19 Ekim 2020 Pazartesi

SA8908/SD1841: Sıkıntı (Roman); 1. Bölüm-Gök 55

   Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk

"Hazır olmadığımı anlıyordum, karım da hazır değildi, küçük dünyamız artık asla eskisi gibi dingin olmayacaktı. Burası kesindi, sınanmamış olanın gücünden bahsedilmesi anlamsızdı."


Su mavi görünüyordu ya da yeşil; serin serin salınıyordu Temmuz sıcağında. Çukurova Üniversitesi kampüsünü çevreleyen ağaçların, ormanın sudaki yansımaları göğün mavisi ile yeşili sürükleyip duruyordu. Direksiyonu, pedalları, vitesi alışkanlıklarımın güven veren akışına bırakmış olan zihnim dinginliğini yitirmişti. Karımın sağlıklı düşünmediğini düşünen ben sağlıklı düşünüyor muydum peki?

Hayatı ‘Bân’ ile okul arasında geçiyordu; çocuklarımıza ve yuvamıza hasrettiği hayatına bu sıkıntıyı sokan benim yaşadıklarım değil miydi? İD, onun zihnine benim yüzümden girmişti, huzursuzluğunun sebebi bendim. Düşüncelerinin dağılmasının ve hayatının o sade akışının bozulmasının sorumlusu olduğumu, işimi ve nedenleri ileri sürerek reddedemezdim. Yine de niyetimin beni ve ailemi koruyacağına olan inancım, karımdan gizli-saklı iş çevirmeme alışkanlığım, belki de bütünüyle saflığım suçsuz olduğumu fısıldıyordu bana.

Adana Şehir Hastahanesi’nin yanından geçerken, sıkıntıların ve çözümlerin herhangi biri olmadan diğeri olmayan ikizler olduğunu düşünüyordum. Hastalıklar varsa çözümler de vardı, yoksa da olmalıydı; aksi halde hastalıklar bizi öldürüyordu. Ölüm de bir çözümdü bir bakıma; hayatın sıkıntılarının çözülemediği zamanlarda hayattan çekip götüren bir çözüm. Doğum gibi değildi ölüm belki de. Doğum bir çözümün adı değildi, bir sıkıntının adıydı ilk anda; ancak doğumun önceki çözümsüzlüklerin çözülme umudunu taşıyan olağanüstü bir çözüm ihtimali olduğu kuşkusuzdu. Ancak ölüm başka bir çözüm şekliydi. Allah bu şekilde yaratmıştı bizi. Şu anda yaşadığımız sıkıntı da bu yaratılma biçiminin bir sonucuydu. 

Erkek ve kadın arasındaki değişmeyen bu ‘sıkıntı’ tarih boyunca hep var olmuştu, bugün de vardı. Allah erkeği bir makine gibi ölene dek işleyen bir biyolojik donanım ile yaratmıştı, buna karşılık kadın ömrünün belirli aralıklarında biyolojik donanımını koruyabiliyordu; bu da her iki cinsin elinde olan bir şey değildi. 

Nisâ Suresi 1-3. Ayetler insan gerçeğini anlamamız için yeterliydi: 

‘Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan; ikisinden birçok erkek ve kadın (meydana getirip) yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’a karşı gelmekten ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının. Şüphesiz Allah, üzerinizde bir gözetleyicidir. Yetimlere mallarını verin. Temizi pis olanla değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katıp yemeyin. Çünkü bu, büyük bir günahtır. Eğer, (velisi olduğunuz) yetim kızlar (ile evlenip onlar) hakkında adaletsizlik etmekten korkarsanız, (onları değil), size helâl olan (başka) kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâhlayın. Eğer (o kadınlar arasında da) adaletli davranmayacağınızdan korkarsanız, o taktirde bir tane alın veya sahip olduğunuz (cariyeler) ile yetinin. Bu, adaletten ayrılmamanız için daha uygundur.’

Allah’ın koyduğu sınırlar genel sınırlardı, bu sınırlar insan denen varlığın özelini keskin bir şekilde çizmiyor, her ayrıntıya müdahil olmuyordu, sadece âdil olunacak tavsiyelerde bulunuyordu. Feminizm’in dürttüğü dört eş ve cariye tartışmalarının anlamsız kaldığı günümüzde Allah’ın tavsiyelerinin anlamının da zamandan ve yasalardan bağımsız olan gücünü görmemizi sağlıyordu. 

Seks İşçiliği adı altında neredeyse kurumsallaşan bir kötülüğün kadının alınıp satılmasına karşı hiçbir sınır tanımadığı bugün şeytan her kadını ve erkeği ‘seks’ merkezli bir güdülemenin karanlığında boğmaya çalışıyordu. Dört kadın ve cariye konusu antik bir tartışma olarak kalmıştı. Kadın için adalet masallarda bile yoktu, ama ayet erkeğe kadına karşı adil davranmasını tavsiye ediyordu.

On sekiz yaşına basan her genç erkeğin, ‘genel ev’ denen kadın bedeninin alınıp satıldığı bataklığa giderek erkekliğini kanıtladığı bir toplumda büyümüştük. Dünya’daki ‘Seks’ merkezlerine düzenlenen erkek ve kadın turist turlarını duyuyorduk, kadınların rahimlerini başka erkeklerin ve kadınların döllenmiş spermlerine ve yumurtalarına kiralandığına şahit oluyorduk, binlerce kadından binlerce çocuk yapan ‘sperm bağışçısı’ erkeğin, kadın bedenlerine nasıl davrandığını medya sıradan bir haber gibi yayınlıyordu, bazı kadınlar gösteri yapıyor, ‘sevişirim evlenmem’, ‘hamile kalırım doğurmam’ pankartları taşıyordu, ABD’de ve Avrupa’da milyonlarca kadın, evlilik dışı ilişkilerinde doğan çocuklarıyla tek başlarına bırakılıyordu, ama bütün bunlara karşılık ‘dört eş ve câriye’ tartışmalarını Müslümanların ensesinden çekmeyen feministler bir tek açıklama yapmıyordu, kadın için adalet istemiyorlardı. 

