26 Ekim 2018 Cuma

SA7029/KY27-ŞT85: Hakiki Bir Kuşkunun Geriliminde Kendi Gerçeğini Resmetti Erol Akyavaş

"Erol Akyavaş Doğu’nun çocuğudur lakin Batı’ya dair her şeyin de bilincindedir. Ona göre gerçek her ne ise odur; baki kalan ve baki kalacak olan ise hakikattir ve bu uğurda yapılan tüm sanat da ancak bu hakikate dair bir iz taşıyor ve geleceğe böylesi bir iz bırakabiliyorsa anlamlıdır."


İstanbul Modern’deydi sanırım, 2013 Aralık diye hatırlıyorum. Erol Akyavaş retrospektifi başlığı altında oldukça kapsamlı bir sergi düzenlenmişti. Daha önce sadece bazı kataloglardan, bazı haberlerden ve seçkilerden görüp bildiğim eserlerini yakından görme fırsatı bulmuştum bu retrospektifi gezerken. 

Gerek Türk resim sanatı ve gerekse Türk mimarisi ekseninde gerçekten büyük bir bilinirliği olan Erol Akyavaş’ın, aynı zamanda hatırı sayılır ama bir kadar da gizli bir fotoğraf tutkunu olduğunu da bu vesileyle öğrenmiştim. Nitekim 2015 yılının sonuna doğru Galeri Nev’de sergilenen fotoğraflarından sonra hakkında çokça yazılıp söylenen ve bir bakıma yeniden hatırlanan bir isim olmuştu Erol Akyavaş…

Hindistan’da ve ülkemizde tarihi yapılarda çıplak mankenlerle çekilen bahsekonu fotoğrafların sergilenmesini takiben birçok yerde ‘Erol Akyavaş sanatında gizli ya da açık erotizm’ başlıklı birkaç yazıya da yol açan bir gelişim yaşanmıştı. Gerçi bu fotoğraflar bir biçimde böylesi yorumları da muhakkak hak ediyordu lakin gerek örtük biçimde resimlerde ve gerekse açık biçimde bu fotoğraflarda ortaya çıkan çıplaklığın son tahlilde bir büyük sanatçının sanatsal toplamının içinde değerlendirilmesi gerekiyordu. Zira öncesinde 2013’teki göz alıcı retrospektifle de Erol Akyavaş hakkında daha çok özel çevrelerde dillendirilen bazı söylemlerle epeyce açığa çıkan bir yorumsal toplam çok garip biçimlerde şekillenmiş ve böylece Erol Akyavaş, resim, mimari ve fotoğraf hakkında söylenen birçok şey birbirine karışmıştı. Özellikle bu fotoğraf sergisinden sonra Erol Akyavaş hakkında, çoğu ciddi biçimde sanatsal endişelerle yazılmış olsa da, önemli bir kısmında da onu bir biçimde etiketlemek, nitelendirmek ve kendince ifade etmek gibi hem sağdan/ mahalleden/ muhafazakar kesimden hem de soldan bakarak tarif etmeye-eleştirmeye çalışan pek çok yazı yazılmıştı.


Nitekim bir yanda Erol Akyavaş’ı inanmış bir mümin sanatçı ya da abartılı çizgilerle sanat kotaran dağınık ruhlu bir sanatçı gibi tarif etmeye, anlatmaya çalışan bu yazılara yenileri eklenmiş ve özellikle sanal ortamda Erol Akyavaş’a ait pek çok çizim, resim, fotoğraf boy göstermeye başlamıştı.

Kendi kaosunu kendi kazanında kendi kepçesiyle karıştırarak kendi düzenini bulmaya çalışan bir büyük usta

Oysa orta yerde daha önce kendisi hakkında söylenen hiçbir şeye kulak asmadan bildiğince sanat yapan ve alabildiğince de özgürce yaşayan bir sanatçının bütün yapıp ettikleri durmaktaydı ve eserlerine bakıldığında en önce görülmesi gereken de bu özgür hayat içinde üretilen eserin toplamıydı. Nitekim öncelikle geç kübizmden kalan bir temel üzerinde gelişen bir resmetme arzusunun, zamanla yoğun, ince ve usta işi taramalardan kaligrafiye kadar uzandığı bir süreç dikkat çekiyordu Erol Akyavaş sanatında. O kadar ki, bütün bu süreç boyunca da kendi kaosunu kendi kazanında kendi kepçesiyle karıştırarak kendi düzenini bulmaya çalışan bir büyük ustanın dikkat ve rikkati gizliydi ve esas olan da bu ustanın hem de alabildiğine özgürce sergilemeye çalıştığı bu dikkat ve rikkatin farkına varılmasıydı. Erol Akyavaş en başta böylesi bir özgürlüğün, böylesi bir dikkatin ve rikkatin sahibiydi çünkü.

