26 Şubat 2023 Pazar

SA10059/SD2687: Sıkıntı (Roman); 4. Bölüm-Cehennem 46

Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk

"Bu hep böyle olmuştu, hiç değişmemişti; değişmezdi, çünkü kasırgalar gibi, fırtınalar gibi, dalgalar gibi ve soğuk gibiydi ölüm hayatın akışında. Çünkü; âdil olan buydu, âdil olan bu olması gerektiği için bu böyleydi. Çünkü; herhangi bir ayrılık zamanının bir önceki ya da sonraki zamanda insana denk gelmesi, ayrılığın duygusunu değiştirmiyordu."

Birkaç saat sonra sabah namazı için kalktığımda klimanın ürettiği soğuk neredeyse içime işlemişti, içimde de bir şeylerin değiştiğini fark etmiştim, ama bu değişimi tanımlayamıyordum. Otuzlu yaşların yüksek zihinsel enerjisinden bahsediyordu eski zaman insanları. Bunu yaşamadan bilmek mümkün değildi. Kim bilir, belki de dünyaya ait olanın ait olduğu zamanlar gelmeden o zamanlara ait olan her şey anlaşılmazlık duvarlarıyla kuşatılmıştı.

Sabah namazını, zihnimi ne kadar arındırmaya çalışsam da bu duygu ve düşüncelerle kılmıştım. İçimde bir şeyler ölüyordu. İD’nin dalgalandırdığı, daha doğrusu sarstığı şeyleri tespit etmeye çalışıyordum.

Pencerenin perdelerini araladım, göğe baktım; otuz altı yıllık ömrümü hızlandırılmış bir şekilde göğün kucağına serdim.

Hayatın soğuk geçen kış günlerinde denizlerin, okyanusların ve o muhteşem göğün benzersiz coşkusuna âciz nefsim ve bedenim tahammül edemeyeceği için sığındığım koylar olmuştu. Çok daha gençken de dursuz duraksız gezdiğim çağlarda savrulmayı istemiştim belki dalgalarla… ya da fırtınaların, kasırgaların o eşsiz gücüne karşı durmaktan ve doğanın denge savaşına kendimi teslim etmemekten kaynaklanan bir direniş bilincim vardı. Ama şimdi öyle değildi.

“Niye öyle değildi, ne değişti?” diye soruyordum kendime. Ben değişmiştim. Aslında başından beri doğanın denge savaşında taraf olmak ya da olmamak, kasırgalara, fırtınalara direnmek ya da direnmemek benim seçimimmiş gibi duruyordu, şimdi benim seçimim olmadığını anlamıştım ya da anladığımı sanıyordum.

Hayır, öyle bir değişim değildi; Kader denen, İslâm’a sokuşturulmuş bir uyuşturucu maddeyi kastetmiyordum. Sadece taraf olmak ya da olmamak, direnmek ya da direnmemek gibi iki kısır seçeneğe mahkûm edildiğimizi fark etmiştim. Bizi mahkûm edenler de Allah’ın bize bahşettiği özgürlüğümüzü elimizden alan devletlerdi, sistemlerdi; yani insanlardı. Oysa bir seçenek daha vardı, olabilecek diğer birçok seçenek gibi…

Onu fark ettiğimi düşünüyordum. Direndik ya da boyun eğdik, taraf olduk ya da bertaraf olduk değildi asıl mesele; âdil olmaktı, işte bu olagelen her şeyin temelinde bizden eksiltilen, saklanılan, hayatımızdan çekilen en temel seçenekti.

Şimdi âdil olmak adına herhangi bir koya çekilmiyordum, içimdeki kışın, yani kısmî ölümün haşin sessizliğinden fırlayıp gelecek olan kasırgalara, fırtınalara doğru sessizce ilerliyordum. Fırtınalar için, kasırgalar için ve dev dalgalar için âdil olmaya gidiyordum.

