27 Ocak 2017 Cuma

SA3910/KY1-CÇ364: Hangisi Sen?/ Roman-Bölüm I-4'ün devamı

"Musa hazırlıklıydı. Ellerinde tiftik eldiven başında tiftik papak ve sırtında kalın bir palto vardı. Benim ve Öteki’nin ve diğer üç kişiden her birimizin bir şeyleri eksikti."


Bölüm Bir
-4'ün Devamı-

Burası da aslında tekin bir yer değil. Tam durduğum bu köşe demek istiyorum. Yani hükümet konağıyla bitişik moda giyimevi dükkânının tam kesiştiği nokta. Bir üç gen oluşturuyor. Küçük, iki bilemedin üç kişinin sığabileceği kadar bir boşluk. Yazları buraya daha çok sokak köpekleri girer. Yatar uzanırlar. Kışın da arada bir görmüşlüğüm vardır bir köpeğin ve peşinden de bir başka köpeğin hemen ardından buraya girdiğini. Çişlerini yaptıklarına da tanıklık etmişimdir. 

Hani şimdi bu tarafa doğru gelirken Aliravi caddesinden yukarı doğru giden iri yarı bir köpeği görmüştüm. Ya buraya yönelse? Buraya gelmeye kalksa. Ben yine ağaç altına geçmeliyim! Yani açığa çıkmalıyım. Hem burası umduğum gibi rüzgârdan da korumuyor. Soğuk olanca şiddetiyle iliklerime kadar işliyor. Böyle bir soğuğu belki ‘Vahşetin Çağrısı’ filminde görebilirsiniz. 

Soğuk, vahşi bir köpek gibi saldırır size. Vahşi bir köpek nasıl saldırır demeyin, kimse demesin. Soğuk vahşi bir köpek gibi ısıracak yer arar. Şöyle mini minnacık bir açıklık, küçücük bir delik –diyelim ki ellerinizde tiftik eldiven var ama sağ veya sol serçe parmağın ucunda bir delik oluşmuş olsun- bulsun oradan geçirir sivri dişlerini. Filvaki –yahut burada filhakika mı demeliydim? Kuşkusuz bir eksper bunun yanıtını en iyi verecek olandır, anladığım sezdiğim kadarıyla filhakika kullanmalıyım. Zira filvaki daha bir özel anlamını içkin. Gerçi filvaki ve filhakika genelde bir yerlerde buluşup ‘gerçekten’ anlamını verse de filvaki daha bir özel gibi. Ki zaten ‘vaki’ sözcüğü bunu bize sezdiriyor, malum olduğu üzere vaki vaka anlamındadır ve filvaki sözcüğüne vak'ada geçtiği anlamını veriyor,  vaki hale göre, vakide olduğu gibi, oysa filhakika da bu yok. Demek ki filhakika sözcüğünü kullanmak daha isabetli olacakmış.- Filhakika böyledir tıpkı bir köpek gibi geçirir dişlerini diş geçirebileceği yerin yerini adeta o köpeklere özgü içgüdüyle bulur ve ısırır. Hem ne kuvvetle ısırır. 

Ben ve Öteki ve Musa ve diğer üç arkadaş bir kış günü kentimizin hemen dışındaki köye –belki on on beş kilometre kadar uzaklıkta- yürümüştük. Kendi aramızda saçma sapan bir iddia üzerine olmuştu bu olay. İlkokulu yeni bitirmiş, ortaokula yeni başlamıştık. Ortaokulda ilk kışımızdı bu bizim. Yine cumartesilerden bir cumartesiydi ve istasyon caddesinden aşağı inmiş –Gülcan’ı görme umuduyla arkadaşlarımı sürüklemiştim peşimden, bir Öteki biliyordu asıl niyetimi, diğerleri saf saf izlemişlerdi bizi, rahatlıkla bizi derim çünkü Öteki de Eda’yı görmeyi umuyordu- oradan hale sapmış halin önüne gelince de Musa –bu boyu kısalardan korkmamız gerektiğini söylemişti üç kişiden biri de şimdi ismini çıkaramıyorum- ‘Hadi Kân’a gidelim?’ demişti. Birden bire bir gideriz-gidemeyiz tartışmasına tutuşmuştuk. 

Musa hazırlıklıydı. Ellerinde tiftik eldiven başında tiftik papak ve sırtında kalın bir palto vardı. Benim ve Öteki’nin ve diğer üç kişiden her birimizin bir şeyleri eksikti. Örneğin benim botum yoktu, lastik çizmelerim vardı ve çizme boyunu aşan karlı yerlere girdiğimizde karlar çizmemden içeri dolacaktı ve eriyecekler ayaklarımı ve soğuk aç bir köpek gibi sivri dişlerini ayaklarıma geçirecekti. Başımda papak da yoktu. Paltom vardı ve fakat öyle Musa’nın giydiği kalınlıkta bir palto değildi. Ve ellerim de çıplaktı. Öteki’nin de paltosu inceydi papağı ve eldivenleri yoktu ama Allah’tan botlarını giymişti. Bitpazarından daha geçen hafta alınmıştı hem pek yaman bir bottu. Diğerleri de hazırlıksızdı. 

Ve gitmiştik aman Tanrım! Ben bu yaşıma kadar öylesine üşüdüğümü anımsamam ve bir daha böyle üşüyeceğime ihtimal de vermem diyordum. Şuana kadar böyleydi. Şimdi de henüz o yolculuktaki kadar üşümüş değilim. Elbette henüz. Soğuğun, ayazın bir canlıyı nasıl kemirdiğini, nasıl diş-diş dişlediğini görmek, anlama isterseniz en ideali Vahşetin Çağrısı’dır derim. 

Eğer filmini izlemediyseniz zararı yok kitabı var. Gerçi o kitabı öyle ulu orta yerde okumanız sizin lehinize olmaz, yazarından ötürü, bakın adını bile –Jack London-  anmıyorum. Bakarsınız biri duyar ve sonra kalkıp sorguya çeker sizi. Kimden duydun bu yazarı? Bu kitabı nereden aldın? Bu sorular alelade sorular değildir. Yanıtı mutlaka verilmelidir. Kimin adını vereceksiniz? İyisi mi gizlide saklıda okuyun. Ne de olsa tarih henüz 78 ve E. Kentindesiniz. Hayır, kitap bilgi kitabevinde var, hatta vitrinde bile sergiliyor. Yani kitap satılıyor. Sanırım, eğer yanlış hatırlamıyorsam, kitapsarayında da vardı, rafların birinde dipte köşede vardı. Kân köyüne yaptığımız yolculuktaki soğuğu, üşümeyi yaşamıyor olsam da Vahşetin Çağrısında yaşayabileceğiniz soğuğun bir benzerini –belki biraz daha şiddetlisini- yaşıyorum. İşte bu yüzden buradan ayrılmayı düşünüyorum, ayrılmayı istiyorum, yani her hangi bir varlıktan korktuğum yok. Bir daha söyleyeyim, köpekten korktuğum falan yok ve fakat bir köpekle köpekleşmem için de bir neden yok, bir nedeni olmadığı gibi âlemi de yok. Madem bura onlara ait öyle ise bana gitmek düşer, buranın köpeklere –kedilere değil- ait olduğu üstü örtük bir onaydır resmen olmasa da, yani demem o ki bu onayı resmi makamlar değil buranın esnafı vermiştir. 

Hayır, köpeklerden başkası giremez türünden bir levha yok elbette. Böyle bir levhaya niçin gerek duyulsun ki? Anlamsız. Böyle anlamsız şeylerin aklıma üşüşmesinden zevk alıyor gibiyim. Yine gibi. Ah bu gibi. Ah gidinin ‘gibi’si. Ne kadar kaçmak istersem isteyeyim, bir yolunu bulup karşıma çıkıyor. Ve fakat.. ve acaba diyorum gibi masum olamaz mı? 

Açık açık söyleyeyim ki bu ‘gibi’ sözcüğüne az biraz üzülmüyor, az biraz acımıyor, az biraz hayıflanmıyor değilim. Biraz fazla mı yükleniyorum bu sözcüğe, biraz fazla mı yüklendim? Acaba diyorum haksızlık mı ediyorum? Bir tür yargısız infazda mı bulunuyorum? Yersiz ve acımasız bir linç girişimi mi yaptığım? Hepten de lüzumsuz, hepten de kifayetsiz, hepten de yersiz, hepten de yol kesen bir uğru değil a! Hatta şimdi düşününce, biraz duygudaşlık yapınca bu sözcüğün nice zaman insanı yanılgılardan kurtaran bir işlevi olduğunu ayrımsıyorum. Evet, var onda böylesi bir işlev. 

Düşün bir –kendime söylüyorum, düşün bir, diye- diyelim bir arkadaşınla yahut tanımadığın biriyle bir yerde ufka bakıyorsun ve bir karaltı görüyorsun. Ve sonra da o karaltı hakkında bir takım yargılarda bulunuyorsun. Karaltı net değil. Bakıyorsun uzun uzun ve arkadaşına yahut o an yanında her kim var ise ona diyorsun ki, ‘Şu karaltı bir korkuluk gibi. Baksana korkuluk gibi kıpırtısız duruyor!’ Bu yargında seni yanlışlayan hiçbir şey olamaz. Velev ki bir korkuluk olmasın. 

Sen ‘gibi’ dedin. Bir kesinlikten söz etmedin. Kesinlikten söz edemezdin çünkü o karaltıyı tam anlamıyla, bütünüyle ve kesin bir biçimde görebilmiş değilsin. Öyle ise nasıl derdin ki ‘o kesin bir korkuluk, zira kıpırdamıyor!’ sanki her kımıldamayan şey bir korkuluk gibi. Ve yanındaki de bakışlarını ufka dikse ‘Kıpırdıyor gibi. Sanırım korkuluk değil de her hangi bir hayvan! Zira bir hayvan gibi hareket edişi.’ Bu yargıya da sen karşı çıkamazsın. Çünkü netlik yok. Kesinlik yok. Ancak yanına varınca ne olduğu hakkında kesin bir karar vereceksin ve o ana kadar ‘gibi’ sözcüğü senin elinden tutmuş olacak. Bir tür bir baston gibi düşünebilirsin. Hadi sen ‘asa’ de. 

