12 Aralık 2016 Pazartesi

SA3747/KY1-CÇ347: Kumpas/ Roman - Bölüm V-10

"Bu hekat ölümü, ölümleri kutlayan değil yaşamayı ve yaşatmayı seçenlerin hekatıdır. Bu hekat bir dirilişin sessiz çağıltısıdır."


Bölüm Beş
-10-

On beş dakika sonra Kaan iki yardımcısı ve operasyon birim bölümü sorumlusu Dayı aynı odadaydılar.

Kaan Dayı’ya üstü örtük, “Misafir için söylediğim yapıldı mı?” diye sordu.

Dayı göz kırpıp, “Evet.. korkarım sizin için bile sizden izin alıp almadığınızı soracak kadar kılı kırk yaran birini bıraktım. İnan şefim ben bile, deyince hani şöyle bir şaşırır ya insan.. o şaşırdı gayet sıradan bir şey söylemişim gibi “anlaşıldı amirim!” dedi.” 

“Pekala.” dedi Kaan. “Umarım her şey hazırdır. Ve ekipler bildirilen noktalara varmışlardır!”

Operasyon şefi, “Her şey hazır. Sizin komutunuzla harekete geçecekler. Şu an ekip amirleri kulaklıklarından sizi duyuyorlar. Ve onlar konuştuğunda da biz duyacağız.” diye yanıtladı.

“Tüm ekiplere.. öncelikle şunu söyleyeyim, çatışma olasılığı yok. Böyle bir olasılık olmasa da tedbiri elden bırakmayın. Kapıda bir kişi, o da ekip amiri olacak. Kapıyı çaldığınızda karşı taraf size kim o diyecek, siz de ‘celîşin heltıyşin’ diye yanıtlayacaksınız, anlamayan var mı? Ne söyleyeceğinizi duyayım!”

Masa üstündeki diafondan net bir biçimde sesler duyuldu: 

‘Celîşin heltıyşin’ 

Kaan Ardıç tekrar direktif vermeye başladı:

“Güzel! Bu kere karşınızdaki “anlamadım” diyecek siz de ‘kutamin şâbin’ diye yanıtlayacaksınız? Buraya kadar anlaşılmayan bir konu var mı?”

Diafondan teker teker, “Anlaşıldı!” sözleri yankılandı. 

“İçeri girdiğinizde...” dedi Kaan “Derdest edin, hiçbir şeye ulaşmalarına fırsat vermeyin, evde bir çocuk ve bir kadın ya da bir erkek olacak. unutmayın hiçbir şeye ulaşmalarına fırsat vermeyeceksiniz. İstedikleri hiçbir şeyi yapmayacaksınız. Olur da bir bardak su, meşrubat isterler, olur ki çiklet isterler. Duymayın söylediklerin ve vermeyin. Buraya gelinceye kadar susuzluktan ölmezler değil mi? şimdi mıntıkanızı kontrol edin siyah bir minivan ya da panelvan görenler görmeyenler.”

Diafondan tek tek “Olumlu!" Yanıtları geldi.

“Güzel. Elemanlar derdest ediliyor ve araçlar zırhlı araçlarla merkeze getiriliyor. Kastinya ve Erzinya-buhur ekipleri sizler için uçaklar hazır beklemekte. Vakit kaybetmeden uçaklara intikal ediyorsunuz ve buraya geliyorsunuz. Kapı çalınmasına karşılık alamayanlar kapıları zorlamadan açıp içeri girecekler. Anlaşılmayan bir husus var mı? Şimdi..”

Diafondan zil sesleri duyuldu. Her bir kim o sorusuna ‘celîşin heltıyşin’ yanıtı alındı. Kapı ardından tek tek “Anlamadım!” yanıtına karşılık ekip amirleri de ‘kutamin şâbin’ yanıtını verdiler. Açılan kapı sesleri arasında Dayı, “Şendilya’da iki hedef yanıtlamadı!” dedi. Kaan Ardıç “Fark ettim!” anlamında başını salladı. Ekipler içeri girmiş gürültüsüz bir biçimde evdekiler etkisiz hale getirmişlerdi. 