Gücüm mü? Nefsimin ve bedenimin ya da irademin dayanıklılığı mı? Bunlarla âdil olamayacaksam, başka neyle âdil olabilirdim ki? Ben buydum, bu benim olandı… Binlerce tonluk bir Destroyerle giderken nasıl âdil olanı umar ve sağlayabilir biri olabilirdim ki?

Bu sabah, sakin bir sabahtı. Lamba, sapsarı ve düz bir ışık salıyordu klimadan üşümüş parmaklarımın sırtına. Soğuk, ruhumun çatlamış yüzünden içeri girmeye çalışıyordu; amacı beni öldürmek değildi, canımı yakmak hiç değildi; âdil oluyordum, aslında ben serinliğin, soğuğun umursadığı bir şey değildim. O kendi doğası gereği böyleydi; benim onu tanımlamam, ona karşı duygu geliştirmem anlamsızdı. Tıpkı ölüm gibi.

Ölüm… ona karşı da âdil değildik; tıpkı soğuğa, kasırgalara, fırtınalara, dalgalara karşı âdil olmadığımız gibi. Hep şartlandırılarak bakmışız her şeye olduğu gibi, ölüme de. Ölüme karşı duygu geliştirmek zorunda olduğumuzu öğrettiler bize. Ve tabi bize ölümü veren Allah’a karşı âdil olmadığımız gibi, sanki herhangi bir şey Allah yaratmadan mümkün olabilirmiş gibi, soğuktan, kasırgadan, fırtınadan, dalgadan nefret ettiğimiz gibi ölümden de nefret ediyoruz.

Saklamışlardı bizi gerçeğin bizzat kendisinden, onunla karşılaşmamamız, etrafında dolanıp onun yarattıklarından nefret etmemiz için doldurmuşlardı seçeneklerimizi… onlardan birini seçerek özgür olduğumuzu zannetmişiz. Ben de zannetmiştim herkes gibi; ama artık biliyordum, yarattıklarına karşı âdil olmadığımız gibi Allah’a karşı da âdil değiliz; onun yarattıklarından nefret ederken aslında ondan nefrete yöneltildiğimizi fark etmemişiz.

Doğrudan Allah’tan nefret edin deselerdi bize, elbette nefret etmezdik, diyenleri de tanır, ona göre bildiğimizi bilirdik; gerçek apaçıktı, bize oyun oynadılar, bizi aldattılar, biz de aldandık. Bugün sırf bu yüzden korunaklı bir koyda değildim; hayatın kışını koyda, korunaklı bir limanda geçirmek bizi aldatmaya devam etmelerine izin vermem demek olurdu. Buna artık izin veremezdim.

Ölüm diyordum… Bugün sabah namazı vaktinde o sonsuz göğüne bakarken insanoğlunun sayısını bilmediği kadar çok ölümle karşılaştığını düşünüyordum. Her bir ölüm geride, üzülen, hasretle ağlayan insanoğlu bırakmıştı. Bütün geride kalanlar bu ayrılığı tahammül edilemez bulmuşlardı önce, sonra, her geçen sonra yavaş yavaş unutmuşlardı bir dahaki hatırlama ânına dek ölümü, öleni, ayrılığı.

Bu hep böyle olmuştu, hiç değişmemişti; değişmezdi, çünkü kasırgalar gibi, fırtınalar gibi, dalgalar gibi ve soğuk gibiydi ölüm hayatın akışında. Çünkü; âdil olan buydu, âdil olan bu olması gerektiği için bu böyleydi. Çünkü; herhangi bir ayrılık zamanının bir önceki ya da sonraki zamanda insana denk gelmesi, ayrılığın duygusunu değiştirmiyordu.

Yakınlarımın, tanıdıklarımın yüzleri geziniyordu sabahın göklerinde. Herhangi bir tanıdığım zamandaki farklı farklı yüzleri, yüz çizgileri… hangisini hangi zamanda kaybetmek isterdim ki? Onların yüzlerinden eksilmiş bir yüz istemezdim. Çünkü sabahın göklerinde ardı ardına her birinin ayrı ayrı sıralanan yüzlerinin her bir çağında hatıralarım vardı, ben hangi hatıramdan vazgeçebilirdim ki?

