8 Kasım 2017 Çarşamba

SA5128/KY38-SevDur97: Cumhuriyet 1000 Yaşında




Takdim

Geçen hafta 94. yılını kutladığımız Cumhuriyet, Osmanlı’nın, hatta ondan da önce Anadolu’da kurulan ilk Türk devleti Selçuklu’nun bir devamı mıdır değil midir konusu öteden beri tartışılagelmiştir. Tarihin en büyük imparatorluğu olan Osmanlı imparatorluğu dağıldıktan sonra yaklaşık 35 devlete bölünen coğrafya ise, imparatorluk yıkıldığı halde uluslararası arenada her zaman için Türkiye ile ilişkilendirilir. Buna rağmen tarihini yok sayıp Cumhuriyetle birlikte yeni bir doğuştan bahsedenlerin sayısı da az değildir. 

Cumhuriyet Bayramı resepsiyonunda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 1000 yıllık mirasa vurgu yapması, siyaset yapıcıların yaslanacakları köklerin ne kadar geriye giderse o kadar güven telkin edeceğini de kanıtlar nitelikte. Marmara Üniversitesi Tarih Bölümü’nden Prof. Doç. Dr. Vahdettin Engin ve Doç. Dr. Ali Satan’la Cumhuriyet’in köklerinin nereye uzandığını, Osmanlı’nın devamı olup olmadığını konuştuk. 

Vahdettin Engin, uluslararası arenada Türkiye’nin Osmanlı’nın devamı değil, aynı ülke olarak bilindiğini söylerken, Ali Satan, 1000 yıllık bir devletin vatandaşı olmak psikolojik olarak da insanların kendini daha güvende, daha mutlu, daha özgür hissedeceği görüşünde.

Türkiye Osmanlı’nın devamı bile değil, aynı ülke

Prof. Doç. Dr. Vahdettin Engin

Türkiye Cumhuriyeti Selçuklu’nun ve Osmanlı’nın bir devamı olan 1000 yıllık bir devlet mi, yoksa 94 yıllık yeni bir devlet mi?

Malazgirt’ten sonra Anadolu’ya kitlesel göçler oldu ve 1075 yılından beri siyasi bir yapılanma oluştuktan sonra Avrupalılar bu kurulan siyasi yapıya Türkiye adını verdi. Yani Cumhuriyet’e geçiş aşamasında ortada mevcut  bir devlet zaten vardı. Bunun adı 11. yüz yılın son çeyreğinden beri Türkiye. O zaman Selçuklu hanedanına mensup kişiler tarafından idare edildiği için Selçuklu Türkiye’si, daha sonra Osmanlı hanedanı tarafından idare edildiği için Osmanlı Türkiye’si olarak adlandırmak mümkündür.  Cumhuriyet de, aynı devletin bu defa saltanat rejiminden vazgeçip, Cumhuriyet rejimiyle idare edilmeye başlanmasıdır. Bu anlamda kökeni Osmanlı’ya dayanır tabii ki.

Cumhuriyet kurulalı beri Osmanlı’yı beğenmeme, hatta reddi miras yaparak yeni bir başlangıç yapmak isteyenlerin amacı neydi peki?

Bu şekilde düşünen varsa yanlış düşünüyor. Atatürk’ün bile yapmadığı bir şeyi bugün kendisini cumhuriyetçi olarak kabul eden insanlar yapıyor. Atatürk, Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri saltanat rejiminin kötü olduğunu savundu fakat Osmanlı’dan intikal eden maddi veya manevi birçok değeri reddetmedi. Mesela Türk bayrağı, 3. Selim tarafından kabul edilmiş, devletin resmi sembolüdür. Kırmızı zemin, beyaz ay yıldız. Cumhuriyet bunu reddetmedi, büyük bir iştiyakla kullanmaya devam etti. Bu şekilde birçok müessese, birçok değer Osmanlıdan Cumhuriyet’e intikal etti. Sayısız okul, bir sürü kanun aynı şekilde devam ediyor. Reddi miras denilen şey, yeni gelen rejimi topluma kabul ettirme çabasıdır aslında. Bu anlamda saltanat düzeni reddedilmiştir.  Buna karşılık birçok değer de olduğu gibi intikal edip kullanılmıştır. Mesela 1931’e kadar matbuat kanunu aynı, 1938’e kadar cemiyetler kanunu yürürlükte kaldı.  1924 yılında yeni bir anayasa yapılana kadar 1876 Kanuni Esasisi’nin birçok maddesi geçerli oldu.