Kesin kararımı verdim ki ‘gibi’ye hak etmediği biçimde yüklenmişim, itiraz etmişim, yargısız infazda bulunmuşum, haksızlık yapmışım. Ne kötü bir şey, ne kötü bir davranış. Daha derli toplu daha akıllı uslu olmalıyım. Daha bir itina göstermeliyim. Her hangi bir yargıda bulunmadan önce yeterince incelemem gerekiyor.. hele de böylesi havalarda daha bir itina göstermeliyim. Bu hem sağın yargılar için elzem, hem yapmayı tasarladığım eylemler için elzem. 

Örneğin buranın sadece köpeklere ait olduğu çıkarsaması gerçekle örtüşüyor mu? Rahatlıkla örtüşüyor derim. Zira kaç kere denk gelmişimdir buraya sığınan kedilerin esnaf tarafından kovuluşuna. Kediler bilmese de anlamasa da esnaf içinden gelen bir dürtü ile kedileri korumak amaçlı yapıyor bu kovma işini. Çünkü bir kedi buraya girdiği zaman, burada dinlenmeye çekildiği zaman kaçacak bir yer bulamaz. Köpeklerin saldırısından kurtulmaları çok güçtür. Esnaf bunu bir içe doğuşla keşfetmiş ve kedilerin buraya girmesine engel olmayı kendine vazife bilmiştir. Kediler de buna dikkat ediyor gibi. Evet! Bu kesin böyle. 

Tartışmaya açık bir konu değil bu, zira bu ana kadar –gerçi şimdi kış ve kediler kışın dışarıda dolaşmayı sevmezler o yüzden kışın zaten kimse göremez buraya gelen bir kediyi- bir tek kedi görmüşlüğüm yoktur burada. Gören varsa da bilmiyorum. Ve yine de ihtimal vermiyorum. Yazın zaten esnaf gereken dikkati göstererek böyle bir olayın olmasına mani oluyor. Olsun zaten. Kim ne derse desin kedilerle köpekler arasında bir kavga var ve bu kavga sürecektir. Her ne kadar bir takım tersi durumlar yaşansa da. Ki zaman zaman yaşanıyor. Tanıklar var. Yani kedilerle köpeklerin sarmaş dolaş olduğuna tanıklıklar var. Biz ne! Bana ne!

Şimdi o köpek çıkıp gelse, beni görse.. önce arka ayaklarıyla karları eşer. İkisiyle aynı anda yapmaz. Eğer solaksa önce sağ ayağını kuvvetlice kara gömer sert bir biçimde ve iyice sürtme eylemini gerçekleştirmek için geri çeker. Sonra sağ ayağını. Elbet köpeğin solak veya sağlak olmasına göre durum değişir. Sağlak ise önce sağ ayağıyla karları eşeleyecektir. Kış olmasa aynı hareketi toprak üzerinde yapar. Başını diker. Kuyruğunu diker. Önce bir ayağıyla, sonra diğeriyle. Arka ayakların eşelemesi bitince ön ayaklarla da eşeler. Ön ayaklarıyla eşelemeyi es geçerse kuşkusuz meydan okumadan da vaz geçmiştir. Benim meydan okunacak neyim var ki? 

Köpekler korkanı bilirmiş. Peki, ben korkuyor muyum? Hayır! Bu halim korkudan değil. Yani hali hazırda olmayıp da bir dakika, birkaç dakika sonra gelecek bir köpekle karşılaşabileceğim ihtimalinden kaynaklanan bir şey yaşadığım yok. Varsın o iri yarı köpek gelsin, ayaklarıyla karları eşelesin meydan okumasını yapsın. Ben de ne değişir ki? Şu titremem daha mı artar? Köpek veya başka bir hayvan halimin bir korkudan olmadığını anlar. Bunu biliyorum. Bunu bildiğim her hangi bir şey gibi –suyun su olduğunu, patatesin patates olduğunu örneğin- biliyorum. Adım gibi demiyorum, sıkça söyleniyor. Sıkça söylendiği için de cılkı çıkmış. Yani çürümüş, yani içi geçmiş. İşte bu yüzden demiyorum, adım gibi biliyorum. 

Suyun su olduğunu bildiğim gibi biliyorum ki bir köpek yahut her hangi bir hayvan bir görüşte halimin alelade bir korkudan kaynaklanmadığını anlar. Bir şaşkınlığın, bir çaresizliğin, bir belirsizliğin olanca etkisini olanca çıplaklığıyla görürler. Apansız, hiç beklenmedik bir anda bir girdaba kapılıp bir topaç gibi dönen bir gemiden farkım olmadığını anlarlar. Ve belki beni teselli etmek için usulca yanıma sokulup başlarını bedenimde dokunabilecekleri noktalara sürterler. Ayaklarıyla da dokunurlar. Hani bir insan üzgün birini teselli etmek için omuzuna falan ellerini koyar, yanağını okşarlar ya.. işte öyle. Kedi veya köpek sadece okşanmak için uzatmaz başını yahut ayaklarını. Onlar da sizi teselli etmek için bir takım hareketlerde bulunurlar. 

Bunu, bu bilgiyi babaannemden öğrenmiştim. Her ne kadar köpeklerden çekiniyor olsam da.. hayır, yani haksız sayılmam. Köpeklerden çekinmemin nedenini aslında tam olarak bilmiyorum. Her hangi bir saldırıya uğramadığımı biliyorum. Çocukken, çok çok küçükken yaşadığım bir olay olması muhtemel olabilir ama anımsamıyorum. Belki, afişinde Türkçe ‘Vahşi Köpekler’ yazan orijinal adı küçük harflerle ‘The Pack’ olan filmin –bak itiraf ediyorum şimdi, sanki ben o filmi izleyene kadar köpeklerden çekinmez gibiydim, yani öyle geliyor bana, ilkokul son sınıfta gitmiştik o filme. Yaşımıza uygun bir film olmamakla beraber, sinemacının hiçbir uyarı yapmaması sonucu gitmiştik. Ben ve Öteki ve Musa ve diğer üç kişi. Gülmüştük izlerken, tüm sahnelerde değil de bazı sahnelerde, köpeklerin bir çete kurması falan bize uçuk gelmişti, o yaşta. Aslında benim gülüşlerim sahteydi, bana hiç de uçuk gelmemişti ve zorlanarak gülüyordum, korkudan gülüyordum bile denebilir. İyisi mi arkadaşlarım güldüğü için ben de gülüyor gibi yapıyordum, diyelim. O filmden çıktıktan sonra her sokak başından bir köpek çıkacakmış gibi gelmişti. Ve itiraf edeyim tir tir titremiştim, titrediğimi korkudan ölecek gibi olduğumu anımsıyorum- etkisi olabilir. Böyle bir etkiden söz edilebilir. 

Köpeklerin bizatihi kendileri korkumun müessiri değildir. Müessiri Değildir. Müessir. İşte Füsun’u görmem için, muhakkak görmem için bir neden daha. Bakarsın halimin müessiri hakkında bir takım çıkarımlarda bulunur ve beni rahatlatır. Bu kız nereden buluyor bu sözcükleri? Filhakika az merak etmiyor değilim. Hayır, yaşına uygun sözcükler olmadığı ortada. Dershane mi? Değil. Dershaneden önce de böylesi sözcükler –yani yaşına uygun olmayan sözcükler- kullandığını anımsıyorum. Yaşına uygun olmayan sözcükler, nitelemesini de edebiyat öğretmeninden duydum. Tüm sınıf duydu. 

Bir şairin yazdığı şiir –ki eşinin ölümü üzerine yazdığı söylenirken, Füsun adı geçen şairin o şiiri eşinin ölmeden önce yazdığını savlayanlar olduğunu belirtmişti- üzerine tartışıyorduk. Şiiri doğuran nedenler hakkında herkes bir şey söylüyordu. Füsun,“Bir şiiri şairde doğuran müessirlerin tesiri öylesine güçlüdür ki eşiniz ölmeden de ölmüş gibi şiir yazdırır ve saklatır, sonra da ölünce çıkarıp yayınlarsınız. Kendisi eşinden önce ölseydi işler biraz karışırdı ama.. hepsi o kadar!” demişti. 

Edebiyat dersi hocası dudak bükmüştü. Ve “Övgüyü hak etmesine hak ediyorsun ancak yaşına uygun olmayan sözcüklerden ötürü bu yargının sana ait olmadığını söylüyorum. Yine de övgüyü hak ediyorsun bizim bu anekdotu öğrenmemizi sağladığın için.” demişti. Ve Füsun biraz kızarıp bozarmıştı. Ve neredeyse ağlayacaktı, bu hali görüyordum, gördüm. Serpil’in yüzündeki sinsi memnuniyeti de görmüştüm. Kimse görmediyse de ben görmüştüm. O saat Füsun’u çekemediği yargısında bulunmuştum. Bir süre sonra –Füsun’u fark ettikten sonra- Füsunu çekemeyenler arasına edebiyat dersi hocasının da katıldığını söyleyebilirim.

Onun bilmediklerini biliyordu Füsun. Müessir sözcüğünün bizim yaşımızdakilere uygun olmadığı yargısı zat-ı şahanelerinin bilgisizliğinin somut bir göstergesiydi. Ve elbet bunu bir gün –o gün çok yakın, öyle seziyorum- yüzüne karşı da söyleyeceğim. Son zamanlarda nedense pek bir uğraşır olduydu Füsun’la. Bir derdi var, elbet yakında çıkar. Sanırım otoritesini sarsıyor Füsun. Hayır, ders hocasının bekâr oluşunun bir etkisi olduğunu sanmıyorum. Bekâr ve oldukça genç oluşundan kaynaklanan bir şey olacağına ihtimal veremiyorum. Evet, bu sıralarda –lise son sınıf sıraları- okuyanlarla hocalar arasında bir takım evliliklerin olduğunu biliyorum, duymuşluğum, tanık olmuşluğum var, örneğin geçen yıl son sınıflardan birinde bir öğrenciyle -mezun olmasına bir hafta kadar vardı- İngilizce dersi hocası nişanlanmışlardı, okul epey bir çalkalanmıştı bu olayla, öğrenciler arasında olmuştu bu çalkantı. Ve fakat bizim ders hocasının böyle bir durumu olmadığını biliyorum. 