Evdekilerin elleri arkalarından kelepçeli birer sandalyede oturuyorlardı. Şendilya’daki üç evde kadınlar refakat ediyordu çocuklara. Diğer evlerde birer çocuk ve erkek refakatçi vardı. Yanıt alamayan ekiplerin girdikleri evde korkunç bir manzara ile karşılaştılar. Çocuklar ve kadınlar ölüydü. İntihar ettikleri –belki çocuklar farkında değildi- açıktı. Birer de not bırakmışlardı. Kaan Ardıç her iki notun da okunmasını istedi. Peş peşe iki notu okudu ekip liderleri, ilk notta kısa bir yazı vardı;

“Böyle bir hunharlığın hiçbir kutsal amacı olamaz. Hiçbir dinin tanrısı böyle bir canavarlığı buyuramaz! Böyle bir olayın müsebbibi olmayacağım! Tanrı günahlarımı bağışlasın!”

İkinci not daha uzundu:

“Adım Dilruba. 36 yaşındayım. Bekârım. Ailem yok. Çocuk esirgeme kurumundan evlatlık alınmışım. Evlatlık alan ailem çoktan öldü. Refakatçisi olduğum melek gibi çocuk 12 yaşında ve adı Furkan. O da benim gibi çocuk esirgeme kurumundan evlatlık alınmış. Çok temiz kalpli, çok merhametli biri. Onun melek gibi oluşu beni daldığım derin uykudan, içinde bulunduğum kör kuyudan çıkmama vesile oldu. Kurtuluşum çok geç oldu ama doğrusu hiç kurtulamamaktan iyidir. Bugün, bu mektubu yazmaya başlamadan on dakika önce kurtuldum, karanlık cehennemden çıktım. 

Şendilya büyük pazarındaki o korkunç patlamayı –emredildiği gibi- izlemeseydim ve Furkan’ın o sözleri olmasaydı belki hala içinde bulunduğum karanlık cehennemde bir sürüngen gibi soluk almaya devam edecektim. Evet, bize patlamaları izlemememiz sıkı sıkıya tembih edildi. Fakat yirmi altı yılda bir kez bile dinlemezlik, uymazlık yapmadığım, emirleri çiğnemediğim halde içimden bir ses bu olayı izlemek için zorladı durdu beni. Kendimle ne kadar mücadele edersem edeyim kendimi laptop ekranından olayı izlerken buldum. Kaçıncı izleyişimdi hatırlamıyorum. Evet ağlıyordum. Dilim, yanaklarımı içerden ısırıyordum. Bu nasıl insanlık için bir hizmet olabilirdi ki? parçalanan bebek bedenleri, kana boyanmış yaşlılar, yoksul, ekmeği peşinde koşan sıradan insanların açık giden gözleri. Tekrar tekrar izliyordum ve Furkan’ın ağlayışlarıyla kendime gelip laptopu kapattım. İkimiz de ağlıyorduk. Furkan bana ‘abla.. abla bebek göğe fırlayan bebek arabasında olan şeyi fark ettin mi? Araba yere düştü ama içinde bebek yoktu. Abla inan onu melekler aldı. Canı yanmasın, ateşler içine düşmesin diye melekler sarıldı ona. İnan öyle oldu abla! O bebeğin canı hiç yanmadı. Melekler sarıp sarmaladı. Düşünsene abla arabayla birlikte yere düşseydi annesinin ikiye bölünmüş bedeniyle karşılaşacaktı. O yükselen alevler yutacaktı. Ama işte.. melekler aldı. Bundan sonra dualarımda kendi kutlu şehadet eylemimde meleklerin bütün bebekleri alması için dua edeceğim. Efendimiz öyle demiyor mu? Duası kabul edilen tek bir kesim vardır ki o da çocuklardır, demiyor mu? Öyle ise dua edeceğim kendi şehadet zamanımda melekler bütün bebeleri alacaklar, bir tekini bile ateşlerde bırakmayacaklar. Bak görürsün abla, melekler tüm bebekleri sarıp sarmalayacaklar!’ dedi. Furkan konuştukça ağlayışım isteri krizine döndü. Kendimi yere atmış yerleri yumrukluyordum. Kafamı beton zemine çarpıyordum. Kendimi parçalamak istiyordum. Furkan’a bu zulmü işletmeyecektim. Bu zulme ortak olmayacaktım. Bütün gücümü kullanıp kendimi ve Furkan’ı sakinleştirdim, sakin olmak zamanıydı. Bize bir tehlike anında kullanmamız için verilen çiklet paketini açıp bir tane Furkan’a verdim. Göz kırptım. Ana oğul gibi olmuştuk onunla. Bu eve yerleştiğimiz günden beri öylesine ısınmıştık, öylesine birbirimize bağlanmıştık ki.. ona çikleti verirken içim parçalandı. Fakat yapacak bir şey yoktu. Kurtuluş yoktu. Furkan sakızı ağzına attı. Bir iki çiğneyip uykuya daldı. Nabzını kontrol ettim, atmıyordu. “Benim bahtsız evladım!” dedim. Birazdan ben de çikleti alıp derin bir uykuya dalacağım. Ve öteki alemde Salihülemre denen ifritin yolunu dört gözle bekleyeceğim!”

