18 Ağustos 2016 Perşembe

SA3314/KY1-CÇ296: Düşlerin İsyanı/ Roman-Bölüm 7-VIII

"Yaşamım düş kurmakla geçti ya!"

"Bize hatırlatın bunu
İnsanlar kadar zalim olduğumuzu"
Aragon

Bölüm Yedi
-VIII-

Yıllar sonra Mucizeler Antikacısına bir akşam üstü giren ve yaşlı insanla karşılaştığında Cemşid Efendi’nin anlattıklarıyla karşılaştırma fırsatı bulan Cendel, sanki şimdi buradaydı, biraz önce çıkmış gibiydi, üst katta Akrep Posterleri’yle oyalanmasa senaryodaki gibi -Cemşid kapıdan çıkarken- evet Cendel’le karşı karşıya geleceklerdi sanki. "Sözcükler", "Yüzler" ve "Resimler" başlıklarına bakarken Cemşid, Kütüphaneci olan yaşlı adam,  İlk Akrep Resimleri’ni de orada bulacağını, belki de yanlış adrese gelmediğini söylerken budalaca yüzünü neden asmıştı ki?
Saat neredeyse ikiye gelmek üzereydi ve daha yapacağı çok şey olduğu için burada fazla oyalanmak istemese de böyle bir kitabı, sık sık rüyalarına ortak olmuş yıllar öncesinin kitabıyla -Cemşid için Sözcükler Üzerine Kaygılar’dı- Cendel karşılaştırma fırsatı buldu.. İşte solunda yine o ayna, Cemşid’e yazma esini vermiş Ayaklı Duvar Aynası, raflarda da binlerce kitap duruyordu. Her şeyi bildiğini sandığı Ernüvaz’ın resmine bakıp biraz oyalanabileceğini düşünmüştü. Saat on ikiydi.. Tik, tak?

"Saat'in tik taklarını duyuyor musunuz?”, diye sordu yaşlı kütüphaneci. Ayaklarının, ellerinin giderek büyüdüklerini sanıyordu üstelik.

"Ne üstelik?”, dedi yaşlı kütüphaneci Fransızca aksanıyla.

"Boş ver!”, dedi kendi kendine, "Adam yaşlı zaten!” 

Kel tepesine geçirdiği melon şapka Cendel’e senaryodan bir iz, bir ipucu daha verdi, onu uzak bir imgeye çağırsa da bir zaman bakmaktan kendini alamadı.

"Yüzündeki griliğe bakmayacak mısınız?”, diye sormuştu yaşlı kütüphaneci.

"Ne yazık, Evet!”, dedi Cendel

"Gözlerinin içindeydi Akrepler!”, dedi yaşlı kütüphaneci, "Yalnızlıktalardı." 

Buraya aynı kanı taşıyan, aynı boy, aynı posta ve aynı rüyayı gören insanların geldiğini ve hayallerine kavuşmak için yapmadıkları cambazlıklar, oyunlar ve yanıltmacalarla epey vakit geçiren insanların bu yüzden vazgeçemeyecek şeyleri olmadığını, o kadar gözü kara ve gözlerini budaktan esirgemeyen, kendilerinden emin insanları anlatacağını sandı. O zaman ona ne kadar da çok benzediğini, ölmemek için o zavallıcıkların, nasıl da acı çektiklerini düşündü. Kütüphanenin içinde dolaşırken Cendel de olmadık hayallere kapıldı. Yüzlerce kitabın içinde dolaşan Cemşidi hayal etmişti mesela.

Belki kapakları bile bir güne bir gün hiç açılmamış kitapların karşısına geçip bir hayali sürükleyen Cemşid, onların böyle hazin öykülerine, acıklı ölümlerine saatlerce olmasa bile dakikalarca karşılarına geçip gülmekten kendini alamayan insanı imgeleminde yeniden canlandırmıştı mesela. 

