaklarım ağrırdı, bağdaş kurardım; ama babam gibi oturmam gerektiğini düşünürdüm... Zamanla alıştım; şimdi babam gibi oturuyorum vaazı, hutbeyi dinlerken.... Çocuklarım ayaklarının ağrıdığını söylüyorlar, benim gibi. Alışırsınız diyorum; ama babam gibi erkenden gidemiyorum cumaya...     
                                                                                                     
                           
                                 


Asmakat'a çıkmazdı babam; asmakat geç gelenlerin yeriydi. Hele ikinci namaz yeri dediğimiz üstü açık câmi iç holünün kuzeyindeki üstü sıralı kubbelerle dolu kısımda hiç namaz kıldığımızı hatırlamıyorum. Onlar, orada namaza hep geç kalanlardı cumaya... biraz günahkâr gibi gelirlerdi bana... Bizse, en önce gelmişler olarak daha saygın görünürdük bana. 


İkinci namaz yerine de yetişemeyenler, iç holde açıkta mermerlerin üstüne serilen hasırlarla güneşte, yağmurda namaz kılarlardı. Şimdi baktım; belediye hareketli bir tente yapmış. Neredeyse 500 yıllık olan caminin o derin tarihi estetiğini bozan tek şeydi... Ahşaplar; ulu câmimin giriş dahil tüm kapıları, asmakatın merdiveni, trabzanları, korkulukları, ikinci namaz yerinin kubbesini taşıyan tonozlar... oldukları gibi duruyorlardı.


Hüznün yüreğime vurup durduğu her an, fotoğraflamaya devam ediyordum Ulu Câmi'yi. Küskündüm biraz; neden, bilmiyorum. O kadar sahipsizdi ki o güzelim câmi, çocukluğumun bütün hatıralarını duvarlarında, kubbesinde, minberinde taşıyan cami, 1998 Adana Depremi'nde ağır hasara uğramıştı. Geniş ve görkemli minaresi, şerefesinin biraz altından dışa doğru çıkıntı yapacak şekilde tahrip olmuştu. Büyük kubbesi çatlamış ve kubbenin oturduğu destekler sarsılmıştı. Epey kapalı kaldı câmi. Küskünlüğüm onun terk edilmiş asaleti içindi belki. Bu câmi benim câmimdi; nasıl onarmazdınız siz?


Plastik rahlelerde Kur'an okuyan gençlere, uyuklayan yaşlılara anlatmak istiyordum, bu câmi benim câmim. Mihrabın önündeki plastik rahleleri çektirdim, gençlere... Halılar, avizeler, duvarların kokusu... 


Babamın kokusu da saklıdır buralarda bir yerde... Gölgesi de vardır; başını hafifçe öne ve biraz sağa eğmiş, sağ ayağı kıbleye dönük oturmuş vaziyette. Ömrünün 30'dan sonraki ikinci yarısında neredeyse bütün vakit namazlarını câmide kılan, evde kıldığı zaman suç işlemiş gibi hisseden babam. Allah ona ve anneme merhamet etsin.


Kızılay Caddesi, 1990'a kadar Adana'nın tek büyük caddesi idi; toptancılar, sanayi parçacıları, ziraî ilaç bayiileri, tarım işçileri, büyük postane hep bu caddede idi. Ulu Câmi'nin önü amele pazarıydı; şimdi güvercinler uçuşuyor.


Bizim Bakkal dükkanımız; adresi şöyleydi: 'Kızılay Caddesi, 71. sokak, Bila No, Adana' .. Kalekapısı'ndan Kızılay Caddesi'ne çıkan sokağın sonunda, soldaydı. Niye bila no; bilmezdim... Numarasız, demekmiş. Asker mektupları gelirdi bol bol, 'Bakkal Eyüp eliyle' diye de not düşerlerdi alıcı kısmına.


Kalekapısı, saraçların, attarların, toptancıların ve Eskişehir Odunpazarı'ndaki Atlıhan'a benzer şimdi yok edilmiş olan büyük Kozan Oteli'nin bulunduğu ve musluğu olmayan çeşmesinin sürekli aktığı bir yer. Eskiden Taş Köprü'den kale şeklindeki şehre girmek için yapılan kapı varmış burada. Bir inşaat yapımında kapının yan sütunları bulunduğunda anladık, gerçek bir kalenin kapısı olduğunu kale kapısında.

Kalekapısı dendiğinde akla gelen çeşmeye Ağzımı minik avucumda toplanan buz gibi soğuk suya dayayıp içtiğim anları hatırlıyorum büyük bir keyifle... Sular gözlerime, yüzüme her yerime sıçrardı; ıslanmadan su içemezdim. Bakır zincirle sabitlenmiş bir bardak vardı, ondan herkes içiyor diye içmezdim. Şimdi, musluk takmışlar o tarihî çeşmeye. Ona da küsmüştüm; bir zamanlar o da kapalıydı, kör tıpa vurulmuştu çeşmeme...