Bugün bu soğuk otel odasında, sabahın gökyüzünde ölüme karşı âdil olmayı seçmiştim.

Parmaklarım, ellerim, yüzüm bu adalet arayışımın yüküyle sınanıyordu. Ben asla sıcak olamayacak olan tüm ölülerin soğuk bedenlerindeki adalete bakıyordum. Soğuk, benim ölünün bedeninden algıladığım bir şeydi, oysa ölünün bundan haberi yoktu. Çünkü ölü, doğanın bir parçasıydı artık gittikçe çürüyecek olan. Onda sevdiğim insanlar yoktu. O sıfatsız, isimsiz, cinsiyetsiz cansız bir nesneydi: ölüydü.

Ölüler ağlamazdı, üşümezdi, ısınmazdı, düş görmezdi, başkaldırmazdı, boyun eğmezdi, seçim yapmazdı, âdil olmazdı, zalim olmazdı, yemezdi, içmezdi, bakmazdı, duymazdı, anlamazdı. Ölüler için âdil olan buydu, diriler için de bunlar arasından doğru olanı yapmak âdil olandı.

Ölüme karşı sabırlı olmak, diriler için en âdil olandı mesela. Benim gibi denizlere, okyanuslara açılmış birinin, dev gibi dalgaları yola koymuş, üstüme sürmüş kasırgalara karşı âdil olması gibi. Ölüm bizi âdil olmaya zorlamıyorsa, bize başka hiçbir güç güç yetiremezdi. İşte ben bunun için soğuk hissediyordum bu sabah.

Yeterince acı görmüş gözlerimin gittikçe eksilen feri lambanın sarı ışığından akan sonsuz geleceğe doğru bakıyordu. "Ben hayatım boyunca âdil oldum mu?" diyordum. "Âdil olmak nedir?" diyordum sonra…

Bu sessiz sabah, kim bilir ansızın gelen ölüm gibi ansızın gelen kasırgalarla kaç milyon kez yüzleşmişti? Şimdi nasıl da dingindi o sonsuz gökyüzü. Tıpkı ölümün geldiği anda sevdiklerimizden ayrıldığımızda yaşadığımız kasırgalar gibi, duruşu şimdi unutulmuş ölüm gibi sessizdi.

"Allah’ın gününü ve saatini değiştirmeyeceği ölüm, gelip bizi alana kadar âdil olabilecek miyiz?" diye soruyordum. Ölüme ya da başka şeye başkaldıracak kadar değil, direnecek kadar değil, âdil olacak kadar cesur muyduk? Ölüm bizi alıp gidene kadar, ölüme, doğaya ve hayata karşı âdil olacak mıydık?

İnsan, aklı olan bitene erene kadar kendinden habersizdi. Doğduğu andan itibaren görürdü, duyardı, tadardı, dokunurdu, koklardı, öğrenirdi, büyür ve kendisini fark ederdi. Kendisini fark ettiği en olgun ilk zamana ergenlik diyorduk. Ermekten bahisti bu, kendine varışın ilk basamaklarından biriydi. İşte o ana dek insan ne aldıysa görüp duyduklarından, dokunup tattıklarından ve kokladıklarından, ölene dek onlarla ölçerdi yaptıklarını ve ölçüp durduğu şeylerle yeniden düşünürdü; yaşamaya devam ederdi. Sonrasında da çok fazla değişmezdi. Ancak ne var ki şimdi, bu sabah değiştiğimi fark ediyordum. 


<< Önceki                      Sonraki>>


[26.02.2023, (4/92 (416))]

Lütfen gitmek istediğiniz bölümü tıklayınız:


Seçkin Deniz, 26.02.2023, Sonsuz Ark, Sıkıntı, Roman

Sıkıntı





Sonsuz Ark'tan

  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
  4. Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.

 

    

Seçkin Deniz Twitter Akışı