Kurumsal bir devamlılıktan da söz edebiliyoruz o zaman…

Yüzde yüz kurumsal devamlılık var. Zaten Ankara hükümetiyle İstanbul hükümetine baktığımızda, İstanbul hükümetinde hangi bakanlıklar varsa, muadili Ankara hükümetinde var. 1 Kasım 1922’de Saltanat kaldırılınca 4 Kasım’da İstanbul hükümeti de istifa etti. İstanbul’daki bütün devlet daireleri Ankara’ya bağlandı. Bu arada milli mücadele yıllarında Ankara’da meclisin çıkardığı bir takım yasalar vardı, onlar hemen İstanbul’da da uygulanmaya başladı.

Cumhuriyet kurulduktan sonra yapılan bazı inkılaplar geçmişle bağımızı koparmaya hizmet etmedi mi? Mesela harf inkılabı…

Bunlar bir takım süreçledir. Harf inkılabını Osmanlılar da düşünmüştü. Pratik anlamda ülkede 19. yüz yılda yapılan reformlar var. Bunlar batılılaşma olarak adlandırılsa da, aslında batılılaşma değil. Devlet askeri, siyasi vb. birçok anlamda dibe vurmuştu. Bugün metal yorgunluğu dediğimiz şeye benzer şekilde kendini yenileme ihtiyacı hissetti. O dönemde ön plana çıkmış olan Avrupa ülkeleri olduğu için, oradan bir takım modeller alınmak suretiyle tekrar kuvvet kazanmaya çalıştı. Ama bunlar hiçbir zaman birebir alınmadı, yerel unsurlar üzerine ilave edildi. Dolayısıyla o anlamda batılılaşma değil, modernleşme diyebiliriz. Latin alfabesi olayı da böyle, onu benimserken Türk alfabesi dediler zaten. Latin alfabesinde olan bütün harfler Türk alfabesinde yok. Buradaki temel amaç, okuma yazmayı kolaylaştırmaya yönelik bir girişimdir. Abdülhamid de eski harflerin okuma yazmayı zorlaştırdığını söylemişti, fakat Latin alfabesine geçmeyi düşünmedi. 1928’de Latin alfabesi kabul edildikten sonra eski yazı bilenler azalmasın diye, en azından mevcut tarihi birikim boşa gitmesin diye 1933 yılında Darülfünunda Osmanlıca dersleri konuldu.

Bin yıllık tarihimiz var deyip de o tarihten gelen eserleri okuyamıyorsak nasıl devam edecek bu tarihimiz?

Zaten onları herkesin okuması gerekmez ki. Diyelim bir fırıncı, bir bakkal onları okuyup ne anlayacak? Mimar, mühendis için bunu öğrenmek zor bir şey değil. Öğrenmesi gerekenler öğrenmeye devam etti ki bugün yine çok sayıda insan bu eski yazıyı okuyor.

94 yıllık bir devleti savunmakla 1000 yıllık bir devleti savunmayı nasıl anlatırsınız?

Mukayese bile kabul etmez. Devletlerin sahip olduğu birikim son derece önemlidir. Devlette devamlılık esastır. O tarihi birikim kolay kazanılan bir şey değil. Onu silip attığınız anda zaten Romanya, Belçika gibi sıradan bir ülke olursunuz. Çünkü iddialı ülkeler kendi tarihlerini geriye doğru götürürler. Olmayan bir şeyi değil, mevcut olan bir tarihi reddetmenin, Türk devletinin geçmişini 94 yıla sığdırmaya çalışmanın hiçbir anlamı yok. Daha geriye de götürebiliriz ama Anadolu merkezli Türk devletinin 1000 yıllık geleneği var. O geleneklerin getirdiği tarihi birikim, tarihi kazanımlar son derece önemli. Bunların hepsini sahipleneceğiz. Geçmişini reddediyorsan, bayrağını da reddedeceksin. Kim bayrağını reddedebilir ki?

Bayrak, Cumhuriyet’in sembolü olarak görülüp en çok Osmanlıyı reddedenler tarafından sahip çıkılmadı mı?

