21 Şubat 2014 Cuma

SA565/KY9-NK7: Ölüm Korkusu

“Kendimden ölüm kokusu alıyordum sanki; kesif, sinsi bir koku, tanımadığım bir koku…”


Nerede kalmıştık? Evet, Afak'a söyledik ve hızlıca ameliyat hazırlıklarına başladık. Bu arada Jale çok telaşlıydı, annesine ve Nuran'a ameliyat olmamam gerektiğine dair beni ikna etmeleri için çok ısrar etmiş. Onlar da bu kararın çok zor olduğunu kimsenin benim yerime karar veremeyeceğini söylemişler üzüntüyle.

Teşhisten Sonra
Teşhis konulduktan sonra bana garip bir şey oldu, bir yandan soluğum sık sık kesiliyor, bir yandan da alabildiğine koşmak istiyordum. Koşma isteği o kadar üst düzeydeydi ki fırsat bulduğum her an dışarı çıkıp koşuyordum. Aslında kaçıyordum ve aslında korkuyordum, kanserden kaçıyordum ama kaçacak bir yer yoktu. Ben yine de arkamdan azgın bir köpek kovalıyormuş gibi durmadan koşuyordum, soluk soluğa kaldıktan sonra biraz duraklayıp tekrar koşmaya başlıyordum.

Sürekli içim titriyordu, kalbim, bacaklarım, ne yaparsam yapayım bu hissin üstesinden gelemiyordum. Bir uçurumun kenarından düşmek üzere gibiydim sanki.

Bu koşarak kaçmalarımın birinde Fevziye'nin kardeşi Yasemin aramıştı, nefes nefese açtım telefonu; "Ablacım biz senin yanındayız ve dua ediyoruz ne ihtiyacın olursa lütfen bize haber ver, elimizden geleni yapacağız." diyordu.

Sonra eşi Rıfat aldı telefonu: “Abla eğer bir şeye ihtiyacın olursa ilk bana haber vereceksin tamam mı? Eğer benden başka birini ararsan sana hakkımı helal etmem ona göre!" diyerek hafif tehditvâri bir ikazda bulunmuştu. Yasemin ve Rıfat o kadar destek oldular ki bütün süreç içerisinde dünyalar tatlısı, hanımefendilik timsali Yasemin'e ve delikanlılıkta sınır tanımayan Rıfat'a nasıl teşekkür edeceğimi halen bilemiyorum...onlar için dua ediyorum..

Atila’ya anlattığımda bu kaçma ve koşma isteğim için, “Ölüm korkusu!” dedi. Daha ilk doğduğum günden itibaren birçok ölüm tehlikesi yaşamıştım, ama bu hiçbirine benzemiyordu. İlk defa ölümü bu kadar yakınımda hissediyordum. Kendimden ölüm kokusu alıyordum sanki kesif, sinsi bir koku, tanımadığım bir koku…

Tanıdığım herkese, ama herkese telefon açıp haber helallik alıyordum, kanser olduğumu öğrendiklerinde çok üzülüyorlardı; ama birkaç klişeden başka bir şey söyleyemiyorlardı şaşkınlıktan. Bir yandan herkesle konuşmak istiyor diğer yandan da onlara hissettiğim ölüm kokusunu bulaştırmamak için uzak durmak istiyordum.

Jale
Canım kardeşim daha ilk günden gözleri dolu dolu ne yapacağını şaşırmış bir hâlde desteğini hiç esirgemedi. Hemen bir facebook sayfası açmıştı benim için; “NEŞELİYİZ BİZ” Daha önceden yazı tecrübesi olan Jale sayfaya böyle hoş bir isim bulmakta zorlanmamıştı anlaşılan.