Sözgelimi en âlâsından Batılı bir eğitim almış olmasına ve profesyonel sanat hayatının çoğunu Batıda geçirmesine rağmen salt bu dikkat ve rikkatiyle adeta Batı’ya yönelerek Doğu’ya yürümüş ve giderek bir yalvaç edasıyla ‘Miraçname’yi hazırlayacak kadar derinleşebilmişti Erol Akyavaş. Bu haliyle de yer yer Ahmet Haşim edalı bir içe yönelişle Peyami Safa dolayımındaki bir içten dışa taşma halinde kendi mimetik kökenlerini bilen- bulan ve bulduğu biçimiyle de ortaya koyan bir sanatın ustası olmuştu.

Hiçbir sanat hiçbir biçimde bir inanç ya da iman biçimi gibi sunulmamalıdır 

Evet, Erol Akyavaş da tıpkı mensup olduğu kuşağın tümü gibi moderndi, hatta modernist bir tavra sahipti lakin o onun modern tavrı tam da devrinin moda halindeki kübist baskısıyla şekillenen genel yapılanmanın aksine şaşırtıcı bir minyatürsellikle ayrılmış- ayrışmış ve kendine özel perspektifi ve usta işi formuyla bir yönüyle de hem modern’in gereğini hem bu gereğin ötesini hem de bu modern gerek ve öte halin de aşılabileceğini ortaya koyacak kadar özgün ve özel bir üslubu şekillendirmişti.

Sözgelimi Erol Akyavaş bir yönüyle belki bir ezoteriye de yaslanabilecek ölçüdeki bu üslubuyla bir yandan kendi sanatını kurarken diğer yandan tam da bu ezoteriyi tartışmalı kılacak biçimde Illinois’teki ünlü hocası Mies’i gerek öğretisini verme biçimi ve gerekse öğrettiğini savunma biçimi olarak tam bir ‘credo’ – ‘iman, inanç’ biçemi gösterdiği gerekçesiyle eleştirebilmiştir. Erol Akyavaş’ın hocasına yönelttiği bu eleştiriyle söylemek istediği şey şöyle de yorumlanabilir: Sanat elbette önemlidir ve sanatkar her şeyden önce kendisi olarak bir inancın sahibidir lakin hiçbir sanat hiçbir biçimde bir inanç ya da iman biçimi gibi sunulmamalıdır. Belki şöyle bir şey olabilir; bir inancın sahibi olarak bir sanatçının üretimi son tahlilde o sanatçının inancıyla elbette renklenecektir.

İşte tam da bu noktada Erol Akyavaş’ı ne sağ ne de sol ortodoksinin ortasında durarak bildiğimiz ya da bilmek istediğimiz biçimde tarif etmek yerine, olduğu gibi bilmek ve öylece tarif etmek gerekecektir. Zira böylesi bir tarif bile onun gerek hayatıyla ve gerekse sanatıyla neyi başardığını görmeye yetecek niteliktedir.

Yakın tarihimizin aşkın-müteal bakış açısına sahip birkaç sanatçısından biri

Her şeyden önce ürün verdiği hemen her alanda Erol Akyavaş’ın sanatını adeta tek tek, tuğla tuğla örülmüş bir sanat olarak görmek ve bilmek gerekmektedir ki, gerçekte de özellikle resim ve mimari alanındaki fotoğrafçılığı en ince detayına kadar bu işçilikle şekillenmiştir diyebiliriz. Böylesine detaylı işlenmiş bir sanatın sözgelimi resimlerindeki en minimal karede bile izlenen derinliği, nihayetinde onu yakın tarihimizin aşkın-müteal bakış açısına sahip birkaç sanatçısından biri haline getirmiştir.