Nişanlısıyla birlikte gördüm, beyaz eşya bakıyorlardı. O da öğretmen. Bizim lisede değil ama. Hem diyelim ki öyle bir şey olsa –yani dersin hocası Füsun’a asılıyor olsa- düelloya çağırmaktan çekinmezdim. 

Ne tuhaf şeyler geliyor aklıma. Sanırım Puşkin’in düello merakını öğrenmiş olmam, aklıma düelloyu getirdi. Ama yolunu kesip kavga ederdik. Bak bunu kesin yapardık. Tek başıma karşısına çıkar, dayak yeme pahasına –ki dersin hocası benden de sıska- kavgaya tutuşurdum. Çekinmezdim. Çekinmem. 

Bilenler bilir –Öteki örneğin, Musa örneğin, örneğin diğer üç kişi- ne meydan kavgalarına –kız yüzünden- hiç çekinmeden nasıl daldığımı. Bir keresinde Eda için, Öteki’nin önünü kesmişti birileri. ‘Seni ve arkadaşını –beni kastediyorlardı muhakkak- bir daha bu caddede görmeyeceğiz. Hele de Eda olduğu zaman!” demişlerdi. Öteki de bana anlatmıştı. Biraz mahcup, biraz mahzun, biraz ürkmüş bir halde, biraz korkmuştu da. 

Bir elimi omuzuna koymuş, bir elimle başını kaldırmış ve gözlerimi gözlerine dikerek ‘Benim kardeşimi, benin yoldaşımı, benim gönüldaşımı tehdit edecek kişi henüz anasının karnından doğmamıştır! Bunu böyle bil!’ Onlar daha kalabalıktı ama ben ve Öteki ve Musa ve diğer üç kişi ürkütmüştük onları. Bir daha semtimize uğramadılar. Bir daha asla karşımıza çıkmadılar. 

Bazı zamanlarda kendi cesaretimden kendim ürküyorum! Başımı belaya sokacak cinsten bir cesaret. Anlamsız. Olması gereken yerde olmasına eyvallah da hiç olmaması gereken yerlerde de ortaya çıkmıyor değil. Anlamsız. Kofti bir kabadayılık olarak bile değerlendirilebilir. Ki böyle bir değerlendirmeyi yapana da her hangi bir itirazda bulunmayacağımı peşin-peşin belirtmeliyim. 
Ayaklarım kütük kesti. Ellerim buz kesti. Yanaklarımı duymuyorum. Kulaklarımı da. Ellerime bakıyorum. Kıpkırmızı olmalıydılar madem buz kestiler ve fakat normal haldeler. Demek ki bana öyle geliyor. Ellerimin buz kestiği falan yok. Yine de ağzıma kadar götürüp hohluyorum. Isıtıyormuş gibi yapıyorum. Bakıyorum da her hangi bir devinimde bulunuşum hep birilerinin geçişine denk geliyor. Sanırım bilinçaltından emirler yağıyor birileri gelip geçerken ‘hareketsiz durma! Hiç değilse ellerini ağzına götür, ısıtıyormuş gibi yap! Hareketsiz durursan her hangi bir cansız nesne bile sanabilirler! Hatta bakarsın bir köpek gelir seni yaprakları dökülmüş bir ağaç belleyip sağ ayağını –yahut sol ayağını- kaldırıp üzerine işer. Bu işeme eyleminin idrar sıkıştırmayla ilgisi olmadığını biliyorsun değil mi?’ 

Kıpır kıpırım oysa! Yok, aslında şimdi öyle oldum. Yerimde sallanıyorum. Ayaklarımı yere aheste-aheste vuruyorum. Isıtıyormuş gibi yapıyorum. Tıpkı ellerime yaptığım gibi. Yani yapmacık. Belli mi olur bakarsın gerçekten bir köpek gelir ve kendi alanını işaretlemek için beni nirengi noktası olarak alır. Bir köpeğin idrarıyla mı dolaşacağım bütün bir gün? Ya o köpek? O da peşim sıra dolanır. Ne de olsa ben onun nirengi noktasıyım. İdrarı yalan mı söylüyor? Bir köpeğe bunu anlatabilir miyim? 

Elbet hayır! Madem gitmeye gücüm yetmiyor şimdilik hiç değilse devinmeliyim. Hem de gelip geçenin gözlerine sokarcasına yapmalıyım. Ben yaprakları dökülmüş bir ağaç değilim. Trafik işaret levhasının vidalandığı bir direk, bir elektrik direği değilim. Sizin gibi –bunu insanlara söylüyorum- bir canlıyım ben de. Sizin gibi bir –bunu tüm canlılar için söylüyorum- varlığım. Bir nesne değilim! 

Bu arada şu yargının yahut darb-ı meselin de yanlışlığını bu halde kanıtladım ya helal olsun bana; ‘İti an çomağı hazırla!’ Hani nerede? Yok öyle bir şey. Bunca zamandır bir köpek üzerine bir takım uslamlamalar yapıyoruz ama her hangi bir köpeğin geldiği yok. Gelmediği için de idrarıyla alan tespiti de yapılmadı bende nirengi noktası olarak seçilmedim her hangi bir köpek tarafından. 

Hadi diyelim öyle bir şey oldu –yani aklımızdan geçirmek de bir tür anmak olduğuna göre- iti andık nereden çomak edineceğiz. Kurumuş ağaçlardan dal mı koparacağım? Dünyada güç yetiremem. Allah yüzüme baktı da köpek falan gelmedi. Arada sırada moda evinden birileri çıkıp köşede duran bana bakıyor. İşkilleniyorlardır. Ki doğal bir tepki. İçlerinden bir şeyler geçiriyorlardır yahut birbirlerine bir şeyler söylüyorlardır. Kaç kişi olduklarını bilmiyorum. Ama en az iki kişi oldukları belli. İki farklı kıyafette, birinin ceketi kahverengiydi, diğerinin gri. Hani aynı kişiler olduğu da söylenebilir, içeri girip kıyafetini değiştirir bir kahverengili ceketini giyer, sonra onu çıkarıp gri ceketini giyer. Böyle bir ihtimal var olmasına var da, anlamsız değil mi? Niye böyle bir şey yapsın ki? 

Kalabalık olduğunu göstermek istiyor olabilir. Böyle bir ihtimal yok! Benim neyimden çekinecek de kalabalık imajı vermek için bunca zahmete girecek. Farklı olan sadece ceket olsa, hadi bir ihtimal öyle, diyelim. Takım elbise. Onu çıkar onu giy. Hayır, en azından iki kişiler ve meraklarını gıdıkladığım da aşikâr. Çekiniyorlardır. Hani çekinecek bir durum olsa gam değil. Hemşerim ne bekliyorsun? Burası durak mı? Diyecek. Kusura bakma dadaş ayaklarım uyuştu da cana getirmeye çalışıyorum! Diyecektim. Yoksa durak olmadığını biliyorum, diye de sürdürecektim. Tamam, fazla oyalanma! Diyecekti bu kere. Biraz daha alttan alacaktı. Biraz daha yumuşak söyleyecekti. Biraz daha anlayışlı bir tavra bürünecekti. Biraz daha duyarlı biri olduğunu hissettirecekti. Biraz daha hakşinas olduğunu anıştıracaktı. Biraz daha güngörmüş, biraz daha yol bilmiş biri olduğunu duyuracaktı. Biraz daha sevecen bir yapısı olduğunu gösterecekti. Biraz daha ‘merhametten maraz doğar!’ sözüne itimat etmediğini belirtecekti. Biraz daha kol kanat germenin gereğini öğütleyecekti. Belki de ‘Ya arkadaş gel dükkân sıcak, orada biraz ısın, belli ki çok uzun zamandır dışarıdasın!’ diyecekti. 

Ben teşekkür edecektim ve gitmek için hamle edecektim. Gözüm kesecekti belki de karşıya geçmeyi. Belki ikiden fazlaydılar da o yüzden dükkâna çağırmayacaktı, gelip konuşmayı göze alan kişi ve sahte olmayan, gerçek bir üzüntünün tüm koşullarına sahip olarak ‘Ya hemşerim kusura bakma içerisi biraz kalabalık, hani kalabalık olmasak seni içeri alırdım, koltuk olmasa da kuru, odundan yapılı bir sandalyeye oturmanı söylerdim ve fakat ne yazık ki içeride adım atacak yer yok.. Allah seni inandırsın adım atacak yer yok! Hani ben dışarıda durayım sen içeri gir desem, üzerimde paltom yok. Sen zaten üşümüşsün bari ben üşümeyeyim!’ diyecekti. Ve ben de güngörmüş, yol bilen, konukluğun tüm koşullarını bilen biri olarak, konukluğa özgü adab-ı muaşeret kurallarına uyarak ‘Bak dediğine be hemşerim! Oluyor mu böyle! Üzme kendini.. hem ben zaten yeterince ısındım!’ diyecek gönlünü almaya çalışacak, teselli etmeyi umacaktım. 

Dükkândan çıkıp bana bakanların konuşmaya niyetleri olmadığı açıktı. Sanırım gözlerinden, bakışlarından anlamamı umuyorlar. Ben bakışların anlamını bu halde çözecek gibi duruyor muyum? Hayır, yani gerçekten böyle bir şey nasıl umulur bu haldeki birinden? Hayır, her hangi bir gizi aydınlığa çıkaracak gibi durmuyorum. Öyle bir imkân görünmüyor. Daha fazla durursam bu kere bakışlara abanmayı bırakıp söze yükleneceklerdir. Benim için de bir değişiklik olur. Bir eğlence çıkar. Gamı kasaveti dağıtırım. Üzüntümü atarım sırtımdan. Bir yılanın kabuğundan sıyrılışı gibi sıyrılırım zaman zaman yoklayan şu titremeden. Hani şimdi bekler halde olmadığımı söyleyemem. Nedense bir hoş göründü o ihtimal. Dükkândakilerin söze abanacakları ihtimali. Hatta işte itiraf edeyim içimde diz çöküp duaya bile başladım. 