Asıl mesleği jeoloji mühendisliği olan Jale'nin inanın on parmağında on marifet var desem abartmış olmam. Bir alçı firmasında kalite yönetim şefliği yapıyor, blog yazıyor, senaryo yazıyor, makale yazıyor, yardıma ihtiyacı olanların yardımına koşturuyor, güzel poğaçalar yapıyor, yeni filmleri, şarkıları, kitapları takip edip tavsiyelerde bulunuyor, bir de bütün bunların üzerine bir arada bulunduğunuz her saniye bir espri patlatıyor. Bir de üstüne üstlük güzel. Onun yanında gülmemek, neşeli olmamak mümkün değil.

Şimdiden Jale ile birlikte film seyretmeyi özlemeye başlamıştım. Yalnızca onunla beraber yaptığımız şeylerden biriydi film seyretmek. ‘Frasier’ dizisini dönüp dönüp seyrederek her seferinde gülmekten yerlere yıkılırdık mesela. Ya da ‘Kuzey Işıkları’ dizisinin her bölümünde yeni bir şey öğrenirdik. Ya da bir gece boyunca hiç uyumadan, hiç anlamadığımız bir konuda ekonomi konusunda belgesel projesi çıkarırdık. Ama ne heyecan ne eğlence; bir bilseniz. Ekonomistler kusura bakmasın ama bir gecede ekonominin temellerini yutmuş olurduk. Bu da bize müthiş bir heyecan ve keyif verirdi.

Tekrar o günlere geri dönebileceğimize hiç ama hiç inancım yoktu artık. Tam olarak sisler içinde yol bulmaya çalışan bir gezgin gibiydim çünkü...

 Jale dostluğunu hastalığımın her aşamasında fazlasıyla ispat etti.Canım Elçin'im İstanbul'dan ziyarete geldiğinde Jale'nin tanımları aşan ilgisi ve şefkatini görünce  "Her eve bir Jale Abla lazım!" diyecekti onun için.
Sevdiğimiz, birlikte dinlemekten keyif aldığımız Azeri şarkıları yüklemişti Jale facebook sayfasına hemen. Bir yandan çok seviniyor diğer yandan da bunlar benim için yapılan veda çalışmaları diye düşünüyordum, öyle hissediyordum, kısa bir süre sonra öleceğim için son bir gayretle güzel şeyler yaşatmak istiyorlardı bana…
Şimdi geriye dönüp baktığımda onun bu çabasının ne kadar değerli olduğunu daha iyi anlıyorum.

Ertesi gün 28 Ekim 2010.  Ameliyat öncesi tetkikleri yaptırmak üzere hastaneye gitmek üzere evden çıktık… Daha yoldayken geldi Gökhan’ın mesajı: “Ailemiz çeşit çeşit maceralardan geçti. Şimdi başrolünde senin olduğun yeni bir macera var. Bunu da atlatacağız inşallah benim en kral ablam. Afganistan’dan dua ve muhabbetle” Gözyaşlarımı tutamadım. “Allah’ım bana kanser gibi bir dert ama Gökhan gibi de bir kardeş verdin çok şükür!” diye dua ettim…

Dışarıda feci bir yağmur vardı. Hastaneyi ulaştığımızda Fevziye yine orada bizi bekliyordu. Allah’ım dört çocuğunu evde bırakıp bıkmadan usanmadan geliyordu benim kardeşim, kalbimdeki ona olan minnet hislerimi galiba hiçbir zaman tam ifade edemeyeceğim. Onun için her zaman dua edeceğim ama…

Ve tetkiklere başladık, kalp, akciğer vs, vs, hepsine hızla girip bir an önce oradan ayrılmak istiyorum. O sırada Emira aradı; Deniz'le birlikte eve gelmiş bizi bulamayınca da merak edip aramışlardı. Hastanede ameliyat öncesi tetkikleri yaptırdığımızı söyledim. Benim için pijama aldığını söyledi. Rabia ablaya bırakıp çıkmışlar sonra.