Aslında imkansız bir aşkı, böyle bir şeyi neden yaşadığını da anlar gibi olmuştu. Ama, yaşlı kütüphaneci, o öyküden ötekine atladığı için bir türlü fırsat bulup da soramamıştı, yoksa cesaretsizlikle bir ilgisi yoktu bunun. Sonra Cendel, yaşlı adama hiçbir şey söylemeden merdiven basamaklarını birer ikişer atlayarak çıkış kapısına ulaştığında, buz gibi soğuk terlerken hayal etmişti mesela.

Odada diğerlerinde görünmeyen bir ışık vardı üstelik, burayı neden daha fazla aydınlatsınlardı ki?, diye bir fikri sabite yakalandığında Cendel, sonra aynı durumdaki yorgun insanı Mihri Mah’ın donuk bakışları sürekli üzerindeyken hayal etmişti mesela.

Süslü elbiselerinin içinde, bir zamanlar yaşadığı o ucuz melodram senaryolarındaki kadın haliyle gözlerinin önünden geçen kadın han bozması odada, bu sefer daha çok yaşlanmış ve senaryoda başka amaçlar için kullanılan halinden oldukça uzaklaşmış sayılırdı. Acıklı ve trajik haline katıla katıla ağlamak isteyen Cendel, yine de kendini tutmayı başarmıştı. Düş Sokağı’nın karanlık sapasında , Hatıra Apartmanı’ndan çıkarken, onu Ernüvaz’ la konuşurken görmüştü en son.. "Gizlice yanlarına sokulan Çinli’yi görmemişlerdi!", diye yazmıştı Cemşid. Cendel bunun özel bir anlamı olduğunu düşünerek geceyi günlükler arasında geçirmiş, yine o uğursuz şarkıyı dinlerken.. nasıl dalıp gittiğine merakla bakıyordu. Sahaf’tan aldığı kitabı Şehrazat'ın ona getirdiği geçen Pazar Akşamı, aynı kalıplarda yazdığı senaryodan nasıl caydığı hakkında fazla bir malumat verilmediğinden eli kolu bağlanmış bir Cemşid’i hayal etmişti mesela. 

Evet, böyle bir kış sabahında o öyküyü her aklına getirişinde senaryo için yeni bir kapının aralanacağını bilmiyordu. Kadın ona her şeyi anlatmak için dik ve karanlık merdivenleri çabuk çıkmak için bütün eforunu kullanmış, kapıya daha varır varmaz soluk soluğa olduğu halde kapının açık olduğunu biliyormuş gibi tekmeleyerek içeri girmişti. "Allah’ın cezası neredesin?”, diye bağırmıştı hatta. "Telefonlara neden cevap vermiyorsun? Niyetin ne senin? Yoksa derdin benimle yatmak mı?", dedikten sonra, Cemşid’in karşısında üzerindekileri bir bir çıkarıp şimdi onun da gördüğü pencere kenarındaki timsah başlıklı askılıklara asıyordu.

Cendel gözlerinin içi gülen kadının peşinden Tünel’de bindiği Tramvay' dan inip de peşi sıra yürüdüğü o akşam, uzandığı pencere önündeki divandan bozma yatağında bütün bunları hayal edebilecek kadar eşyadan koptuğunu birilerinin hatırlatmasını beklermiş gibi, şaşkınlıkla bu hayali daha da büyütmenin yoluna gitmişti. Belki de bu yüzden küplere binmiş bir Şehrazat’ı hayal etmişti mesela. 

Hevesi yarıda kesilen Cemşid sönükleşirken, sırtını sıvazlayan bir Şehrazat'a, bütün hatanın onda olduğunu açıklamakta bir sakınca görmeyen bir Şehrazat’ı imgeleminde canlandıran Cendel ,sanki odada ki bütün eşyaya ondan bir koku sinmiş gibi elini attığı, dokunduğu her şeyden bir iz bulma sevdalısı kesildiği o an bütün ipler kopmuş, çılgınlıkla eşyalara saldırmıştı, bu esnada kendini kaybettiği için kırıp döktüğü şeylerin içinde o şamdanın olduğunu bile fark edememişti. Sonra yine aynı gece çalışma odasında günlüklerin içinde boğulmuşken, belki ona o an bir soluk alma fırsatı verdiği için 'Kendini neden ona veremediğini anlayamayan bir Şehrazat’ı hayal etmişti mesela.