Bayrağa sahip çıkarken, aslında Osmanlı’ya da sahip çıktığının farkında olunması lazım. Eğer farkında değilse demek ki orada bir bilinçsizlik var. Yerli yerine oturmamış bir takım tarihi değerlendirmeler var. Bunlar yerli yerine oturduğunda geçmişten gelen o muazzam birikimin muhakkak sahiplenilmesi ve değerlendirilmesi gerektiğini görecektir.

Uluslararası camia tarafından Türkiye Cumhuriyeti Osmanlının devamı olarak mı kabul ediliyor, yoksa yeni kurulan bir devlet olarak mı?

Hiç tartışmasız Osmanlı’nın devamı olarak biliniyor. Lozan anlaşması en önemli uluslararası belgelerden biridir. Orada daha giriş maddesinde taraf ülkeleri sayıyor, bir tarafta Türkiye, diğer tarafta da İngiltere, Fransa, İtalya vs. Bu taraf ülkeler aralarında 1914’ten beri devam etmekte olan savaş durumuna son vermişlerdir diyor. 1914’te Osmanlı devleti vardı, anlaşmayı Türkiye Devletiyle  imzaladılar. Uluslararası bir belgedir bu. Borçların kabul edilmesi de aynı şekilde. Osmanlı’nın borçlarını Türkiye ödemiştir. “O farklı bir devletti sizin ödemeniz gerekmez” demediler. Osmanlı Devleti’ne ve Türkiye Cumhuriyetine uluslararası anlamda aynı ülke olarak bakılmıştır, devamı bile değil.

Türkiye Cumhuriyeti’nin yürüttüğü dış politika Osmanlı alanını kapsıyor mu veya kapsamalı mı?

Benzerlikler var ama coğrafya ve konjonktür değiştiği için, tabii ki daha küçük bir coğrafyada ona göre bir dış politika oluşturuldu. Çok ortak noktalar vardır. Türkiye Atatürk’ten sonra farklı bir şekilde idare edildi. Atatürk sonrası Türkiye’de İnönü döneminden itibaren güvensiz politikalar uygulandı. Bir takım olumsuzluklar yaşandıysa o dönemden sonra başladı. Atatürk döneminde dış politika anlamında mesela Lozan’a baktığımızda, eksik kalan boğazlar meselesini konjonktür uygun olduğu anda gündeme getirdi. Montrö Boğazlar anlaşmasıyla boğazlar üzerindeki tam hakimiyet sağlandı. Ardından hemen İskenderun sancağının yani Hatay’ın ele geçirilmesi hedeflendi ve başarıldı. Bunlar önemli dış politika başarılarıdır. Osmanlı bunu 2. Abdülhamid döneminde yapabiliyordu, ama sonrasında yapamadı. Büyük devlet refleksiyle hareket etmek anlamında da Osmanlı’yla çok benzerlik var. Atatürk’ten sonra bu refleks unutuldu.

Şimdi tekrar hatırlamaya başlandı diyebilir miyiz?

Valla şimdi de hatırlamak yetmiyor, icra gücü lazım. İcra gücünüz varsa tabii ki yapmak lazım. Bu anlamda tarihten ders almak, tarihi de tarihi bilen kişilerden öğrenmek çok önemli.

* * *

Osmanlı coğrafyası Türkiye’den ayrı düşünülemez

Doç. Dr. Ali Satan

Geçen hafta Cumhuriyet’in 94. Yılını kutladık. O kadar genç bir ülke miyiz gerçekten?

Türkiye’de önemli ve etkin bir grup Cumhuriyet’in bir kopuş ve yeniden doğuş olduğu tezini işliyor. Çok erken bir tarihten itibaren ise diğer bir grup Cumhuriyet’in esas itibariyle rejim değişikliğiyle ilgili bir hareket olduğunu, dolayısıyla devlet ve millet hayatının devamlılığına vurgu yaparak 1000 yıldır Türkiye Cumhuriyeti’nin coğrafyasında aynı milletin bir devamıyız görüşünü savunuyor. Olaya nereden baktığımızla ilgili bir konu bu. Mesela Fransa Devleti hanedan değişikliğine rağmen Fransa’da bir devamlılık olduğuna vurgu yapar. Bizde de Selçuklu, Osmanlı veya arada beylikler dediğimiz dönemin hemen hemen hepsi hanedan değişikliğiyle ilgili bir durumdur. Aslında milletin, dilin, kültürün devamlılığı ve devlet organizasyonu bakımından baktığımızda 1000 yıla yakın bir devlet tecrübesinden bahsetmemiz gerekiyor.