Kalekapısı'ndan biraz geride, Taş Köprü'nün tam çıkışında Abidin Paşa caddesi vardı, hâlen var. Cadde tamamen taşlarla döşeliydi. Taş Köprü'nün taşları ile aynıydı o taşlar. Şimdi hem köprü hem de Abidin Paşa caddesi asfaltla katledilmiş.


Abidin Paşa Caddesi, bana büyüdüğümü, tek başıma bir yere gidebileceğimi hatırlatan bir cadde... Trafik ışıkları yok. "Köşe başını dönünce indir beni Şoför Amca!" demiştim 1977'de... Eski Chevrolet dolmuş Abidin Paşa Caddesi'ne açılan köşeyi döndüğünde beni indirmişti şoför ve ben sola dikkatle bakarak karşıya geçmiş, babamın dükkanına gitmiştim. Babam dükkanda yoktu.


Nenemin amcası Ramazan Dede, bana Türk ve İslam Ansiklopedisi setini hediye edecek olan dedem oradaydı. İlkokul bir'deydim. Şaşkın şaşkın bana bakmıştı, pamuk kaşlarını kaldırıp tütünden sararmış beyaz bıyıklarını büzerek. "Sen nasıl geldin tek başına?" demişti.


Anlatmıştım: "Öğretmenim yarın herkesin babası gelecek dedi, ben de anneme söyledim, babam dükkandan geldiğinde uyumuştum, sabah kalktığımda babam yoktu, anneme sordum, baban gelecek, sen okuluna git dedi... Ben de öğretmenim bana kızar diye, babamı almaya geldim."

Ramazan Dede, durmuş, düşünmüştü biraz. "Hadi sen okuluna git; baban gelir de seni görürse kızar, bana da kızar sana da!" demişti de, nasıl geri döneceğimi de tasarlamış olan ben, "Param yok ki!" demiştim. Harçlığım 2.5 liraydı ve dolmuş parası da tam olarak o kadardı. Kasadan 2.5 liralık metal parayı bana uzattığında, "Ya harçlığım?" diye mızmızlanmıştım. "Bugün epey masraflı oldun zaten, 5 lira harcadın!" demiş ve başka para vermemişti.

Gelirken zaten dolmuş şoförüyle kavga etmiştim, 2.5 lira vermiş ve paranın üstünü vermesini beklemiştim, vermeyince de istemiştim. Benden tam bir kişi parası almıştı. Vermemişti paranın üstünü. "Ama ben bir çocuğum, bir kişilik yer kaplamıyorum ki?!" diyerek koltuğun ucuna oturmuştum. "Olsun!", demişti şoför, "Oturuyorsun ya!" Şoförün yerinde olsam böyle bir çocuktan para bile almazdım. O zamanlar henüz öğrenci, sivil diye bir ayrım yok yeryüzünde...

Aklım babamda, ya gelmezse diye diye Abidin Paşa Caddesi'ne geri dönmüş, ta Cemal Gürsel'e kadar yürümüştüm. Abidin Paşa Caddesi'ne Bankalar Caddesi' de derlerdi. Bütün bankalar oradaydı çünkü. Ve dolmuşlar son durağa kadar sadece yolcu indirirlerdi; yolcu almazlardı. Son durak da Cemal Paşa Caddesi'ndeki karakolun, tatlıcının önüydü.


Okula geldiğimde öğretmenim beni arıyormuş. Görünce gülümseyerek sormuştu: "Neredesin sen?" Öğretmenimi çok seviyordum. Her şeyi olduğu gibi anlattım. Tabi birinci derse yetişememişim, ikinci ders başlayacak.

Babam kısa bir süre sonra gelmiş ve öğretmenimle konuşmuştu. Beni de yanına çağırmış ve 5 lira para vermişti. Çok sevinmiştim. Bana kızacağını düşünüyordum oysa. Uyardı sadece, ya araba çarpsaydı sana, diye. Şimdi düşünüyorum da, babam o yaşta kendi başıma çarşıya gidip gelmeme çok memnun olmuştu, gibi geliyor bana.

Ulu Câmi'nin iç mekânlarını fotoğrafladıktan sonra Kızılay Caddesi'ne çıktım. Şadırvanın giriş kapısını da içeren sokağı fotoğrafladım. Cadde boyu câminin her açıdan fotoğraflarını çektim ve yavaş yavaş postaneye doğru cadde boyu yürüdüm.



Gezgin bir ruh salınıyordu içimde. Üzgün ve küskün. Hatıralarına küser mi insan?


Doğa Toprak, Sonsuz Ark, 07.09.2012



Doğa Toprak Yazıları


Seçkin Deniz Twitter Akışı