Bu aşkın- müteal haliyle de kim ne derse desin; Erol Akyavaş elbette muhteşem bir Doğu birikiminin ve inanç toplamının muhafazası derdinde bir Doğulu usta olmuştur ki, onun bu Doğu yaklaşımı da dar bir çerçevede olmaktan öte Hint’ten Çin’e, Ortadoğu’dan Osmanlı’ya kadar uzanan bir genişliğin önünde durarak şekillenmiştir. Onun bu geniş Doğu’suna ait bilgi ve birikimi, bir yönüyle de modern anlamda bilimin ve bütün renkliliği ve genişliği içinde insan uygarlığının bilinen en kadim işaret ve imgeleri olarak kendi yitiğini toplar gibi topladığı ve özgün biçimde bir araya getirdikten sonra ortaya çıkardığı; toprak, insan, inanç, tarih ve kültür yorumuyla şekillenen bir sanatın ustası haline getirmiştir Erol Akyavaş’ı.

Bu anlamda Erol Akyavaş’ın sanatında insan salt insan oluşuyla, yaratıldığı gibi ve çoğunlukla çırılçıplak resmedilebilmiştir. Yine bu anlamda din ve inanç sadece bir inanma biçimine yönelmekten öte genel olarak bir Tanrı’yı kabul eden insanı konu edinerek ve son tahlilde de kendi inancıyla özetlediği bir cihanşümul biçim olarak Yaratıcı karşısında acz içindeki insan formuyla yer almıştır.

Sanata sadece sanatçının gözüyle ve sanatçının gözünden bakmaktan öte, kendisinin de söylediği gibi adeta ‘kasenin boşluğunu ima edercesine’ hayatın izdüşümü olarak anlamlandırıp son tahlilde ise “…kalp gözünü açıp, nakkaşların ardındaki nakkaşı görmeye çalışıyorum. Ümidim, değişmeyeni aralayarak değişmeyi anlatmaya çalışmaktır” diye ifade eden Erol Akyavaş, bütün derinliğiyle girişmiş olduğu bu sanatını pratiğe dökerken de kendi bildiğince resmetmiş, kendi bildiğince çizmiş ve göstermeye çalışmıştır.

Erol Akyavaş’ın sanatını belirleyen özgürlüğü anlamadıkça… 

Onun bu hali en başında kolayca tarif edilemeyecek bir özgürlüğe dayalıdır ve Erol Akyavaş’ın sanatını belirleyen bu özgürlüğü anlamadıkça; ne onun bir anda eşinin elinden tutarak Hindistan’a, Peru’ya gidişini; ne bütün modernist ve sınırlayıcı dayatmalara aldırmadan İslam tasavvufuna yönelişini, Doğu’da yazılan şiiri anlamaya ve çözümlemeye çalışmasını, mistik ögelere düşkünlüğünü; ne de tarihi yapılarda çıplak mankenlerle fotoğraflar çekerken koskoca bir yapının ortasında adeta kendini de sigaya çekiyormuş gibi bir sanatı şekillendirişini, bundan da öte kendisi Müslüman olduğu halde Müslüman olmayan eşinin ifadesiyle çocuklarının yetişmeleri ve dini inançlarını seçmeleri bağlamında bile ‘kim neye ve nasıl inanmak istiyorsa öyle inansın ve yapsın…’ diyebilecek kadar özgür bir biçemin sahibi oluşunu anlamak kolay olacaktır.

Nitekim sanki sürekli biçimde gözlenen eril ya da dişil bir kimlikle sıkıştırılmış haldeki özgürlüğü ifade etmeye çalıştığı resimlerinde ve fotoğraflarında yer alan açık ya da örtük çıplaklığın da yine onun peşine düştüğü bu özgürlük, derinlik ve estetik kaygı ile yorumlanması gerekmektedir.

Türkiye’yi temsil etti

Hiçbir mimari çalışması olmamasına rağmen sadece yorumları, değerlendirmeleri, eleştirileri ve birçok büyük restorasyona esas teşkil eden mimari fotoğrafçılığıyla bile Türk mimarisi çevrelerinde büyük bir saygı gören Erol Akyavaş’ın, sadece yapmak istediği şeyi yapmaya ayarlı bu tavrıyla ortaya koymuş olduğu işe bir bütünlük çerçevesinde bakıldığında görülecek şey de budur. 17 yaşında Mesnevi okuyarak yola çıkan, bütün mahareti, yeteneği ve sanatının yanında bütün acziyetiyle bağlandığı toprağa sırtını dönmeden ve umudunu kaybetmeden yaşayan bir sanatçının bildiğince yaşadığı ve ürettiği çok özel ve herkese nasip olmayacak bir hikayenin sahibidir Erol Akyavaş