Pratiğe baktığımızda bu böyle midir peki?

Cumhuriyet tamamıyla bu geleneği devam ettirmiş midir diye bakacak olursak, burada da farklı şeyler söylememiz mümkündür. Yeni rejim olması sebebiyle bu yeni rejimin kabul ettiği bir takım yeni anlayışlar, kavrayışlar bağlamında bir parça Türk geleneklerinden farklılaşma içerisinde olduğu kabul edilebilir. Burada devlet ve millet hayatındaki devamlılık bakımından bin yıllık anlayışın kabul edilmesini daha doğru buluyorum.

Ayrışmanın sebebi ne?

İdeolojik bir ayrışmadan söz edebiliriz. Yeni devlet, yeni ideolojik anlayış ve bir kültür değişmesi söz konusudur. Bu tamamen Cumhuriyetle başlamış bir olay değildir, ama Cumhuriyet döneminde bu kültür değişmesi ve Türkiye’nin yeni bir kültür evresine geçmesi, batı kültürünü benimsemesi konusundaki resmi ısrarlar ortada. Bu bağlamda bir kopuştan söz etmek mümkün olabilir. Ama devletin varlığı, milletin varlığı, lisanın devamlılığı, ordu teşkilatı, bayrağın devamı ve devam eden birçok müessese bu sürekliliği temsil ediyor.

1000 yıllık bir devletin vatandaşı olmamız bize ne kazandırır?

Toplumsal psikoloji açısından düşündüğümüzde devletimizin varlığını, geleneğini bin yılla vurgulamamızın toplum hayatına daha büyük katkı üreteceğini düşünüyorum. Sokakta yürüyen vatandaş için de, yüz yıllık devletin vatandaşı olmaktansa bin yıllık bir geleneğin devamı olmak her halde çok daha anlamlı ve yararlıdır. İnsanların kendini daha güvende, daha mutlu, daha özgür hissedeceği kanaatindeyim. Bu kadar kopuş bir güvensizliği de beraberinde getirir.

Son zamanlarda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da Cumhuriyet’in 94 yıllık değil de 1000 yıllık olduğuna vurgu yapıyor. Buradaki amaç ne?

Siyaset yapıcıların psikolojisi bakımından da; kendisini konumlandırması ve siyasetini belirlemesi hususunda yaslanacağı yerin çok daha derinlerde olmasını istiyor. Sırtının sağlam olmasını istiyor ve bununla ilişkili olarak bu göndermeleri yapıyor. Kuvvetli bir dayanak aradığı için doksan yılı yeterli bulmuyor. Psikilojik olarak da bir sınırlılık getirdiğini düşünüyor. Bu vurgu onun devamıdır, biz büyük Selçuklu, Osmanlı vizyonuna sahibiz, Cumhuriyetle de bunu taçlandırmaya çalışıyoruz demek istiyoruz aslında. Olması gereken de budur, ama zaman içerisindeki değişim ve dönüşümlerin bir kısmını doğal karşılayabilir, bir kısmını da rehabilite edebiliriz. Cumhurbaşkanının bu söylemdeki mesajı hem dışarıya hem de içeriyedir. Biz bin senedir buradayız, bin senedir beraberiz, bin senedir bu topraklarda yöneticiyiz demektir. Tesadüfen burada bulunmadığımızın da altını çizmek gerekiyor. Bu bölgeye geldiğimiz andan itibaren, hem bu bölgenin hem de bütün Avrupa’nın beşeri ve siyasi coğrafyasını değiştirdik. Tarih yapan ve yazan bir millet olarak varız.

Reddi miras meselesine gelecek olursak, bu kadar güvensizlik oluşturuyorsa bir kesimin Osmanlı’ya reddi miras yapmasının sebepleri neydi?

Erken Cumhuriyet devirlerinde bunu anlamak mümkün olabilir. Yeni bir rejim getiriyorsunuz ve bunun kabul edilmesini istiyorsunuz. Dolayısıyla bu yeni olan ve eskinin yerine gelen rejim kendini kabul ettirmek için eskinin kötü, kendisinin iyi olduğunu savunabilir. Bunu anlayabiliriz. Ama bunun 90 yıldır devam ettirilmesi yanlış olur. Osmanlı-Cumhuriyet çatışmasını üretmek kimseye bir menfaat getirmiyor. Osmanlı olmasaydı, Cumhuriyet de olmazdı, bunu böyle kabul edip, iyisiyle kötüsüyle Osmanlı’nın bizim tarihimiz olduğunun şuurunda olmamız gerekiyor. Bu tür ideolojik yaklaşımların 21. yüzyılda Türk toplumu için yersiz olduğu kanaatindeyim.

