14 Aralık 2016 Çarşamba

SA3754/KY1-CÇ348: Çorak Topraklar

"Buraların böyle giderse yerle bir olacağını söyledi son nefesinde.. benim adımı da dedem koymuş.. Belkıs. Bu iki şehir viraneye dönmesin diye gece gündüz dua ediyorum. Dua eden iki kişiydik. Yalnız kaldım."


Kân bereketli topraklar üzerinde kurulu ikiye bölünmüş bir şehirdi. Coşkun sulu bir nehir onları bir birinden ayırıyordu. Sabah Kân 1’den ayrılan güneş batmadan Kân 2’ye varırdı. Korkusuzca yapılırdı yolculuk. Ne gecenin karanlığından, ne açlık ne de susuzluktan yana kaygı duymazdı orada oturanlar. 

Kân şehri sakinlerinin canını sıkan sadece bu zengin şehri kendilerine yurt edinmeye çalışan dilencilerdi. Ama tüm şehir halkı birlikti bu konuda. Ve aman vermiyorlardı hiçbir dilenciye.

Yaşlı adam –ki görünüşü tam bir dilenciyi andırıyordu- Kân 1’de oldukça aşağılanmıştı. Eski üstü çekiştirilmiş, kirletilmiş, toprağa bulanmıştı. Yüzü güzü toz toprak olmuştu. Nehirde yıkanmış, kendine çeki düzen vermişti. Gözleri dolu doluydu. Böylesi bir muameleyi hakkedecek bir şey yapmamıştı ki. Dilenmemişti. 

Her hangi bir kapıyı bir şey istemek için dövmemişti. İş sormuştu sadece. Otarılacak hayvan, sulanacak bostan, bakımı yapılacak bağ-bahçe. Ve karşılığında da karnını doyuracak bir iki lokma bir şey. Dinlememişlerdi bile. Asık suratlar, öfkeli bakışlar, tehditkar üzerine yürümeler.. ve sonunda da iteklenerek yerlere sermeler. Toza toprağa bulamalar. 

Yaşlı adam gülmekle yetinmişti. Hayret dolu bakışlarla bakınmıştı homurtularla etrafını saranlara. Güç-bela doğrulmuştu yerinden.. asasını almıştı. Başını sallamış, kendi duyacağı bir ses tonuyla bir şeyler söylemişti. Etrafını saranlar dağılmaya başlamışlardı. Üstünü başını silkelerken bir iki yumurcağın çürük şeftali saldırısına uğradı. Dağılıp gitmeye yeltenen büyükler kahkahalarla gülüyorlardı.

“Bakın nasıl da ensesine şap diye oturdu!” diyordu biri. 

Biri,“Ya yanağındakine ne demeli! Bakın! Bakın..hey bu hepsinden güzel oldu.” karşılığını veriyordu kahkahalar arasında. Yumurcaklar bu hoş görü ve örtülü teşvikle daha bir saldırgan olmuşlardı. 

İhtiyar zayıf bacaklarını sürüye sürüye meydandan çıkmış, çocukların saldırısından kurtulmanın yollarını arıyordu. Pek uzun süreceğe benziyordu. Bir başka sokak.. başka çocuk grupları.. sayısı git gide artan çocuklar işi iyiden iyiye azıtmışlardı.. ihtiyar bu linçten, bu çürük meyve sağanağından kurtulamayacağını geçiriyordu içinden. Kân 1’in sınırına vardığında artık takati kesilmişti zavallı ihtiyarın. Ayaklarında derman kalmamıştı. Neyse ki çocuklar geri dönmeye başlamıştı. 

İhtiyar az biraz daha gayret edip nehir kenarındaki bir ağaca kadar yürüdü. Kendini toparlamıştı. Ya Kân 2? Orası da böyleyse. Yapacak bir şeyi yoktu. Ya köye –Kân 2- uğramadan dağları aşıp gidecek, nasibini başka yerde arayacak ya da göze alacaktı. Belki oranın insanları merhametliydi. Belki bir işveren çıkardı.  

Susuzluğunu gidermişti. Ve fakat açtı. Çıkınını Kân 1’de kaybetmişti. Bütün yiyeceği o çıkındaydı. Biraz peynir..bir salkım üzüm..bir parça üç günlük ekmek.