Notu okuyan ve dinleyenler yanaklarından aşağı süzülen yaşlara engel olamıyorlardı. Sadece yüksek sesle ağlamalarına engel olmaya çalışıyorlardı. Her birinin yüreği ezilmiş, her biri yutkunmaktan başka bir şey yapamaz olmuşlardı. Kaan Ardıç operasyon odasından hiçbir şey söylemeden çıkıp gitti. Her şeyi unutup Salih Çopur denen ifriti detaylı bir şekilde sorgulamak gerekiyordu. Biri bu ölümlerin, bu cinayetlerin, bu kalleşliklerin, bu vahşetlerin hesabını verecekti. Bu onların yanına kalmayacaktı. Kalmamalıydı. Salih Çopur ifriti bu hesabın sorulmasında kilit rol oynayacaktı.

“Bu ifritte kalp yok, insanlık yok.. peki niye böyle kolayca teslim oldu?” diye düşünüyordu, makam odasının bulunduğu bölüme doğru yürürken. Başkan Alper Bey’e müjdeli haberi vermeliydi. Böyle acılı bir günde nasıl bir müjde olarak görülebilirdi söyleyecekleri? Engellenemeyen bombalar daha can yakıcıydı. Toplumsal infiale yol açacak şeydi. Yakalananlar bir bayram sevinci yaşatmazken yakalanamayanlar kıyamet senaryoları için birer vesileydi. 

Bugünkü korkunç patlamanın boyutuyla ilgili söylenecek sözleri, gazetelere atılacak manşetleri –ki bunlar ifritlerin denetiminde olan gazeteler olacaktı elbet ve oradaki ifrit mensupları timsah gözyaşı dökeceklerdi- görür gibiydi. Tıpkı bundan önceki patlamalarda söylenenleri, atılan manşetleri gördüğü gibi. Yine de büyük bir başarı elde etmişlerdi. Panelvanların ilk incelenmesinde elde edilen bulgular karşısında neredeyse bayılacak gibi olmuştu istihbarat müsteşarı. 

Hemen her arabada dört kiloyu aşkın c4 patlayıcı vardı. Bu nasıl bir kindi? Bu nasıl bir öfkeydi? Böylesi bir şeyi ancak bir canavar, insanlıktan çıkmış bir seri katil düşünebilir ve uygulayabilirdi. İnsanca hiçbir duygu taşımamış, hiçbir dem insanca bir algısı olmamış bir yaratık böylesi bir vahşete kalkışabilirdi. İşte bu yüzden Nazarilere ifrit denmiyor muydu? 






<< Önceki                                                    Sonraki>>


Cemal Çalık, 12.12.2016,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Kumpas, Roman 



Seçkin Deniz Twitter Akışı