Uluslararası camia tarafından Türkiye Cumhuriyeti yeni bir devlet mi yoksa Osmanlı’nın devamı olarak mı kabul ediliyor?

Saltanatı ilga eden kanundan bir önceki hükümet kararı Osmanlı Devleti’nin varisi olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetini ilan eder. Rejim bu tartışmaları geçersiz kılıyor aslında. Uluslararası açıdan bakacak olursak, bu çok daha net karşımıza çıkar. Osmanlı’nın borçlarını hangi sıfatla kabul etmiş olabiliriz? Osmanlı Devleti’nin devamı olduğumuz için bunu kabul ettik ve ödedik. Dışarıdan bakan için uluslararası camiada burası Türkiye’dir, 13. yüzyıldan beri “Turkiya” derler. Padişah, Büyük Türk olarak bilinir. Şimdi biraz imtina etsek de, milliyetçilik akımlarının öncesinde de “Türk” tabiri vardı. Bu coğrafyada herhangi bir mesele varsa bizimle ilişkilendirilir. Devlet değişti, rejim değişti, hanedan değişti olarak bakmıyor. Tersinden düşünecek olursak, Avrupalı nazarında da bu coğrafyadaki devlet erki devamlılık arz ediyor, suçlayacaksa suçluyor, alkışlayacaksa alkışlıyor veya isimlendirecekse öyle isimlendiriyor.

Türkiye yürüttüğü dış politikada böyle bir alan gözetiyor mu?

Biz bir imparatorluğun bakiyesiyiz, imparatorluğun bütün önceliklerine, özelliklerine dikkat etmek zorundayız. Biz dikkat etmesek bile bu bizim dikkatimize bir şekilde dokundurulacaktır ve dokunduruluyor da. “Ben Türkiye Cumhuriyeti devletiyim, Kerkük’ten bana ne” diyemezsiniz. Çünkü Kerkük oradan feveran ediyor “ben buradayım” diye. “Bosna’dan bana ne diyemezsiniz”, Bosna Avrupa’nın ortasında Türkiye’yle bağını ilan ediyor. “Makedonya’yla ilgilenemem” diyemezsiniz. Biz bu coğrafyayla doğrudan alakalıyız, bunlar bizim eski vatanımız. Şimdi güzel bir tabir bulundu “gönül coğrafyası” diye. Kültür coğrafyamız, gönül coğrafyamız, eski imparatorluk coğrafyamız oralar bizim. Oradaki halklarla, oradaki gruplarla ilişkimizi kurmak ve devam ettirmek zorunluluğumuz var ve son yıllarda Türkiye de buna dikkat ediyor.

Bu anlayıştan kopuş 1930’lu yıllarda başladı. Hatta Türkiye’den bazı gazeteci ve yazarlar Balkanlara gitmişti o dönem. Falih Rıfkı o ziyaret sonrasında Balkanları anlattıktan sonra “ne yapalım, unutacağız” diyordu. O günkü Türk aydınının görüşü böyleydi. Halbuki orada unutmak yerine “hatırasını yaşatacağız” denseydi, çok sağlıklı bir dış politikamız olabilirdi. 

Gücümüz yetmeyebilir, bir şeyler yapmak için illaki sert kuvvet uygulamamız gerekmeyebilir, şimdi başka yollar da var. Bu ilişkilerin canlı tutulması, oradakilerin sorunlarının çözümüne pozitif katkı üretmemiz en önemli şey diye düşünüyorum.



Sevda Dursun, 08.11.2017, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Röportaj, Eleştiri

Sevda Dursun Yazıları



Sonsuz Ark'ın Notu: Sevda Dursun Hanımefendi'den çalışmalarının yayınlanması için onayı alınmıştır. Seçkin Deniz, 12.09.2015


İlk Yayınlandığı yer: Gerçek Hayat





Sonsuz Ark'tan
  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.

Seçkin Deniz Twitter Akışı