Bu gerginlik anlaşılır gibi değildi.
***

Üç yıl önce Mucizeler Antikacısı’nın kapısından –kapının çıngırağını üç kere çınlatarak- içeri giren Siyah Giyimli Kadın, bir rüya kapağı olarak karşısına çıktığında, Cendel, heyecanını yenemediğinden olacak, bir zaman hiç konuşmadan ona bakmakla yetinmişti. 

Prizmayı, çözmesi gereken daha nice sırları, mektup sayfalarında kalmış aşk sözlerini, sonra akrep resimlerini, sahilde unuttukları büyük halayı, caddenin göbeğindeki şiş karınlı yaşlı zenci kadını, Henry ile Liz’in şizofren kedisini, çakıl taşlarının izinde yürümeyi seven küçük kızı, cüceleri, rüya aynasında sıraya dizildiklerini gördüğünde de hiç şaşırmadı. 

Cemşid’in 'Düşlerin  İsyanı' adlı hikayeyi hangi amaçla yazmış olabileceğini anlamak için gecenin bir vakti Siyah abajurun ışığı altında yeniden okumaya başladı..

“Düşlerin İsyanı”

Burada oturmuş trenleri bekliyoruz, eski rayların üzerinde düşlerimizi kamaştıran bir bahar güneşiyle, belki bir daha hiç dönmeyecek yolcuları, mazide kalmış o eski tren yolu yolcularıyla banliyö treninin gelip geçmesini bekliyoruz. 

Bizi alıp uzaklara götürecek, hayallerimize kavuşacağımız tren saatleri nasıl da geçmek bilmiyor. Ama her şeyin farkında olmakla övündüğümüz o büyük harpten sonra, gelmeyen, gelmeyecek olan hayal saatlerini daha da küçülteceğinden korktuğumuz trenleri, ha geldi ha gelecek diye büyük bir sabırsızlık ve coşkuyla beklediğimiz trenleri alıkoydular diye, kötü şeyler aklımıza getirmiyorduk örneğin. 

Kimimiz eli sürekli tetikte.. kimimiz tren her an gelecekmiş gibi peronda gidilmedik, basılmadık yer bırakmamış.. kimimiz elleriyle sürekli orada bir yerleri göstererek.. kimimiz sarı yüzlü durmuş istasyon saatine gözlerini dikmiş.. kimimiz sevgilisi yanında mutlu erkek pozları takınmış. Bavul taşıyanları, salepçileri, gazete müvezzileriyle, soğuk ayran satanlar, simitçi çocuklar, sonra kerli ferli istasyon bekçisi, diğer yorgun yüzlü yolcularla saatin bir an önce iki olmasını ve trenin gelmesini bekliyoruz. 

Her şey.. Geçmiş ve gelecek, yarınki, gerçekleşmeyen ya da gerçekleşecek olan düşlerimiz.. yarınımıza damgasını vuracağına inandığımız maceralar; maceralarımız gelecek trene, dahası trenin gelmesine bağlanmış.. Onun için bu kadar sabırsız ve heyecanlıyız. Tir tir titreyenlerimiz komik ve acıklı öykülerini, lafı uzatmayalım, tıpkı uzak bir sabah gibi yaşlı adamın anlattığı melodram türü şeyler hepimizi fazla üzmüşe benzemiyor.. En çok eski filmler, mumyalanıp kaldırıldıkları dolaplarda bekletilen o senaryolardaki bir zamanların gözde kahramanları bizi de sarıyor.. belki de kendini terk eden sevgilisini son bir kere görebilmek için banliyö durağında bekleyen genci bize yaklaştıran şey de bu. 