Kadına tecavüzde ve şiddette daima ilk on ülkeyi içinde barındıran ‘Gelişmiş Batı Medeniyeti’ kadını porno sektöründe çırılçıplak bir şekilde bedeniyle ve ruhuyla parçalarına ayırırken ona bir hayvan gibi davranıyor, çocuk yaştaki gencecik kız çocuklarına musallat olan kralların, prenslerin, siyasetçilerin, milyarderlerin ‘pedofili’ hastalığına saygı gösteriyordu. Kadın için adaletten bahseden hiç kimse yoktu.

Biz, kaçınılması neredeyse imkânsız olan bu vahşetten kendimizi ve çocuklarımızı korumaya çalışıyorduk. Ne fayda ki; insan doğasının aşılamayan bir özelliği vardı. Ne kadar genişlerse o kadar daralıyordu, ne kadar daralırsa o kadar geriliyordu. Nuh öncesi devre kadar gerilediğimizi hissediyordum.

Erkeğin hayatı akışkandı; bir kadının yerini başka bir kadın almıştı daima. Firavunların, Kralların, Padişahların, Devlet Başkanlarının, Başbakanların ve yardımcılarının hatta Allah’ın elçilerinin hayatlarına girip çıkan kadınların sayısı belirsizdi. Bundan daha ötesi de vardı. Sanat-edebiyat-felsefe-din dünyasının çoğunlukla erkeğe, sonradan feminizmin etkisiyle kadına tanıdığı sınırsız özgürlüklerin toplumların her kesimine yayıldığı bir dönemde yaşamanın ağır sonuçlarına mahkûmduk. Ben ve karım ne kadar inançlarımıza ve ilkelerimize bağlı kalsak da bu döngünün ruhsal ve toplumsal etkilerinden kurtulamıyorduk.

Gök Yazarı’nın bana neden bu sorumluluğu yüklediğini anlamaya başlıyordum. Direniş bilincimizin farkındaydı ve çektiği bilinç sıkıntısının yükünü taşıyabilecek olan birini aramıştı ve beni bulmuştu. Bugün karımla aramızda olanların, benzersiz sınanmamızın asıl sorumlusu Gök Yazarı’ydı. Çünkü İD ile yaptığımız sohbetin temel açısını onun yazdığı notlar belirlemişti. 

Hayatımın her aşamasında iyiliğe dair olanı sohbetlerimde işlemeye özen gösteriyordum, ancak bu başka bir şeydi. İçinde yaşadığımız ‘şey’i daha üst bir bilinçle idrak etmeye başladığımızda bizi saran bir tek duygu vardı, bildiklerimizi herkese anlatmak. Bu da belki de İD gibi sınanmalarla karşılaşmaya hazır olmayı gerektiriyordu. Hazır olmadığımı anlıyordum, karım da hazır değildi, küçük dünyamız artık asla eskisi gibi dingin olmayacaktı. Burası kesindi, sınanmamış olanın gücünden bahsedilmesi anlamsızdı. 

Güçlü olabilecek miydik, bilmiyordum; ama kesin kararlıydım, romana odaklanmalı ve romanı hayatımın akışını yönetmesine izin vermemeliydim, roman benim ağzımdan çıkan sözcüklere hükmedemeyecekti. Doğuşunu, yirmi iki insanın sırtıma yüklediği sorunu çözüm arayışlarıma borçlu olan bu romana bu yüzden karımla olan huzursuzluğu dahil etmeye karar vermiştim. 

Annemle babamı alıp ‘Bân’a getirdiğimde, torunlarına sarılışları arasına sıkışmış olan gerçeği gördüğümde de bu kararımdan dolayı Allah’a şükretmiştim. Gerçek açıktı; hayat her birimize bahşedilmiş bir döngüden ibaretti, sona erene kadar hayatla meşguldük ve sınanıyorduk;

‘Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda karşılıklı bir övünme, çok mal ve evlat sahibi olma yarışından ibarettir.’

Öyle değil miydi?

‘Kadınlar, oğullar, yük yük altın ve gümüş, salma atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin şiddetle arzuladığı şeyler insana süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçimliğidir. Oysa asıl varılacak güzel yer ancak Allah’ın katındadır.’

Asıl varılacak olan güzel yere bu şartlar altında hazırlanmalıydık, başka çaremiz yoktu. Sorun ‘normal’ olanın ne olduğundaydı. Gök Yazarı’nın, belki de yaşadığımız bu sıkıntılar için yazdıkları önemliydi, herkes bir yerlerde saklı duran, ama bir türlü ulaşılamayan normali arıyordu.  



< Önceki                      Sonraki>>


[(17.10.2020, (1/86 (110))]

Lütfen gitmek istediğiniz bölümü tıklayınız:


Seçkin Deniz, 19.10.2020, Sonsuz Ark, Sıkıntı, Roman

Sıkıntı





Sonsuz Ark'tan

  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
  4. Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.

Seçkin Deniz Twitter Akışı