1 Ekim 2016 Cumartesi

SA3488/KY26-CA83: Hiçbir Yere Ait Olmayan Kent

"Tarıma ihtiyacımız olmayabilirmiş gibi bir telakkiye savrulduk son yıllarda. Bahçeler siteye dönüşürken, bahçe işçileri de inşaatlarda çalışıyor. Henüz Ordos’larımız yok bizim, ama bu gidişle herhalde olacak."


Bursa, Katırlı Dağları eteklerinde yapılmış TOKİ konutlarını gösteren fotoğraflar dolaşıyor sosyal medyada. Düz bir alanda 10-12 katlı sayısız apartman, birbirine kenetlenmiş halde, göğe uzanıyor. 

Kafa karıştıran bir görüntüsü var doğrusu, niye orada olduklarına bir cevap bulamıyoruz. Arkada görünen tek tük evler bir köyün yutulduğunu veya yutulmak üzere olduğunu gösteriyor. Bina ormanı bir hayli kalabalık bir nüfusun haberini veriyor. Kim yaşayacak bu apartmanlarda, tahmin etmek zor.
 


Başını sokacak bir ev sahibi olmaya çalışan insanlar, bu beldeyi hangi sebeple tercih edebilir? Hava güzel, ortalık yeşil, koyunlar bile var. Ama bakalım ileride koyun sürüsü otlayacak arazi bulacak mı buralarda? Beri taraftan, seçilen proje tipinin bu araziye hangi açıdan uygun olduğunu da anlamakta zorluk çekiyoruz. Arazi o denli geniş olduğu halde bloklar arasındaki mesafe bir hayli dar tutulmuş.

Van’ın Gevaş ilçesinde bulunan Selçuklu eseri Halime Hatun Kümbeti’nin arkasına yerel yönetim tarafında yaptırılan 7 katlı yurt binası için niye o arazi ve proje seçilmişti, onu da anlayamamıştık. Yurt yaptırmak hayırlı bir iş, ama başka bir arsa bulunamaz mıydı? 7 katlı bina, 700 yıllık kümbeti önemsiz kılan bir iddiayla kapatmaya çalışıyor; nereden bakarsanız bakın. Herhangi bir bina bağlamlar gözetilmediğinde işte bu şekilde küçük düşebilir, ne kadar görkemli yapılırsa yapılsın.
Katırlı Dağı sitesi aklıma, Konrad Kastner’in Katedral (2014) filmini de getirdi.

Kastner bu belgeselde inşaat için mimari ile rant mimarisi arasındaki bağı, Ordos şehri üzerinden kurcalıyor. Küreselleşmenin katedrallerinden biridir, Çin Moğalistanı'nda bir şehir olan Ordos. Yaklaşık 2 milyon nüfus için planlanmışsa da orada kimse yaşamıyor. Spekülatörler, sürekli yükselen bir yatırım değeri varmış gibi büyümeyi sürdüren inşaat alanlarına ihtiyaç duyuyorlar. Tuhaf belki ama akla Babil Kulesi geliyor. Birbirini anlamayan milyonlar sürekli çatışırken süren yıkım ve imarın sesleri, bir şeyleri örtüyor, dağıtıyor, ayrıştırıp yalıtıyor.

Çin, küreselleşmenin ufkunda parlayan yıldız, geniş nüfusunu Mao dönemi disipliniyle sert bir kalkınma hamlesi için seferber ederken, acımasız yöntemlere başvurmaktan kaçınmıyor. İnsanı hesaba katmayan büyümenin bir parçası, inşaat için mimari. Bu tür mimarlık anlayışının nihai planda Sovyetik “işçi sınıfı için mimari” siyasetiyle buluşması normal değil mi?

***

Küreselleşmenin “hiçbir yere ait olmayan kenti”, Batı medeniyetine özgü mimarlık krizlerinin ulaştığı yeni bir aşamayı haber veriyor.

Batı medeniyetine özgü mimarlığın yaşadığı üçüncü kriz, “projeci mimarlık” nedeniyle ortaya çıkmıştır. Bu krizlerden ilki, coğrafi keşifleri takiben “diğer dünya” ile yüz yüze gelince kendi kesin ölçüleri konusunda yaşanan kuşkulardan kaynaklanıyordu. Bunu telafi için ise ortaya çıkan boşluğa önce “sanat” dediler, sonra da “ütopya.” 