Korkuyla koyuldu yola. Uzakta yüksek tepelere kurulu evler seçilebiliyordu. Güneş dağların arkasına düşmüştü. Yorgun ve bitap ilk üç evin kapısını titreyerek çaldı. Kân 1’deki bakışlara eş bakışlarla karşıladı kapısını çaldığı her üç ev de. 

“Bu kadar varlıklı olsunlar da böylesine zalim olsunlar!” diye geçirdi içinden. Dördüncü kapıyı çalmadan geçti. Midesi iyice burulmaya başlamıştı. İstese bahçe duvarlarından sarkan elmalardan, üzümlerden, şeftalilerden alabilirdi. Ama asla kimsenin malına elini uzatmamıştı bu yaşına kadar. 

Öfkeyle geçti evleri birer, birer. Pek gösterişliydi evler. Ve bahçeler görmediği yemişlerle doluydu. Hepsinden daha gösterişli bir evin önünde durdu. Bir adım bile atmaya gücü kalmamıştı. Çekinerek yanaştı evin kapısına asasıyla tıklattı kapıyı. Pişman olmuştu. 

“Umarım duymamışlardır!” diye iç geçirdi. Yürümeye yeltendi. Ayaklarına söz dinletemiyordu. İçerden bir kız çocuğunun sesi duyuldu:

“Kim O?” yaşlı adam kısık sesle karşılık verdi:

“Tanrı misafiri!”

Kapı açıldı. On üç, on dört yaşlarında oldukça gösterişli bir kız çocuğu tebessümle göründü. Yaşlı adam açlığının kendisine oyun-oynayıp oynamadığından emin değildi. Yine de bir adım geri gitti. 

“Ben.. şey… özür dilerim.. yanlışlık oldu!” diye bildi güçlükle. Genç kızın bakışlarında merhamet, sesinde şefkat vardı. Genç kız başını içeri çevirip kimse var mı diye baktı, sonra müşfik bir ses tonuyla:

“Aç mısın?” diye sordu.

Yaşlı adam sadece başını salladı ve utancın şiddetiyle:

“Ben dilenci değilim!” diyebildi. Ve “ Eğer yapılacak işiniz varsa yapayım.. elimden her iş gelir!” diye sürdürdü konuşmasını. Daha sürdürecekti konuşmasını içeriden öfkenin, nefretin sesini duymasaydı.. ses Kân 1’deki sesler kadar nefret, hiddet yüklüydü.. kız da ürkmüştü.

“Belkıs kim o kızım?” 

Belkıs yutkunarak, “Tanrı misafiri!” dedi.

Ses daha bir nefrete bulanmıştı:

“Demedin mi tanrı burada oturmuyor diye.. sana kaç kez söyleyeceğim.. açma kapıyı şu uğursuz dilencilere.. hırsızlara.. çabuk kapat kapıyı..”

Belkıs sesini kısarak:

“Amca sen biraz ileriye doğru yürü.. biraz ötede bir dut ağacı var.. orda beni bekle.. kovuğu gizler seni..” dedi. Kapıyı kapadı.. ihtiyar adam ayaklarını sürüyerek yürüdü. Belkıs’ın söylediği dut ağacına vardı. Evlerle arasına perde yaptı ağacı. 

Gün kararmıştı. Böylesine gaddar, merhametsiz bir yerde bu şefkat dolu yürek.. bu merhametle donanık ses.. bu içli ses.. bir oyun olabilir miydi? Olabilir mi? Çürük meyvelerle linçe kalkışan çocuklardan daha merhametsiz bir oyun peşinde olmuş olabilir mi? Bekle demişti. Çekip gitse ne olurdu ki.. söz vermiş değildi ya! Biraz daha soluklanmaktan bir şey çıkmazdı. 

“Biraz daha dinlenir.. çeker giderim.. bu gudubet yerden!” diye konuştu kendi kendine yaşlı adam. Sakınarak gelen ayak seslerine kulak kabarttı. Daha bir büzüldü. Elinden gelse ağacın kabuklarını örtü yapacaktı. Kendini tutmasa haykırarak koşacaktı. Kalbinin çarpıntısı mı yoksa rüzgar mı ağacın yapraklarını sallıyordu belli değildi. 