Kendine aşık ettiği erkekleri birer birer zehirleyen Örümcek Kadın rolündeki Şehrazat hepimizi fazla etkileyemese de, bunu birbirimizden kaçırdığımız bakışlarımızdan anlayan Yaşlı Adam, olayların hangi mekanlarda geçtiği konusunda fazla bir malumatı olmadığını söyleyerek başka bir hikayeye atlıyor.. sözde neşelendirerek, biraz olsun oyalayarak hoş bir vakit geçirmemizi sağladı diye, onu, tutup bağrımıza basmalıyız. Ah evet..  

Adama frengiyi karısının bulaştırdığı feci öykülerden artık bunaldığımızı yine bakışlarımızdan çıkaran Yaşlı Adam, "Evet her şeyi açıklayacağım!”, dedi, "Gelecek trende her şey, hepimiz, evet bitmek tükenmek bilmeyen hayallerimiz var!” 

Daha sonra dikkatle yüzümüze bakarak başka bir hikayeye geçmişti hemen, sanki bize soluk aldırtmak istemiyor, konuşma esnasında arada bir soluğumuzu kesecek hikayelere daha geçmediğini ima edercesine dik dik yüzümüze bakıyordu. Hastabakıcı kadınların nasıl canla başla hastalara göz kulak oldukları savaş hikayelerinden, artık hepimize cinnet geldi. 

Dudakları hiç kıpırdamıyor, yüzden söz edince, yolcuların hepsini de bir sıkıntı basıyor. Acıklı hallerine ağlasak mı, gülsek mi gibi düşünceler geçiriyoruz içimizden ve hala trenin gelmeyişinden dolayı kimsenin kuşkulanmadığı dakikalar, bir bir ufalanıyor gözlerimizin önünde. Ne ki, İp Cambazlarının hikayesi biraz daha realist bir çerçevede resmedildiğinden, açıkça halkçılık ve milliyetçilik kokusu taşıyan hikayelerden daha baskın geldiği saatlerde, sapsarı yüzlerimiz ve kan çanağına dönmüş gözlerimiz kapalı, dinlemekten kimsenin şikayetçi olmadığı dakikalara sürükleniyor; hep sürükleniyoruz sanki.

Yaşlı Adam’ın bize çizmeye çalıştığı bu yeni Anadolu Coğrafyası’nı hala daha gelmeyen trenle birleştirdik ya, romanın Tanzimat dönemindeki çıkışı ve ilk romanları karşılarında bulan çeşit çeşit okuyucuları, okuyucuların nasıl olduklarını düşünmeye hiç fırsatımız olmadı. 

Gördük ki; vücutlarının her zerresine bir neseb asabiyesi sinmişti, her zerresine sinmiş neseb asabiyetiyle İp Cambazları'nı, Amerikan Oyuncusu taklidi yapmaya çalıştıkları bu pandomim geçidi töreninde, onları yalnız bırakmayan palyaçolar da vardı. Bol paçaları ve yerleri süpüren siyah renkteki flamaları, ellerindeki renkli bayrakları bir sağa bir sola sallamaktaydılar. 

Bu yüzden panayır görünümünü andıran peronda -onların da bir an önce oyunlarına başlamalarını sabırsızlıkla bekleyenler olsa da- Yaşlı Adam'ın daha başka anlatacağı hikayeleri olup olmadığını soruyorduk örneğin.. kulaktan kulağa fısıltıyla yayılan sorularımız oyunlarını engellediği için belki de palyaçoların dağıldığı haberi de çok çabuk yayılmıştı. O zamanlar kadınlar ya Dilruba, ya Dilaşup, ya da Dilara olduğuna bakarak bizim için işaretler peşinde koşup durmak, kenarları eprimiş eski roman kapaklarındaki gözü yaşlı Firdevs'leri, Bihter'leri, Dilaşup'ları, Ali Beyleri de görmek istemiyoruz artık! Yaşlı Adam ne yapsın? 