Gerçi dualarımdan bir şey beklediğim yok. Dualar hakkında yalan yanlış şeyler doldurulmuş içime. Çeşme başında durup hamle etmeyenin susuzluğunu gidermesinin yolu yoktur. Belki su içmek için hamle edildiğinde ‘Tanrım, bana su içmeyi, su içerken yutkunmamı sağla!’ türünden bir şeyler demenin dua olacağını öğretecekleri yer de çeşme başında durup ellerimi açıp ‘Tanrım benim susuzluğumu gider!’ türü bir şeyler öğretmişler. Böyle seziyorum. Arkadaş çeşmenin önündesin içmek için hamle et. Ne diyordu Johann Wolfgang Von Goethe ‘Tanrı cevizleri yaratmıştır ama ısırıp vermez!’ Bak ısıracak dişin de var hem dişin yoksa da eğil bak taş var.. böyle olması gerekirken nedense ‘Otuz üç kere şunu okursan, 45 kere şunu yazarsan şu muradın olur!’ türünden şeylere hevesleniyorum. 

Goethe de iyi demiş ama. Evet, yine Füsun. Ne yapayım ondan duyduysam? "Kendim buldum!" mu demeliydim? Ahmakça bir böbürlenme olmaz mı? İşte ayaklı bir kütüphane. Kim ne demiş? Ne hakkında ne tür yargılar var? Kulak kesilirsem O’nun –Füsun’un- konuşmasına bütün bunlara kolayca erişmiş olmaz mıyım? Olurum! Yine de her şeyi Füsun’dan bekliyor değilim. Kendim de okuyorum. Kendim de araştırıyorum! 

Gogol mesela. Mesela Puşkin. Mesela Çehov. Mesela Sadık Hidayet. Bak mesela köpeklerden söz ettik aklıma Gogol’un köpeği geldi. Öyle bir köpeğin karşıma çıkmasını tahayyül bile edemiyorum. Konuşan bir köpek. Dertleşen, dedikodu yapan köpekler. Elbette biliyorum köpeklerin konuşmadığını. Öyküsünü anlattığı adamın –bir delinin not defterinde- gördüğü halüsinasyonlar olduğunu biliyorum. Ama düşünsene bir öyle bir köpek şurada bitivermiş. Ve sana Füsun’u anlatıyor. 

Füsun’ların sokağı O’nun –köpeğin- yurduymuş, ikametgâhı oraymış! Neler, neler anlatmazdı ki. O’nun –Füsun’un- korkularını, beklentilerini –köpeklerin altıncı duyusu çok keskin derler, demek ki bizim bilmediğimiz bir biçimde bir takım bilgiler ediniyorlar, kim bilir belki de birinin aklından geçirdiklerini bile biliyordurlar, seziyordurlar- benim hakkımdaki düşüncelerini bir bir tatlı tatlı insanı sarhoş eden ahenkli bir sesle. Ağzım açık dinlerdim söylediklerini, yinelettiğim yerler olurdu. Yinelerdi üşenmeden. Arkadaş olurdum onunla –köpekle-. Kendisini naza çekerdi başlarda. Ağırdan alırdı. Ben yaltaklanırdım. Kasaptan en taze, en güzel, en zarif, en leziz etler alırdım ve en güzle kaplarda ikram ederdim. Bunun üzerine biraz anlatır, sonra ‘Bugün çok yoruldum! Sonra yine anlatırım!’ der, ben surat asarım. Dişlerimi gösteririm. Ayaklarımı var gücümle yere vurur sonra tepinirim ‘Hiç olmazsa Füsun’un beni görüp görmediğini söyle, benim O’nu gördüğüm gibi onun da beni görüp görmediğine ilişkin bir işaret ver!’ derim. O diretir. Ben diretirim. O diretir. Umursamaz tavırlara bürünür. Ağzını kilitler. Tehditler savururum. Kâr etmeyeceğini bile bile. 

Yeni baştan yaltaklanmayı seçerim. Ne de olsa ‘Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır!’ demişler. Tatlı dilden medet umarım. Bıkmadan usanmadan. Bir iki kelam, bir iki ima koparmak için görmekle ilgili. Görülmemle ilgili. Bunu bir köpek anlayabilir. Sezebilir. Öyle sanıyorum. Öyle olmasını istiyorum açıkçası. Öyle olsa ya ben köpekçe bilsem ya o köpek –Aliravi caddesine doğru yürüyen köpek- insan lisanıyla konuşsa. Ya da ikimizden başkasının bilmediği bir dilde konuşsak. Niçin olmasın? Hani niye olmasın ki? Olmasının ne sakıncası olur? 

Füsun da benim gibi köpeklerden korkuyor mu? Füsun da benim gibi sabahı zor ediyor mu? Füsun da benim gibi ağızdan çıkanları bir mıh gibi hafızasın çakıyor mu? Füsun da benim gibi tahayyül edip muhayyel varlıklarla bir yaşam sürüyor mu? Füsun da benim gibi zaman zaman, durduk yere, hiçbir sebep yokken, müessiri bilinmeyen gözyaşları döküyor mu? Füsun da benim gibi bir takım harflere, sözcüklere takılıp kalıyor mu? Mesela diyor mu ‘Sözümü hasretle bekleyen sevgili sevenler, sevmeyi bilenler, sevdaya sahip olanlar, sevdanın, sevmenin sırrına vakıf olanlar, sevgisizliğin çoraklaştırdığı gönüllerden uzak olanlar, süt gibi sevdayı kana kana içenler, su gibi hayat verenler, su gibi kurumuş toprakları sevgi ile sevda ile diriltenler..” 

Yani ‘s’ ile başlayan tümceler, ‘s’ ile yüklü tümceler kuruyor mu? Benim ‘f’lere karşılık onun -Füsun’un – ‘s’leri. Eğer kuruyorsa böyle –yani ‘s’ ile başlayan- tümceler kesinlikle benim kurduğum tümcelerden daha etkili, daha kapsayıcı, daha albenili, daha gösterişli, daha şiirsel, daha ahenkli, daha frapan olacağı kesindir. Benim tümcelerimin onun tümceleri yanında esamisi bile okunmaz. Onun kuracağı tümceler bitimsiz olacaktır, kalıcı olacaktır. Benimkiler bir mum gibi, su üstünde köpük gibi uçuk gidecektir. Onun kuracağı tümceler Elhamra sarayı gibi, ehramlar gibi, aşkın mabedi Taç Mahal gibi zamanı alt edip kıyamete kadar baki olacaktır, benimkiler onunkilerin yanında gölge kadar bile bir öneme sahip olmayacaktır. Biliyorum. Böyledir. Böyle olacaktır. Sorardım. Dilinin kilidini çözmek için neler-neler yapmam ki. Bu fırsatı kim kaçırır? Kim böyle bir fırsatın elinden kayıp gitmesine razı olur? Rıza gösterir. Filvaki –bu sözcük burada doğru kullanılmıştır- benim kaçıracağım nasıl düşünülür? Nasıl yılgınlığa kapılacağım beklenir? Ne diye böyle bir düşünce akıllara gelir? Zihinleri yoklar? Böyle bir bilince ulaşmak için gereksiz yere uğraş verir? 

Ben dünyada böyle bir şey yapmam. İçim el vermez. Dayanamam. Hani ben duyarsızdım? Musa hani ben duyarsızdım? Ben ki hiç tanımadığım birinin gözyaşlarına tanık olsam orada, o anda yıkılırım. O anda orada tükenirim. Orada o anda dizlerimin bağı çözülür. Ve bütün bunlara karşın ben duyarsızım. Bak konuşan muhayyel bir köpeğin her hangi bir aşığa sevgilisinden haber verme ihtimalinin berhava olacak olmasından ötürü bile nasıl kederlendim, nasıl hüzünlendim, nasıl acılara, sızılara gark oldum. Hadi iftiralarına devam et. Yo yo.. Musa öyle değildir. Bazen kızgınlıkla öyle gelişi-güzel lambur-lumbur şeyler söyler. Bir art niyetle söylenmiş değildir. Kızgınlıkla söylenen şeyler de hoş görülmelidir. Ve sonradan ona anlatılmalıdır. Bak arkadaşım demelidir –elbet durup dururken değil, böyle bir durumla karşılaşan biri böyle davranacaktır- geçen gün öfke ile kızgınlıkla şöyle-şöyle dedin. Bu yanlış! Biliyorsun keskin sirke küpüne zarardır. Hem boşuna dememişler öfke ile kalkan zararla oturur diye. Arkadaşın kem küm edecek, iyi de o da benim canımı fena yaktı, hak etmişti. Sen üsteleyeceksin, tatlı bir lisan ile anlatacaksın ve arkadaşın yumuşayacak sonra da yanlış yaptığını itiraf edecektir. Yüksek sesle olmasa da fısıltıyla söylemiş olsa da itiraf edecektir. Ve belki o arkadaş bir daha öfkesinin rüzgârına kapılmayacaktır. 

Üşüyorum! Belki üşüdüğüm için bir türlü cesaretimi toparlayamıyorum. Ne demiş ne demiş Evliya Çelebi, demişlerdi ‘Şefaat ya Resulullah’ yerine ‘Seyahat ya Resulullah!' demiş böylece seyahat eder olmuş, seyyah namını almış!’ –burada, bu anda pek muhterem kârilerin (okuyucuların) Sacit’e müdahalenin gereğine hak vereceklerdir. Birden bire bir kıssayı anlatmasının, dile getirmesinin anlamsızlığı açıktır. Belki üşümenin verdiği yahut aldığı şey –o her ne ise- Onu böyle bir kıssayı dile getirmeye sürüklemiş olsa da biz bunun altında Sacit’in ne denli lüzumsuz bilgilere sahip olduğunu ve bunu da pek hamarat, pek pervasız, pek girişken bir bohçacı tavrıyla elindeki ürünleri ortaya saçmaya pek hevesli olduğu için böyle yaptığını sanıyoruz. Hani lüzumsuz bilgiler ansiklopedisine madde yazan biri gibi davranmasının nedeni bu olabilir, bu tavrı pek muhterem kâriler (okuyucular) hoş görmelidir, diye salık veriyorum- peki Evliya Çelebi nereden düştü aklıma? Ya! 