“Orda mısın?” diye seslendi Belkıs, kulağı okşayan, gönlü rahatlatan sesiyle.

Yaşlı adam yutkundu, kuruyan boğazını ıslattı tükürüğüyle:

“Evet!” karşılığını verdi. Kısık, anlaşılmaz bir ses çıkmıştı ağzından. Ayaklarının titremesi geçmişti. Kalbi de artık korkudan değil sevinçten çarpıyordu. Yine de içinde sinsi bir kuşku yok değildi hani.
Belkıs yaşlı adamın bulunduğu yere doğru yöneldi. Eski püskü beze sarılı yiyecekler çıkardı. Adam utanarak:

“Ben dilenci değilim!” dedi. Belkıs sevecen:

“Biliyorum! Ama açsın. Ve gördüğüm kadarıyla yiyecek bir şeyin yok. Asandan gayri bir şey göremiyorum. İhtimal eşyaların 1’ncide kaldı. Öyle mi?”

“Evet!”

“Çok hırpaladılar mı sizi?”

Yaşlı adam ağlamamak için sıktı kendini:

“Ben onlara bir şey yapmadım.. bağlarına bahçelerine dokunmadım.. namuslarına el atmadım.. niye öyle yaptılar.. hala anlamış değilim.”

Belkıs merhamet dolu bir sesle yaşlı adamı teskin etmeye çalışarak:

“Pek nankördürler.. aslında acınacak durumda olan onlar.. hiç farkında olmadan ellerindekileri kaybedecekler.. merhametleri yok.. öylesine zavallılar ki..”

İhtiyar adam bu sözler üzerine yeniden doğmuş gibi oldu.. gönendi. Gözleri ışıdı. Ve:

“Vah benim yavrum! Rabbim seni korusun gözetsin.. bu yaşta bunları nasıl bilebiliyorsun.. kimden duydun..”

“Ne öğrendiysem dedemden.. ama o da öldü. Buraların böyle giderse yerle bir olacağını söyledi son nefesinde.. benim adımı da dedem koymuş.. Belkıs. Bu iki şehir viraneye dönmesin diye gece gündüz dua ediyorum. Dua eden iki kişiydik. Yalnız kaldım. Bura halkı ise “Rabbimiz bu iki şehrin arasını uzat!” diye dua ediyor. İşte bu denli zavallılar.. sakın onlara beddua etme.. umulur ki düzelirler..”

Yaşlı adam güldü. Belkıs’ın başını okşadı ve:

“Bu şefkat dolu küçücük yüreğin, bu merhametin sembolü sesin sahibi burada oldukça.. Allah muinin olsun kızım..nasıl da ferahlattın bu kocamış yüreğimi.. çıkınım bundan önceki yerde kaldı.. ve minicik eller, henüz hiçbir şey bilmeyen minicik yürekler sanki oyun oynuyorlarmış gibi saldırdılar.. inan kızamadım bile. Nasıl kızabilirim ki.. onlar bilmiyorlar.. kılavuzları pek çirkin.. kılavuzları pek zalim.. güldüler kahkahalarla güldüler.. oysa iş istemiştim onlardan.. işte böyle yavrum.. hadi git sende.. benim yüzümden bir kötülük gelsin istemem.. bu gül solsun, bu merhamet pınarı kurusun istemem. Allah yar ve yardımcın olsun.”

“Sağol yabancı! Dedemin ölümüyle öyle bunalmıştım ki.. seni görünce yeniden doğdum sanki.. içim ferahladı. Bakışın, duruşun, sesin.. her şeyinle dedem gibisin.. ama sanma ki dedeme benzerliğinden uzattım elimi.. hem dedemin vasiyetidir.. hem de gönlümün emridir.. gönlümün emri olduğunu dedem söyledi. Ben gitmeliyim.. bizimkiler peşime düşerse her şey tersine döner.. hoşça kalın.. siz de hemen gidin.. Selametle! Allah yolunuzu açık etsin.”

“Amin.. Sağol benim iyi yürekli kızım. Bütün dertlerimi sıkıntılarımı unutturdun.. senin de yolun açık olsun.. yüreğin hep böyle merhametle gönensin..”



Cemal Çalık, 14.12.2016,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü
Cemal Çalık Yazıları


  

Seçkin Deniz Twitter Akışı