Belki de bu yüzden, yüz yıldır süre gelen bir roman anlayışındaki kalıplarla senaryosunu yazmak istemeyen yazar kılıklı herifi de, hiç çekinmeden yanımıza almıştık. Kalabalığın içinden biri, "Hey, bakın!", dedi de, hepimizin aklı tavana vuracak gibi oldu, trenin geldiğini Yaşlı Adam'ın parlayan gözlerinden anladık ve yerimizde artık duramadığımızı, bunda da çok başarılı olduğumuz görülmüştü.

Bize bir anlam vermesi için bunları anlattığını sonunda ağzından kaçıran Yaşlı Adam'ın, bizi çok Alaturka bulmakla suçlamaya çalıştığı dakikalara bir anda nasıl geldiğimizi, yine Azadecuy söyledi.. Onu nereden tanıdığımızı -aslında hiçbirimiz bu soruyu sormaya cesaret edemese de- bilmiyorduk. Birbirimize bir iyice kenetlenip gelmeyen hayatımıza, gelmeyen yarınımıza, gelmeyen düşlerimize, daha doğrusu trenimize ateşli sözler, okkalı küfürler, hiç ağza alınmayacak laflar yuvarladık. Kendi ağırlığımızda titreyen birer senaryo ucubesine dönmeden o eski sessiz durgunluğumuza döndük. 

Olmadı; yeniden Yaşlı Adam'ın anlatmaya başladığı hikayelere verdik kulaklarımızı ve mutlu kişiler olduk bir anda. Mihri Mah hayatla bağını yenilemek için Şehrazat kılığına girdiğini söyleyince, sanki bu çok büyük söylenmemesi gereken bir sırmış gibi şaşkınlığımıza, hayretle açılan gözlerimize pek inanası gelmedi; böyle davranmayı sürdürdüğümüz vakit bizleri terk etmekte bir an bile gözünü kırpmayacağını haykırarak yine aynı kendini beğenmiş pozlarını takındı. Onca insanın içinde, kenarları buz tutmuş soluklarımız, yüz liraya anlaşan dilenci kadını görüyoruz. "Ah Akrep aşkları, ah minel aşk!”, dedi içimizden biri de, orijinal adını bilmediğimiz için ne benim, ne de Mihri Mah’ın ağzından çıt bile çıkmıyordu.

Trenden inen yolculara, belki bir tanıdık yüze rastlarız umuduyla, dehşetengiz bakışlarımızı sakınmadan üzerlerine yöneltmekten çekinmediğimiz dakikalarda Yaşlı Adam susmuştu. Sanki daha anlatacakları varmış gibi -biraz, hiç değil!- mahcup ve bizimle birlikte ötekilere de kızgın olduğunu göstermekten çekinmeyip -işte kalabalığı bir eliyle yarmaya çalışarak- nasıl da uzaklaşıp gitti. Trenin gelmesinden dolayı nasıl da mutlu, nasıl da kendimizden geçmişiz ki; kalabalığın dağılması ancak beş saati bulmuştu, belki daha fazla.

Treni durdurduk ve sevindik; sevincimizi gizlemeden yerimizde zıpladık, yerimizde duramadığımız gibi oraya buraya fırlayıp durduk, kimimiz hızımızı alamayarak kendini yerden yere atıp, göbek çatlatırcasına gülmekten ve hop oynayıp hop zıplamaktan geri durmadı, inen yolcuları gördük. Hepsi bizim yarınımız, geleceğimiz, sonumuzdan gelen yolculardı.