Evliya Çelebi E.kentinin kışını nasıl tanımlıyordu, nasıl tanımlamıştı anımsıyor musunuz? Bulutlar dondu diye yazmış adam, bulutlar dondu. Bacadan bacaya atlayan kedi havada dondu diye yazıyor. Ve ben ‘Üşüyorum!’ dediğimde nanik yapanlara bir yanıt olur bu diye umuyorum. –Şahsen ben Sacit’ten özür diliyorum. Aceleci davrandığımı itiraf ediyorum, hem Sacit’ten hem pek muhterem kârilerden (okuyuculardan) özür diliyorum. Özrün bir erdem olduğu üzerine her hangi bir vaaz seansı kurgulamayacağımı, böyle bir vaaza kalkışmayacağımı belirterek, özür diliyorum.- Şu köpek işi iyiydi. Şu muhayyel köpekle biraz daha uğraşırsam sanki daha çabuk toparlayacak gibiyim. Ama böyle dağınık bir biçimde olmamalı bu. Bir ad bulmalı bu muhayyel köpeğe. 

Muhayyel köpeğimizin kaynağı bilindiği gibi ulu camiye doğru giderken henüz hükümet konağına vardığımda Aliravi caddesine doğru giden iri yarı çoban köpeğidir. Sarı bir köpek. Bunu derli toplu bir biçimde ortaya koymalı. Böyle bölük pörçük oldukça istendik sonuca varamayacağım açıktır. İstendik sonucun ne olduğunun sorgusu için biraz geç değil mi? 

Karşıdan karşıya –hükümet konağından adliya konağına geçişi sağlayan cadde- geçmem için ve oradan da dadaş sinemasına kadar yürümek için gereken güç. Burada böyle heykel gibi, kurumuş bir ağaç gibi, deforme olmuş herhangi bir şeyin asıldığı –örneğin trafik levhası, örneğin, bir dükkânın adına ev sahipliği yapan- demir bir direk değilim. Elektrik direği olmadığım da kesin. Bugün cumartesi ve kırk beş yahut yarım saat sonra dershane dağılacak ve ben hala burada adım atacak güçten mahrum öylece duracağım. Dünyada olmaz. Muhayyel sarı iri yarı köpeğin adı Givendelin olsun. Öteki olsa itiraz ederdi. Hayır, derdi. Hayır muhayyel bir kralın –Arthur- yine –ve elbet ister istemez- muhayyel sevgilisinin adı –Gwen-  bu köpeğe gitmez. Bir kere, diyecektim, o dediğin Guinevere’nin kısaltılmışı ve hiç mi hiç benim dediğim adla ilişkisi yok. Öteki inat edecekti. Evet edecekti.

- Nasıl yok? diyecekti, Gwen ne?

- Basbayağı yok, bak sen w’yu harfiyle bir şeyler söylemeye çalışıyorsun oysa benim köpeğe verdiğim isimde o harf yok. Hem sonra sen g ile w arasında gizli bir i kullanıyorken ben öyle yapmıyorum. Doğrudan doğruya her harf var, bak yazayım da gör, g, i, v, e, n.. gördün mü? diyecektim.

- Sen çok, üçkâğıtçısın, diyecekti. Bal gibi Arthur’un efsanevi karısının adının söylenişi, telaffuzu olduğunu biliyorsun ama inadından yok diyorsun! Bence köpeğin adı Yeriş olsun!

- Yeriş.. neye erişecek eğer erişmek anlamındaysa o sözcük! diyecektim.

- Aslına bakarsan ben de bilmiyorum anlamını, diyecekti.

- Madem anlamını bilmiyorsun niçin öneriyorsun? diyecektim.

- Sen biliyorsundur, diye teklif ettim, diyecekti.

- Füsun olsaydı kesin bilirdi ve ben de ondan öğrenirdim, diyecektim.

- Allah’tan Füsun var da yemek yemesini, çay içmesini, sigara tüttürmesini biliyorsun! diyecekti alay ettiğini gizlemeye gerek duymadan. Ve ben o alayı görmezden gelecektim.

- İki anlamlı bir sözcüğü arkadaşım olacak bir köpeğe ad olarak veremem! diyecektim.

- Yeriş iki anlama mı geliyor? Hani bilmiyordun? diyecekti.

- Evet iki anlama geliyor.. biliyormuşum.. ve bildiğimi unutmuşum ne var bunda! diyecektim.

- Olur! diyecekti kısaca. Çırpınacaktım anlamlarını sorması için. Sormayacaktı. Böylesi bir hin
liği vardır Öteki’nin. İnsanı çileden çıkaran tavırları bulup çıkarmada ve uygulamada pek bir mahirdir. Öteki ’ne tam yakışacak isim Mahir de niye mahir ismini vermemişler bilmiyorum ben olsam Mahir ismini koyardım. Desem ki gel senin adını bundan kelli mahir bilelim ve mahir diye seslenelim. Bir gözünü yumar gibi yapacak, bir kaşını kaldıracak –yumar gibi yaptığı gözün kaşını değil, yummaz gibi yaptığı gözün kaşını- dudaklarında alaycı bir tavır,

- Ne o matematik öğretmenliğine mi heveslendin? diyecekti. Şaşıracaktım.

- Bu da nereden çıktı? Sen iyiden iyiye şaşırdın, bu nasıl bir bağlantı, neyle neyin bağlantısını kuracağım, kurmalıyım, diyecektim.

- Onu da sen bul, diyecekti. 

Oysa ben kıvranıyorum, hem de ne kıvranma. Hayır sorusuyla ilgili, kurmamı beklediği bağlantıyla ilgili değil kıvranışım.. Yeriş sözcüğünün iki anlamını nasıl söyleyeceğim üzerinde kıvranıyorum. Soğuktan kaynaklanıyor bütün bunlar. Ellerimi kemiren ayaz –ellerime bakıyorum, sızım sızım sızlandığını duyumsadığım ellerime bakıyorum ellerimde hiçbir değişiklik yok, demek ki muhayyel bir sızı muhayyel bir kemirme duyusu bu duyduğum- bilincimde, ussal yetilerimde birtakım dezenformasyonlara neden olmuş olmalı. Bu o kadar açık ki basitçe denilecek şeyi nasıl söyleyeceğim diye kıvranıyorum.

- Ben köpeğime Yeriş adını verirsem ve Yeriş diye seslendiğimde köpeğim yürümeyi mi anlamalı yoksa “dövüş!” emrini mi anlamalı? 

Demek ki bir köpeğe, sadece köpeğe de değil, isim verilen ve seslenildiğinde seslenene yanıt verebilecek konumda olan her varlığa tek anlamı olan bir sözcüğü ad seçmeli! Böyle diyerek bildiğim iki anlamı da ona – Ötek’ine- gösterebilecek iken ne diyeceğim, nasıl yapacağım da Öteki’nin umursamaz tavrını yerle bir edeceğim diye düşünüyorum ve kıvranıyorum. Bu yanıt karşısında nasıl da donup kalırdı Öteki, nasıl da perişan olurdu! Olsun umurumdaydı. Muhayyel köpeğime Öteki’nin bütün itirazlarına karşın ve hiçbir pişmanlık duymadan ve kendimden emin ve kendime güvenen ve kendime hak vererek ve kendimde ad koyma hakkı duyan bir tavırla Givendelin adını veriyorum. Ve O’na rastladığım da –belki henüz cadde yukarı gitmenin başlangıcıdır-

- Givendelin, diye sesleniyorum. Durup ters ters bakıyor, tanımaya çalışır gibi yapıyor.

- Adımı nereden biliyorsun? diyor.

- İçime doğdu, diyorum.

- Perişan görünüyorsun, ne oldu da böyle bir hale uğradın? diyor.

- Sorma Musa’ya uyduk Kân’a gittik, diyorum.

- Hadi ya! diye şaşırıyor, On dört kilometre gidiş, on dört de geliş eder yirmi sekiz..

- Sorma, diyorum, Hem kışlık giysilerim de o yolculuğa uygun değil, diyorum. Baştan ayağı şöyle bir süzüyor ve sonra gülerek,

- Botların fena sayılmaz ama, diyor. 

 Ayaklarımda şuanda bot olduğunu unutmuşum. Utanıyorum.

- Lastik çizmeler vardı o yürüyüşte, diyorum. İnsanın ayaklarını yara bere içinde bırakır. Hele çizmenin ağzının sürtündüğü yerler.. nasıl çatlar, nasıl kızarır.. aklın durur.

- Madem öyledir, diyor Givendelin, Siz de giymeyin o çizmeleri.

- Haklısın, diyorum ve ekliyorum, Allah’tan kuzenlerinden kimselere rastlamadık.

- Kuzenlerim de kimmiş? diye şaşırıyor. Bilgiç bilgiç geriliyorum ve,

- Kurtlar, diyorum.

- Kurtlar mı? diyor, daha da şaşırarak. Kurtlarla hiçbir akrabalığımız yoktur biz köpeklerin. Bu insan uydurması. Jack London sayesinde o yanlış bilgi yayılıp gitti siz insanlar arasında.

- Bir akrabalığınız yok mu? diyorum.

- Yok elbet.. diyor. Siz insanlar sınıflandırmayı sonra da o sınıflandırmaya ölesiye inanmaya teşnesiniz. Bak kedilerle aslanları da bir sınıfta sayarsınız. Ne alakası varsa. Avcılıksa avcı başka canlı mı yok?

- Bilmiyorum, elbet sen daha iyi bilirsin kiminle akraba olup olmadığını. En azından kurtlarla bir akrabalığınız olmadığını öğrenmiş oldum.. bu da iyi, diyorum. Givendelin başını sallıyor evet anlamında. Kendisinin otoritesini kabul edişimden ötürü gururlanıyor ve bana da bir yakınlık duyuyor. Seziyorum bunu.

- Yolculuk ne tarafa? diyor.

- Caddenin sonuna kadar.. caddenin başındaki sarı apartmana kadar, diyorum. Başını kaldırıp dik dik yüzüme bakıyor.

- Ben de, diyor, Ben de o tarafta, tam da o binanın yanındaki metruk yerde oturuyorum. 

Bu bilgi karşısında seviniyor ve fakat belli etmiyorum.

- Bir kız var, diyor, İkinci katta oturan, senin yaşlarda.. 

Kalbim yerinden fırlayacak gibi oluyor. Füsun’dan bahsediyor. Füsun’u tanıyor.