Çünkü Erol Akyavaş zamanı, insanı, ışığı ve rengi esas biçimiyle görmek için çabalayan bir sanatçı olmuştur. Daha 1950’li yıllarda içine girdiği Batı sanat çevrelerinde zamanın serbest, lekeci kompozisyonlarına kısaca baktıktan ve doyduktan sonra zamanın, insanın ve dünyanın bilinmezlerine yönelerek bağrından neşet ettiği bir koca geleneğin estetiğini aramıştır ki, ancak böylesine oylumlu, burgaçlı ve sancılı bu arayış neticesinde sözgelimi 1960 yılında 1959 tarihli "Padişahların Zaferi” adlı çalışması New York Modern Sanatlar Müzesi’nin sürekli koleksiyonuna kaydedilmiştir.

Benzer biçimde 1990’da, Almanya’da düzenlenen ve yirminci yüzyılın dünya çapındaki eserlerini ve ustalarını konu edinen “Gegenwart-Ewigkeit” (Varlık/Şimdiki Zaman ve Sonsuzluk) sergisinde; Picasso, Dali, Giacometti, Francis Bacon, Motherwell gibi resim sanatının tarihine yazılmış ustalar arasında, "Fihi Ma Fih" enstelasyonu ile Türkiye’yi temsil etmiştir.

Doğu’nun çocuğu lakin Batı’ya dair her şeyin de bilincinde

Erol Akyavaş, tıpkı resimlerinde izlenebileceği gibi sürekli bir dirilik içerisinde, bir biçimde yabancı ve yalnız insanın dünyadaki duruşunu anlayabilmek için hareket içindeki bir düşünceyi taşımıştır. Bir yandan dünyayı tanımak isterken diğer yandan dünyayı da bir yaratılmışlık olarak görüp çözümlemenin ve yaratma edimi bağlamında da bu dünyayı da içererek öteleyen bir büyük fikrin peşine düşmüştür. İnsan ve insana dair her şey onun gözünde anlamak içindir. İşte bu uğurda gerek gezerek gerekse düşünerek önce dünyayı sonra da bu dünya üzerinde yer aldığı medeniyeti çözümlemeye, hep uyanık bir zihinle üretmeye çalışmıştır.

Erol Akyavaş Doğu’nun çocuğudur lakin Batı’ya dair her şeyin de bilincindedir. Ona göre gerçek her ne ise odur; baki kalan ve baki kalacak olan ise hakikattir ve bu uğurda yapılan tüm sanat da ancak bu hakikate dair bir iz taşıyor ve geleceğe böylesi bir iz bırakabiliyorsa anlamlıdır. Bundan dolayı da dünyanın her haliyle birlikte sanatsal aktivasyon da onun eserlerinde muhakkak geçici bir üretimin sonuçları olarak dursa da, üretilen her şey gibi sanatın da içine yerleştiği gelenek bağlamında şekillenip renklenmesi ve böylece bir iz bırakması gerekmektedir.

Bütün bu açıklamalar ışığında bakıldığında ise Erol Akyavaş sadece dünyaya kendine ve mensup olduğu medeniyete dair bir iz bırakmaya adanmış bir çaba ile büyük ölçüde de varoluşun sorduğu soruya karşı bu kıymetli arzuyu gerçekleştirebilme yolunda en iyi bildiğini varsaydığı resimle bir cevap vermiş ve şöyle demiştir: “neden mi resim? onsuz olamayacağı için, zorunlu, kaçınılmaz olduğu için... hani organik bir zorunluluk olduğu için. sindirim sistemi ya da ‘sistem’den çıkartmak gibi. yemek yemek, yemeği sindirmek ya da kusmak gibi... resme mahkûmum, mecburum... var olduğumu anlamak için.”


Şahin Torun, 26.10.2018, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Eleştiri, Kitap Notları, Kitapların Ruhu
Şahin Torun Yazıları






Sonsuz Ark'ın Notu:  Şahin Torun Beyefendi'nin çalışmalarının yayınlanması için onayı alınmıştır.  Seçkin Deniz, 18.06.2016

İlk yayınlandığı yer: Dünya Bizim





Sonsuz Ark'tan




  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.

Seçkin Deniz Twitter Akışı