Öğlen salaş bir lokantaya pide yemek için oturduk, iştahım hiç yok, zorla yemeye çalışıyorum, başaramıyorum. Fevziye ve Atila beni güldürmek için sürekli bir şeyler yapıyorlar. Patates kızartması yemek istediğimi söylüyorum, kalkıyoruz ve biraz ilerideki kafeye giriyoruz. Patates kızartması geliyor; ama tek lokma yemek içimden gelmiyor, hiçbir şeyi içim almıyor. Hemen ameliyat olup kurtulmak ve normal hayata dönmek istediğimi söylüyorum.

Fevziye, “O kadar da hafife alma!” diyor. O öyle diyor ve benim akmaya hazır gözyaşlarım boşalıyor. İkisinin de canını sıkıyorum farkındayım, ama kalbim bomba gibi patlayacak sanki ne yapacağımı bilmiyorum.
Hastaneye dönüyoruz tahliller devam ediyor. Başından beri söylediğim kurbanlık koyun psikolojisindeyim. Şu doktora gir, röntgen çektir, şu bankoya git, hepsini kuzu kuzu yapıyorum ve bundan sonraki hayatım diğer kanser hastalarından edindiğim tecrübe ile gözümde canlanıyor, elimde bir torba dolusu tahlil tetkik vs. o doktordan o doktora koşturuyorum.

Önce ameliyat, sonra kemoterapi, radyoterapi, ilaçlar zayıflama ve sonra bir hastane odasında makinelere bağlı bir ölüm… “Allah’ım sen yardım et” diye dua bile edemiyorum. Edemiyorum. Dua etmeyi unuttum sanki. Hep başkaları için dua ediyorum ama kendim için edemiyorum…

Müzeyyen’le Görüşme
Günlerden cumartesi idi. Haber Ajanda dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapıyordum ve sürecin başından beri beni destekleyen bir patronla çalışıyordum; Yavuz Selim hocam. Eşi Müzeyyen birkaç gün önce beni aramış her türlü desteği vermeye hazır olduklarını söylemişti. O kadar içtendi ki nasıl teşekkür edeceğimi bilemedim.

İşte o cumartesi günü Müzeyyen tekrar aradı ve geçen yıl aynı zamanlar kanser teşhisi konulup tedavi olan bir arkadaşı ile beni tanıştırmak istediğini söyledi. Buna gerçekten ihtiyacım vardı. Hemen Fevziye'yi aradım ve bunun kanserli bir hastanın kaprisi olmadığını ve benimle o görüşmeye gelmesini çok istediğimi söyledim. Biliyordum dört kız çocuğu ve dünya kadar işi vardı ama her zaman olduğu gibi ikiletmedi bile. “Hemen geliyorum!” dedi, 45 dakika sonra da yanımdaydı. Birlikte buluşacağımız kafeye gittik.

Müzeyyen ve arkadaşı bizden önce gelmiş bekliyorlardı. Müzeyyen bana hem kek yapmış hem de hoş bir mavi başörtü getirmişti. Kanser olan arkadaşı oldukça moralli ve iyi gözüküyordu, benim telaşlı halimi görünce sinirlendi ve “Ne bu halin, hemen kaçıp gidecekmişsin gibi hareket ediyorsun. Sakin ol bütün bunlar geçecek, bak benim bir yılım geçti bile. Hiç üzülme biraz sıkıntı çekecek sonra hepsini unutacaksın.” dedi.

Müzeyyen de arkadaşına katıldığını aynı süreci arkadaşı ile birlikte yaşadıklarını ve şimdi her şeyin yoluna girdiğini söyledi. Hepsine minnettar kalmıştım. Müzeyyen’in desteği benim için çok ama çok anlamlıydı. Daha önce birbirimizi yalnızca bir kere iftarda görmüş ama fazla konuşma imkânı bulamamıştık. Ama şimdi sanki benim yıllardan beri tanıdığım yakın bir dostumdu ve elinden geleni yapmak için çırpınıyordu. Daha sonraları da o içten desteğini benden hiç esirgemeyecekti.