- Pek merhametli, pek sevecen, pek içli, pek güleç, pek elcil, pek kadirşinas, pek müşfik, pek duyarlı, pek sabırlı, pek ari, pek basiretli, pek bir mübelliğdir. Nasıl desem o inciyi dareyndir –sanırım iki dün incisi oluyor, hem ahiret hem bu dünya- adeta selamet yurdudur. Fecr-i Sadık’a örnek istendiğinde O’nu –Füsun’u- göstermek yeterlidir. Gamgüsardır. Bir bakışıyla, bir gülüşüyle tüm üzüntü tozlarını, yüklerini süpürüp atar. Gülşen-i gülzardır. Şeref, onur, itibar, değer O’nda –Füsun’da- ilinek değil asl olandır, yani cevherdir. O’nda –Füsun’da- hilaf-ı edeb bir tek davranışa bir tek Allah kulu tanık olmamıştır, denk gelmemiştir. Nasıl olsun? Nasıl denk gelsin? Ondan çirkin bir şey sadır olmaz ki? Ve fakat ya annesi?

Amma dedikoducu çıktı bu köpek, derim içimden. Annesini niye karıştırıyorsun? diye sorarım içimden. Ve fakat ses etmem. Hevesini kırmam ki anlatmasını umduğum şeyleri anlatsın. Ve güya merakla sorarım,

- Annesine ne olmuş?

Givendelin ne meraklıymış dedikoduya. Gözleri ışıl ışıl. Anlatmak için kıvranıyor hani karılar hamamına gitse yeridir. Bir köpeğin cinsiyeti –Givendelin erkekti- herhangi bir hamama gitmesini kısıtlar mı bilemeyiz. Belki de kısıtlamalı. Nihayetinde onun da cinsel tutkuları olabilir. Hem niye olmasın? Cinsel tutkularından biri ve belki de en önemlisi kart fahişelerin peşinden koşmasıdır. Öyle bir görünüşü var.

- Annesine ne mi olmuş? der. Sinirli bir halde. Garibim Füsun’a göz açtırmaz. Her dakika peşindedir. Acaba ne yapıyor? Acaba hatıra defterini kimlere açmış..

O kadar umut ettiğim halde henüz bana bir sayfa açmadığını söyleyeyim. Oysa ilk bana açılmalıydı. Nihayetinde sınıfın başkanı değil miydim? Sabırla bekliyorum. Ve hatıra defteri deyince  Givendelin’in tıpkı Gogol’ün köpeğinin tanıklığı gibi bir tanıklığı olup olmadığını anlamak için

- Sen hatıra defterini gördün mü Füsun’un? diye soruyorum merakla. Ve fakat Givendelin her meraklı dedikoducu gibi istediği şeyi duyup, istediği şeyi söylemeyi seçmişti.

- Ne yani, der, Kız hatıra defterini kimlere açacağını kimlere açmayacağını Dilseren’den mi  –Dilseren Füsun’un annesi- öğrenecek? Var mı böyle bir kural?

- Yok, derim.. yok derim ve merakla eklerim, Annesinin adı Funda değil mi? 

Givendelin başını kaldırır, iyice yanıma yaklaşır. Koklar. Epey bir koklar. Sonra öfkeli bir sesle;

- Sen benden iyi mi bileceksin annenin adını? Sen mi o muhitte yaşıyorsun ben mi? Sen mi komşusun onlara ben mi? –Hayır yani şimdi bu söylenenler karşısında insanın o köpeğin yerinde olası geliyor- sen mi onların çöpünü karıştırıyorsun ben mi? Sen mi annenin ‘hoşt!’ deyişlerinin muhatabısın ben mi? der.

- Çok kabaymış, sana hoşt diyor öyle mi? derim. Gönlünü almak için söylediğimi sezdirmeden yaparım. O da –köpek yani Givendelin- yutmuş gibi yapar ve fısıltıyla sürdürür konuşmasını;

- Daha geçen gün neler neler oldu.. çorba pişirme macerasını ve o esnada ve sürekli yani her zaman, yani kızın dünyaya geldiğinden bu yana kızına çektirdikleri..

- Hadi ya! derim merakla.

- Dinle kız, -tam bir dedikoducu ağzı, çaresiz dinleyeceğiz- annesi çorba yaptı. Tarifteki malzemelerden birinin yerine muadil olarak sirke kattı.

- Hem de sirke, derim güya şaşırmış gibi.

- Evet.. o bir su bardağı sirkeyi boca etti çorbaya. Kız –Füsun- yüzünü buruşturdu. Bu kez ki buruşturma hiç de yersiz değildi. Kuşkusuz babası da yüzünü buruşturacaktı. Ancak nedendir bilinmez belli etmeyecekti. Baba oldukça mahirdi duygularını gizlemede. Adı mahir olmasa da gerçekten mahirdi. 

“Böyle bir çorbayı babam bile dünyada içmez!” diye düşündü genç kız. Burada genç kıza müteşekkir olduğumu belirtmeliyim, bir köpek insandan, her hangi bir insandan daha iyi bilir müteşekkir olmayı. Babayı kızın –Füsun’un- gözünden görmeli. Kızın penceresinden babasını görmeye kalkıştığımızda üç aşağı-beş yukarı şöyle görülecektir; baba duygularını gizlemede usta olduğu gibi önüne konulanı geri çevirmemek gibi bir haslete de sahipti. 

Bunun bir haslet olduğunu yan komşu söylemişti. “Benim adam öyle her önüne geleni kabul edecek bir haslete sahip değil!” Kendi adamı – yan komşu her zaman kocasından “benim adam” diye söz ederdi ve kimse de yadırgamazdı onun bu söyleyişini- öyle her şeyi beğenen bir tip değildi ve hiç çekinmeden koca bir tencere yemeği çöpe boşaltırdı. Hem de hiç renk vermeden, kızıp bağırmadan. 

Yan komşunun adamı önüne konulandan –diyelim bu bir çorba olsun- yarım kaşık alır, ağzının içinde şöyle bir gezdirir –bunu tıpkı bir Degüstatör gibi yapardı, burada kullandığımız bu ecnebi sözcük yani Degüstatör şarap uzmanının adıdır, hani olur da içinden ‘acaba’ diye geçiren olursa hiç beklemeden lüzumsuz bilgiler ansiklopedisinin ilgili cildine bakabilir ‘şarap experi’nin adı nedir? diye arasın. Bizim bir çekincemiz yok- -ne de olsa kimsenin böyle bir şey yapacağına ihtimal vermediği için sallıyor, benim de itiraz etmeyeceğimi, edemeyeceğimi kestiriyor, ben o sözcüğü ‘degüstatör’ sözcüğünü Füsun’dan bile duymuş değilim- eğer beğenmezse yavaşça ağzındakini kaşığa geri koyar sonra usulca yemek masasından kalkar, çorba kabını –artık neredeyse çorba kabı, belki ocak üstünde belki yemek masasında, belki yemek arabasında bilemeyiz- alır ve hiç istifini bozmadan çorbayı çöp kovasına boşaltır. 

Oysa Füsun’un babası –bu arada genç kızın yani Füsun’un ilk adı Füsuntı resmileşmeden önce, yani anne ve babası nedense Füsun’a hiç benzemediği halde Füsun adını uygun görmüşlerdi. Allah’tan anneanne müdahale etmiş ve bu fahiş hatanın önüne geçmişti. Anneanne koydu adını Füsun’un. Kimse de itiraz etmemişti. Anneanne ömrünün son demlerinde denk geldiği torunlardan biri torununa ‘ahretlik bacım’ dediği arkadaşının adı olan Füsun adını torununa uygun görmüştü. Oysa bu addan önce torunu kız olursa adının –eğer kendilerini seviyorlarsa, eğer bir daha yüzlerine bakmasını istiyorlarsa, eğer bir daha evlerine gelmesini umuyorlarsa- Gülcemal konulmasını istemişti. Kız doğmadan adı vardı anneannede ve ana babada her ne kadar farklı olsa da. Anneanne birden bire nasıl olmuşsa ‘ahretlik bacısı’nı anımsamıştı ve kendi kendine ah vah edip durmuştu. Gülcemal de direten kadın bu kere Füsun, Füsun deyip durmuştu. Bu kadar kısa sürede yaşanan görkemli dönüşüm Gülcemal adını silip süpürmüştü. 

Zaman zaman kızın annesi, -yani anneannenin kızı Funda hanım- 

- Özür dilerim, diyerek araya girerim, hani Füsun’un annesinin adı Dilseren'di? Şimdi Funda diyorsun. Hem bu yüzden bana bir dünya fırça atmıştın. 

Givendelin kaşlarını çatar, boynunu kabartır, kuyruğunu dik tutar ve kızdığını belli ederek;

- Kim Dilseren dedi? Nerenle dinliyorsun bilmiyorum ki? Füsun’un annesinin adı Dilseren imiş.. pöh.. hem de ben demişim.. neredeyse bütün olan bitene tanık olan ben öyle demişim. İftira atmaya utanmıyor musun?

Nutkum kesilir. Bir şey diyemem. Bu köpek ne huysuz, ne ahlaksız, ne gudubet bir köpek çıktı, derim kendi kendime. Utanmış gibi yaparım ve dudak ucuyla özür diler ve yine dudak ucuyla

- Sonra ne oldu? derim.

- Ne sonra oldu? der.

- İsim konusunu anlatıyordun..

- Ha.. zaman zaman Funda hanım “İyi ki de Gülcemal koymadık!” derdi. Gülcemal annesinin en çok sevdiğini söylediği teyzesinin adıydı ve elbet demode bir isimdi. Eğer çocuğa o ismi koysalardı çocuğun üzerinde sırıtacaktı bu isim. “Verilmiş sadakamız varmış, o nasıl bir isim gerçekten!” diye sık sık geçirirdi Funda hanım.- babası yan komşudaki “benim adam!” gibi değildi. Önüne ne konulursa konulsun asla geri çevirmemişti. Çeviremezdi. Öyle ise bu bir hasletti. Buna rağmen genç kızı –Füsun’u- bu kere babasının önüne konulanı reddedeceği yargısına ulaştıran –henüz tanıtlanmış bir yargı olmadığını belirtmemize gerek yok bu yargının- şu içine bir su bardağı sirke dökülen çorbayla karşılaşmadan önceki ana kadar da çevirmediğini akılda tutarak, büyük bir karşı çıkış olduğu, bütün teamülleri yerle bir edecek bir yargı olduğunu bilerek, genç kızın bunu annesine söylemekten çekindiğini aklımızda tutmalıyız. 