Yolcuları kucaklamak için sıraya girdik, sırayı şaşıranları güzel bir meydan sopası bekliyordu. Bu yüzden baktık ki; kimse sırasını şaşırmadan ne güzel inen yolcularla kucaklaşıp, onlara aklına ilk geleni değil, önceden düşündüğü ve çok merak ettiği şeyi sorarak bir sonra gelene bırakıyordu yerini.
Mihri Mah, Ben ve Yazar gerilim filmlerindeki gibi senaryo satırlarında görünmeyip yolumuzu ve ışığımızı nasıl kaybettireceğimizi, daha buna benzer sorularla kafalarımız ve aklımız öyle karışık, öyle kendinden geçmiş bir halde gelecek olan insanı boşu boşuna bekliyormuşuz gibi, bir havaya girmeden işleyen dakikaların ucuna takılarak.. tıpkı, o zamanlardaki gibi hayret ve neşeyle, kimi zaman da öfke dolu, her an patlamaya hazır ruhlarımızla sarı yüzlü durmuş istasyon saatinin karşısında bir kışı daha böyle geçireceğimizden kuşkulandık. 

Yaşlı Adam kuşkularımızın ne kadar boş olduğunu bize göstermek için durup yüzümüze bakmıştı ilkin.. Mihri Mah ve bana -Bu iğrenç korku ve kaygı senaryosuna aldırmaksızın- aşk temasını başarıyla verebilmek için, yazara Frengili Kadın Dilaşup'a yeni bir hikaye anlatmasını çok hoş karşılayacak bir durumda olmadığımız zaten belliydi; öte yandan istasyonun eski binası gözlerimizin önünden sanki çekilerek uzaklaşmıştı. 

Kiremitli saçaklarından karlar patır patır dökülürken -çatısını kürüyorlardı sanırım- bu yalnızlıkta, bizi bir an bile olsun yalnız bırakmayan, annemizmiş gibi bizleri sarıp sarmalayan, sonra üstümüze titreyen o yazar kılıklı insandan da özür dilemek zorunda kaldık. Hiçbirimizde bu ruhu giyinecek vücutlar, giysiler göremediğinden olacak, kendimizi kaptırdığımız dünyadan hemen geri çekildiğimizi anladık. 

Bir el, bizi soğuk kış güneşinden ve kötü kalpli Dehhak’tan korumak için az mı mücadele etmiş, az mı savaşmıştı ki yüzlerimizi yine o asırlık sarnıçlarda uyuyan güzele çevirdik.. gelecek ilhamı, gelecek vaktimizi bekledik sabırsızlığa kapılmadan.. Mihri Mah’ın kürk düşkünlüğü yüzünden düştüğü komik duruma fazla gülmedik, hepimiz zaten onun elinde yeterince oyuncak olduğumuz için, belki de korkulu farelere dönmemek için kadın düşmanı ve kadın hayranı o insanı yine köprüde yakalayacağımız hayaline kapılmıştık. 

Lapa lapa yağan kara hiç de öyle hayretle baktığımız söylenemezdi.. göz kapaklarımızın üzerine düşünce kirpiklerimizi oynatmak zorunda kaldığımız kar tanelerinin nazlı süzülüşünde kaybolup gidenlerimiz, başlarını kaldırıp gökyüzüne daha çok bakar olmuştu, boyunlarımızdan, çene altlarımızdan kayarak vücudumuza dolan karlara da hiç aldırmıyorduk.. yüzlerce insanın mücadelesine de karışan karlarla birlikte ben ve Mihri Mah kahramanlar için faydalı kitapları karıştırmaktan bir an bile kuşkuya düşmedik. 

Kış sabahları hep böyle olurdu hemen hemen bütün o eski senaryolarda; neden biz bu kadar şaşıracaktık, neden bu kadar korkacak, şartlanmış insanlar gibi hareket ederek -onca insanı endişeye ve hayrete düşecektik ki böyle bir kış sabahında?



<<Önceki                             Sonraki>>



Cemal Çalık, 18.08.2016,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Düşlerin İsyanı, Roman 




Seçkin Deniz Twitter Akışı