Kimseyle Görüşmek İstemiyorum, ama Galina Dinlemiyor
Kanser olduğunuzu öğrenmek enteresan bir his galiba. Ruhunuzda durmadan med-cezirler oluyor. Bir an çok kuvvetle inandığınız şeye birkaç saniye sonra inanmıyorsunuz. Ya da bir an kuvvetle istediğiniz şeyi az sonra asla isteyemeyebiliyorsunuz. Daha doğrusu bu bende böyleydi. İlk önce telefonlara çıkmamaya başladım  Hâlbuki neredeyse bütün tanıdıklarıma haber vermiştim ameliyat olacağımı. Onlar da gayet tabii olarak arayıp sormak istiyorlar ve endişeleniyorlardı. Ama ben asla ve asla çok yakınımdaki arkadaşlarım hariç kimseyle görüşüp konuşmak istemiyordum. Hatta ziyarete gelmek isteyenlere mikrop kaparım bahanesiyle mani oluyordum. Telefonlara mecburen Atila bakıyordu; ama o da çok yoruluyordu farkındaydım. Ziyaretçi ise gelmiyordu. Böylesi daha iyiydi çünkü söylenecek tek bir yanlış kelime veya cümleyi kaldıracak durumda değildim.

Bütün ikazlarımıza rağmen ameliyata kadar geçecek olan o kısa sürede bir gün kapımız çalındı. O kadar tedirgin olmuştum ki gidip bir odaya saklanmak istedim. Ne yapacaktım şimdi, gelen tanıdık biriyse onunla ne konuşacaktım, hiçbir şey konuşmak ya da duymak istemiyordum ki… Gelen sevgili Galina’ydı.

Sakin Deniz: Galina
Galina’nın anlamı sakin denizmiş Rusçada. Onunla ilk Ankara’ya taşınmak üzere geldiği gün tanıdık Jale ile. Jale Galina için,“Sanki bir masal diyarından çıkıp gelmiş gibi” demişti. Çok da haklıydı, hüzünle tebessümün hemhal olduğu yüzü insana güven veriyordu. İlk geldiklerinde eşi Mehmet askerdeydi. Mehmet’le Japonya’da tanışıp evlenmişlerdi. Japonya’da tanışıp evlenen Rus kızı ile Türk gencinin dünyalar tatlısı bir kızları vardı: Firuze.

Galina ve Firuze’yi ilk tanıdığım andan itibaren çok ama çok sevdim. Kırık dökük bir Türkçe ile birbirimizle anlaşmaya çalışıyorduk ilk başta, sonraları gönül dilini de işin içine katınca aramızdaki bağ çok daha kuvvetlendi. Kendisini sanki yıllardır tanıyordum.

İşte o anda kapıyı çalan artık sevgili kardeşim dediğim Galina’ydı ve benim korkularımın aksine daha kapıdan girdiği ilk andan itibaren sanki üzerimden büyük bir ağırlığı kaldırmıştı. “Seni meşgul etmeyeceğim, hemen gideceğim!” dedi büyük bir nezaketle. Ve devam etti: “Dayanamayıp geldim. Annem (annesi Sibirya’da çocuk doktoruydu) senin için birtakım bitkisel ilaçlar önerdi. Onların kataloğunu getirdim.”

Canım benim, o konuştukça sanki ben ona ağır bir yük yüklüyorum gibi hissettim. “Senin ölmemen gerek Neşe, Firuze’yi birlikte büyütmemiz lazım, lütfen hemen iyileş!” diyordu gözleri dolu dolu. Birbirimize sarıldık.

Sakin bir deniz gibi geldi, yükümü hafifletti ve evine döndü. Daha sonraki günlerde o da desteğini asla bizden esirgemeyecekti...


Neşe Kutlutaş, 21.02.2014, Sonsuz Ark,  (İlk Yayın Tarihi, 22.02.2012)





Seçkin Deniz Twitter Akışı