Böyle bir teamül vardı evde. Bu teamüle karşın çorbaya dökülen bir su bardağı sirke babanın dahi içmeyeceği yargısına ulaştırmıştı Füsunu. Peki ya çevirmezse adam! Bu anneanne Serpil’den, anne Funda’dan çok genç Füsun için önemsenmesi gereken bir problemdi. Ve kız bu yüzden kendi içinde dillendirdiği “Böyle bir çorbayı babam bile içmez!” yargısını annesinden sakınmıştı. Eğer alenen söyleseydi ve baba tersini yapsaydı anneye, bir koz vermiş olurdu annesine.

“Hiçbir öngörün yok.. yok işte.. öylesine acemisin, öylesine toysun ki? Bu yaşama acemiliğiyle nereye kadar varacağını sanıyorsun?” diyebilirdi annesi. Peki, gerçekten böyle miydi? Yaşama acemisi olduğu yüzüne vurulacak kızın bu konuda bir savunması var mıydı? Birinci el yahut ikinci el bir savunma. Fark etmez! Bilmiyoruz. 

Bildiğimiz çorba tenceresine bir su bardağı sirkenin anne tarafından boca edilmesi ve kızın da yüzünü buruşturarak kendi kendine “Böyle bir çorbayı babam dahi içmez!” yargısında bulunduğu. Belki bu kendi kendine dillendirilen yargının nedenlerine ilişkin mantıksal çıkarımlarımız da nesnesiyle örtüşmüyordur. Genç kızın – Füsun’un- üşengeçliğinden de –anne nedense kızı Füsunu üşengeç bellemiştir ve üşengeç bellenmesi için de elinden geleni yapmaktadır, bu yüzden ben de üşengeçliğinden diyorum, yoksa benim nazarımda Füsun’da böyle bir nakıslık gözlemek asla mümkün olabilemez- kaynaklanmış olması muhtemel. Hani belki de üşenmiş de o yüzden yargısını annesiyle paylaşmamıştır. Tıpkı Funda’nın, annesi Serpil’le –Funda’nın annesinin adı Serpil, Serpil Füsun’un anneannesinin adı- otobüste – Funda’nın hastanede yatan annesi Serpil’i görmek için bindiği otobüs- karşılaştığı durumu anlatmaya üşenmesi gibi bir üşengeçlik de Füsun'u geri durdurmuş olabilir, oysa ne çok istemişti anlatmayı. 

Hatta belleğinde anlatmıştı tanık olduğu olayı, hem de bütün detaylarıyla, en ince noktasına varıncaya kadar ve fakat annesinin odasına girip de –Funda’nın annesi yani Füsun’un anneannesi Serap iki kişilik bir odada yatıyordu- yanına oturduğunda bütün hevesi kaçmıştı.  Ancak Funda’nın anlatmaktan kaçınması hepten de üşengeçliğe bağlanacak bir kaçınma değil, gibimize geliyor. Serpil –yani anne, yani anneanne- her şeyi baştan sona kadar tekrar tekrar anlattırır, eğer farklı bir sözcük duyarsa anlattığınızda ağlamaya başlardı. Kendisinden bir şeyler saklandığı inancıyla yapardı bu ağlama eylemini. 

Diyelim siz anlatımınızda bir adamdan söz ettiniz ve onun ayakkabıları hakkında bilgi sundunuz ve dediniz ki “Adamın ayaklarında italyan marka bir ayakkabı vardı, siyahtı. Fakat giyilen çoraplar buna uygun değildi. Renge değil markaya uygun değildi.” dediniz. Serpil size ikinci kez anlattırmanın yolunu bulup –şöyle ki, “Ayakkabı ne demiştin?” diye sorar siz de ilkinde ne söylediğinizi unutmuşsunuzdur, ilk söylediğinizin yerine başka bir ad söylersiniz, mesela İngiliz marka dersiniz, işte yandığınız gündür. Eğer Funda üşenmemiş olsaydı büyük bir ihtimalle annesine –Serpil’e-  otobüste tanık olduğu şeyi anlatırdı. Eğer annesi ölmemiş olsaydı belki bugün söze “Anne hani on yıl –dokuz da olabilir- önce sen hastanede yatıyordun ya” Anne Serpil hemen söze karışıp “Ortopedi servisinde!” der bunun üzerine Füsun’un annesi Funda hanım “Hayır anne, ondan sonra, nörolojide yatıyordun ya” diye düzeltir, bu düzeltmeyi Serpil hanım içselleştiremeyip “ne bileyim, ben onu diyemiyorum ki” diye karşı çıkardı neden sonra orta yolu bulup “eh ne ise ne oldu otobüste” sorusu –ki bu soru öyle lakayt, iş olsun torba dolsun mahiyetinde sorulmayacaktır- dillendirilecek ve 

Funda: “Ay anne bir çift gelip önüme oturdu. Adam biraz asabi gibiydi. Sanırım otobüse binmeden önce tartışmış olmalıydılar.  

Kadın: 

Behzat sen hep böyle yapıyorsun?” dedi. 

Behzat;

“Sanki sen farklı davranıyorsun.. her zamanki gibi cazgırlığın üstündeydi ve onca insanın karşısında mahcup duruma düştüm.. tabi senin yüzünden.” dedi.

“Ay üzerime iyilik sağlık, niye benim yüzümden olsun. Ben kötü bir şey demedim ki. Senin vurdumduymazlığın yüzünden oldu her şey. Adamın kulaklarını görmedin mi? ay- kız anne kadın burada bir öğürdü benim içim kalktı, sandım ki şimdi çıkaracak- o ne kir? Ama yok.. sen görmezsin ki! Sen öyle şeylere dikkat etmezsin ki! Lanet şey kulaklarını yıkamayı hep es geçmiş olmalı.. nasıl da kararmış kulak akıntıları sarkıyordu kulağından.”

Anne, adam içini çekti:

"Belki unutmuştur!” dedi.

“A.. insan temizleyeceği yerleri temizlemeyi unutur mu? Benim ki de aptalca bir soru.. öyle ya.. adamın biri de bir yerlerini temizlemeyi hep es geçer!” dedi, adam da hiddetle dedi ki “Şu imaların yok mu? Şu imaların.. bir gün başına kötü şeyler getirecek” 

"Kız anne, kadın artık daha başka neler ima ediyorsa.." Kadın omuz silkti. Sonra da sokakta rastladıkları kulağı kirli adamın durumuna ilişkin konuşmaya devam ettiler. Bazen biri diğerini yalanlıyor, “Hayır öyle olmadı!” diyor, bazen öteki öncekinin söylediğine karşı çıktı:

“Bir kere o çorabını çektikten sonra oldu, önce değil!”

Funda hanım, annesi sağ olsaydı belki bugün anlatabilirdi. Fakat kızı Füsun anlatmayacaktı. 

Söylemeyecekti. Olup bitmemiş şeyler için söylenecek sözler insanı hep utandırır değil mi ya? Evet o yüzden olup bitmiş şeyler üzerine konuşmayı seviyor insan.

Füsun bir başka bir şey bulup söylemek zorunda hissetti kendini. Çorba pişirilen tencerenin henüz kapağı kapanmamıştı. Ve tencereden dumanlar yükseliyordu. 

Yapmacık bir öğrenme merakıyla, “Anne çorbanın tarifini doğru aldığına emin misin? Öyle böyle değil yani.. nihayetinde bir su  bardağı sirke bu anne..” dedi.

Funda hanım başını salladı. Kepçeyi son bir kez tencereye daldırdı çorbayı karıştırdı. Tarifteki tek farklı malzeme sirkeydi. Olur, da eğer çorbayı Cevdet’e beğendirebilirse – bu arada Cevdet Serpil’in damadı, Füsun’ın babası, Funda hanımın da kocasının adı oluyor- çorba dünyasına farklı bir tarif kazandırmış olacaktı. Funda heyecanlandı bu düşünceyle. Kızına belli etmedi.

 “Ah bir beğenirse!” 

Kadın kocasının oldukça müşkülpesent olduğunu bilirdi. -Aynı adamı iki ayrı pencere birbirine taban tabana nasıl zıt tanımlayabiliyorlardı Allah çarpsın bilmiyoruz. Körlerin fil tanımıyla uzaktan yakından bir ilgisi yok bu durumun. Kaldı ki eğer körlerin fil tanımı bir istiare değilse. Ya da istiare ise. Tutkuların kişiyi kör ettiğinden falan dem vurarak bunu anlatmaya kalkışmak beyhude bir iştir. Her şeyden önce annede ve kızda babanın gözlemlenen tepkilerinden hareketle yargıların oluştuğunu aklımızda tutmalıyız. Babanın gösterdiği tepkilerle oluşan yargıda herhangi bir körlükten eser bulmak, var olduğunu savlamak, böyle bir düşünceye kapılmak bizce körlük ötesi körlüktür. Burada babanın sinsiliği de göz önünde bulundurulmalıdır. Hayır babanın sinsi olduğunu söylemiyoruz. Ancak bütün ihtimallerin göz önünde bulundurulması gerektiğine işaret ediyoruz. Ola ki baba kızına farklı tepkilerde bulunuyordur –diyelim kızını kıramıyordur ve istekleri karşısında boyun eğiyordur- ve bu yüzden kız babasının önüne ne konulsa kabul ettiği yargısına ulaşmıştır böylece. Yine ola ki koca eşinin söylediği –her şeye olmasa da, diyelim yüz söylenenden birine- şeye itiraz ediyordur ve böylece kadın kocanın müşkülpesent olduğu yargısına ulaşmıştır. Adamın nasıl biri olduğunu belirleyen adamın tepkileri olabildiğine, en azından olabileceğine karar verdikten sonra tanımlayanların körlüğünü ileri sürmek haksızlık olur. Cevdet eğer o çorbayı beğenirse sosyal tesiste rahatlıkla göğsünü gere gere ve hemen yandaki komşuya tepeden bakarak sirkeyle de mükemmel bir tadı olduğunu söyleyecek ve böylece şaraptan ötürü o çorbayı yapmaktan çekinenlere bir olanak sunmuş olacaktı. “Ne maharetli şu Funda!” densin denmesin çorbayı birçok kişi yapacağına göre balık bilsin o da kâfiydi.-

Ben bu gudubet köpekten tırstım valla bak! Başımdan savmalıyım.. bu köpeğin adı da yanlış bence bu köpeğe ‘Meraklı’ adını vermeliydim. Bu köpek de konuşmaya hasret kalmış. Hayır, yani bunca şeyi nereden nasıl birbirine bağlıyor, anlamıyorum. İşin içinde Füsun’un benimle ilgili düşüncelerini öğrenme olasılığı olmasa bir dakika daha yanında kalmaya tahammül edemem. Hayır edemem. Aman tanrım! Peki Füsun’a nasıl getireceğiz, gevezeliğinin sonu yok gibi.

- Füsun’un arkadaşları, derim, yutkunurum, bir şey anlar diye ödüm kopar. Susarım. Givendelin sert bir eda ile;

- Ne ikide bir Füsun ve arkadaşları, deyip duruyorsun? Ne taktın sen bu Füsun’a? Derdin ne senin? der.

- Hayır, derim, Yanlış anladın, derim. Hani öyle övgüyle söz ettin ki merak ettim. Anasına bak kızını al, sözü burada geçerli olmadığı için diyorum, derim.

- Arkadaşlarından mı etkileniyor? Diyorsun öyle mi? der.

- Hay ağzını öpeyim, derim köpeğe yanıt verdiğimi unutarak, Lafı ağzımdan aldın.

- İnanmamı mı bekliyorsun? Sence ben o kadar saf mıyım? der. Kurnaz kurnaz gülümser.

- Öyle şey ettiysem özür dilerim, derim, ocak başında analı kız konuşuyorlardı, derim lafı değiştirmek için. Nuh der peygamber demez Givendelin. 

- Sen Füsunların evlerinin civarında pek fazla dolaşıyor gibisin? Ne iş? diye sorar. Önce inkâr ederim. Elimi ayağımı bağlayan kanıtlar ileri sürer, mesela ‘Senin kokun Emek apartmanının her yerine sinmiş hem de her gün daha bir kesif alıyorum kokunu bu da oralarda sık sık dolandığını gösteriyor!’ der, bu kere inkârdan vazgeçer bir takım yalanlar ileri sürerim. Mesela ‘Ha o mu?’ derim, sık-sık yanık dereye, asri mezarlığa giderim o yüzdendir.

- Asri mezarlığa Tahtacılardan daha kolay gidersin, ne diye Aliraviden gidiyorsun? der, yutmadığını belli ederek. Kem küm ederim ve yine de diretirim yalanımda;

- Ama yanık dereye başka yerden gidemem ki. Sahi ne oldu analı kızın tartışması, inan meraktan ölüyorum. 

Bu kere inanmış gibi yapar. İnanmadığını belli eder ama. Ve kaldığı yerden devam eder;

“Senin dersin yok mu?” dedi Funda tencerenin kapağını kaparken.

“Yok!” dedi Füsun elindeki deftere bir şeyler yazarken.

“Yine uçup gittin! Kime ne yazıyorsun?” 

Anne hem sormuş hem de başını hatıra defterine doğru uzatmıştı. Füsun bir adım geri çekilir gibi yapmış, “Aman anne.. her şeyi bilmesen de olmaz! Kimseye bir şey yazdığım yok, yazılanları okuyorum!” demişti.

Kadın inanmamıştı. İnanır gibi de yapmamıştı. 

“Gördüm!” dedi. “Hızlı hızlı bir şeyler yazdın. Kötü bir şey değilse niçin saklıyorsun benden?” 

Kız daha bir sakınarak;

“Üff ya anne.. helada da senden saklanarak yapıyorum ne yapıyorsam.. Kötü bir şey mi yapıyorum?” dedi. Kadın bir an boş bulunup “İyi bir şey mi yapıyorsun helada?” dedi.  Füsun duymazdan geldi. 

Funda kendi sesinin yankısından ürktü. Bu karşı soruyu bir başka ses sormuştu. Evet, bu soru kendine ait değildi. Bu soru tanıdık bir soruydu. Yani ilk kez sorulmuyordu. Bu ortadaydı. Bu soruyu nereden tanıyordu? Bu soruyu daha öncede sormuş muydu? Bu soruyu soran kendisi miydi, başkası mıydı? 

Annesi Serpil.. evet bu annesinin sorusuydu. Annesi kendisine sormuştu. Sorardı. Demek annesinden kendine miras olarak birtakım sorular da kalmıştı. Ve bu sorular zaman zaman kendini duyuruyor kadın da onları gün yüzüne çıkarıyordu. Tıpkı saksı çiçeklerini güneşe çıkarmak gibi bir şey olmalıydı. Bu bir tür alışkanlık olmalıydı. Pıtrak gibi biten bu düşüncelerin temelinde nelerin olabileceğine ilişkin bir bilgisi yoksa da –hatta olmasını arzulamasa da- miras soruların olması, olabilme olasılığı hoşuna gitmişti. Demek ki kızında yalnız göz rengiyle, burun şekliyle değil sorularıyla da var olacaktı. 

Bu yargıyı biraz deşeleyip daha derinlikli şeyler çıkarması gerekip gerekmediğini düşünürken gözünü kızın hatıra defterinden ayırmamıştı. Kız geri geri çıkıp, her zamanki gibi çıkarken kapının kenarlarına sürtünmeden, arkasında da gözleri varmışçasına gayet sakin sakin çıkıp odasına gitti. 

Funda hanım mutfak kapısından balkona çıktı. Geceden astığı çamaşırları kontrol etti. Çoktan kurumuşlardı. Çamaşırları toplayıp kedisine bir kahve yapmayı kurdu. Yan gözle de hemen yanı başındaki komşunun balkonunu kaşla göz arası kolaçan etti. Komşu balkon boştu. Tekrar mutfağa girdi kadın. Mutfaktan geçip arka balkondaki ardiyemsi yere gitti çamaşır sepetini aldı, tekrar mutfağa yöneldi. Kızın odasının kapısı kapalıydı. Elinde çamaşır sepeti odaya dalsaydı kız çamaşırların toplanmasının kendisinden istediğini sanabilirdi. Bu sanı o an Funda’ya hoş görünmedi. 

Çamaşırları toplamasını kızından istemiş olsa, ya da istiyor olsa, ya da istese, ya da istemeyi kursa, ya da istemeyi arzulasa böyle sembolik, böyle teatral şeylere mi başvururdu? Hayır, ne münasebet? Funda içinde yankılanan “Ne münasebet hanımefendi derim, ne münasebet, bir kere mantonuzun cebinde size ait olmayan şeyler kendi kendine oraya girmiş olamaz ya!” sözleri üzerine gülümsedi. 

Bir yankesici –siyah beyaz televizyonda bir haber programında olup bitiyordu anımsadıkları- niçin kendisinin işe alınması gerektiği üzerine açıklamalar yaparken yankesici suçüstü yakalayacağı kadının –yankesici erkekti, belki yankesici kadın olsaydı yakaladığı bir erkek olabilirdi, bilmiyoruz- “Ben bir şey çalmadım!” demesi üzerine kadının mantosunun cebine kadın farkına bile varmadan ulaşıp çaldığı nesneyi kadın gösterip “Ya bu?” diyeceğini, kadın da “O bana ait değil!” diye karşılık vereceği, bu karşılık karşısında kendisinin de “Ne münasebet hanımefendi, e münasebet, bir kere mantonuzun cebinde size ati olmayan şeyler kendi kendine oraya girmiş olamaz!” diyerek kadının inkârının ve çalmasının öne geçebileceğini bütün saflığıyla anlatıyordu. 

Yankesiciyle konuşan muhabir “Ya kadın kendi kendine giremeyeceği, başkasının koyabileceği gerçeğini değiştirmez, onu cebime ben değil siz koydunuz?” diyebileceğini, böyle dedikten sonra da avazı çıktığı kadar bağırıp “İmdat yetişin birileri bana iftira ediyor, bu adam cebime bu çorapları koyarak beni hırsızlıkla suçluyor, erkek çoraplarını ne yapacaksam!” derse demiş, yankesici muhabirin suratına aval aval bakıp “Abi sen bu işin pirisin.. suçüstü yakalanan ve meslekten olmayan birinin bu sözleri söyleyebileceği senin aklına yatıyorsa.. bana elbette gerek yok!” demişti de sırıtarak, muhabir gayet vurdumduymaz bir hareketle çekilip gitmişti adamın yanından. 

O an yankesiciyi ne kadar masum, ne kadar naif bulduğunu da hatırlamıştı Funda. Tuhaf olan ise daha o günkü edebiyat dersinde “naif” sözcüğünü öğrenmiş ve yankesicinin betimlenmesinde kullanmıştı. Farkında olunmayan bir sevinç kaplamıştı içini Funda’nın. “Bizim yankesici amma da naif!” biri demişti, bunu derken hane halkı da duysun istemişti. Herkes duymuştu ama kimse irkilip de “Naif mi? O da ne?” diye soran olmamıştı. Sorsalar naif sözcüğünde vurgulayacağı şey saflık olacaktı. Bugün sorsalar yine aynı şeyi vurgulardı. Füsun bu yönüyle de annesine çekmiş demek ki. Sözcükler üzerine bu kadar durması boşuna değilmiş demek ki. 

“Bazıları naif sözcüğünü amatör sözcüğüyle karıştırırlar” demişti edebiyat öğretmeni Behiye hanım. “Oysa” demişti Behiye Hanım “Amatörde aslında bir saflık yoktur, sadece parasal kaygılarla o işi yapmayan kişiye denir amatör, saflık gerekmez, amatörün bir üst aşaması profesyonelliktir yani becerisini paraya tahvil eder, belki o yüzden denmiştir profesyonellere güvenilmez, diye. Profesyoneller saflıktan azade oldukları için değil, azade olmayabilirler de.” 







<<Önceki                                                     Sonraki>>

Cemal Çalık, 27.01.2017,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Kumpas, Roman 


Seçkin Deniz Twitter Akışı