Gelgelelim kırılgan sanat kavramı devlet desteğine rağmen kendi kendine yeterli olamadığı için mimarlar, artık biricik ve vazgeçilmez sayılmayan muteber bir kaynağa, Vitrivius’un Mimari Üzerine On Kitap’ına başvurmaya devam ediyorlardı. (M.Ö. I. yüzyılda yaşamış bir mimar, mühendis olan Vitrivius’un bu eseri, ölçüler ve estetik alanında temel bir başvuru kaynağıydı). 

Derken, sanat kavramı bir başına ihtiyaca karşılık gelmediği için ütopya devreye sokuldu: Ütopya; sözcüğün düz anlamıyla “hiçbir yerin yeri.” Ütopyanın yerleşimi için sanat kapı dışarı edilmeliydi. Bu şekilde yaşanan ikinci krizin ardından “sanat olarak mimari” yerini “inşaat olarak mimari”ye terk etti.

Mimarinin bir mecburiyetle ütopya adına sanatsal yönünden arındırılarak inşaat mühendisliğine dönüşmesi, krizin aşılmasını sağlayamadı. Böylelikle, sanat ve mimariyi bir zamanlar olduğu şekilde özdeşleştirme eğilimleri, kayıp özneyi geri çağırmaya dönük arayışlarla beraber, sonuncu krizden çıkma çabasını yansıtıyor. “İnşaat olarak Mimari”ye karşı 1970’lerde tepki olarak postmodernizmin aniden serpilmesi, krizin aşıldığı anlamına gelmiyor henüz.

Mimarinin Çözünmesi (1975) kitabının müellifi İsozaki benzeri bir krizin Japonya’da asla yaşanmadığını hatırlatıyor: Japonya’da bir bina asla modern inancı yansıtacak şekilde salt proje olarak kabul görmemiştir.

Japonya bir mimari kriz yaşamadıysa, Türkiye niye yaşamaya devam ediyor? Bunun cevabı herhalde “aradalık” kavramında aranmalı. Japonya bir adalar ülkesi, Türkiye ise büyük göçlerin dalgalarına açık, bu arada sürekli kendine uygun bulduğu sıfatlarla sorgulanan, bu sıfatları ispatlaması beklenen bir ülke.

Sayısız sebeple acele ediyoruz: Korkularımız var. Göç alıyor, göçe zorlanıyoruz. Harf darbesi yaşadık. Korkularımız, bağlamlara önem vermediğimiz için de birikiyor olamaz mı? İhtişamlı ve “çılgın” projeler için ayrılan bütçenin sadece bir kısmıyla çevreyi dikkate alan bir mimarlık ve şehircilik üslubuna destek verilebilirdi. Gerçek ihtiyaçların Batı’nın aşmaya çalıştığı “inşaat olarak mimari” anlayışıyla örtbas edilmesinin örnekleri, zaman zaman siyasal aktörler tarafından da eleştiriliyor.

***

Konut ve ulaşım ihtiyacı henüz önemini koruyorken yüce bir zirve bakışıyla estetik eleştirilerine girmeyi tercih etmiyorum aslında. Refahiye’de gözlemlediğim gibi estetik açıdan göze hoş gelen projeler de gerçekleştiriyor TOKİ. Ancak, bu projede bile bir çevre bağlantısı problemi var. Bir tarafta yüzlerce yıldan beri kendine has bir üslupla gelişen bir kasaba, diğer tarafta ise bu kasabanın birikimi ile hiç ilgisi olmayan bir TOKİ yerleşkesi…

Katırlı konutları kabaca 70 bine yakın “dar gelirli” bir nüfus için tasarlandı. Oysa hemen yakında bulunan Gürsu ilçesinin nüfusu 50 bin civarında. Tarıma uygun araziler oluşturabilecek bir teknolojiye sahip değiliz, Anadolu’yu gezip gördüğüm kadarıyla. Öyleyse, birinci sınıf tarım arazilerine, hiç de çevre faktörü önemsenmeden küçük şehirler kurmak nasıl bir zorunlulukla ilgili olabilir? 

İnternette araştırma yaptığımda, Bursa’nın imara açılan tarım arazileri konusunda sayısız istismar haberine rastladım. Bu kadar önemli bir konunun birkaç hatırlı kişinin insafına terk edildiğine dair örneklerin göz önündeki sonuçları, bir an önce aklımızı başımıza almamız gerektiğini gösteriyor. Hatırlı tanıdıklar kanalıyla sadece birinci sınıf tarım alanları için değil, sit alanları için de imar izni alınması keyfiliği artık son bulmalı. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bütün ülkede birinci sınıf tarım ve sit alanlarının inşaat sektörü ve fabrika atıkları tarafından işgaline ciddiyetle eğilmeli.

Tarıma ihtiyacımız olmayabilirmiş gibi bir telakkiye savrulduk son yıllarda. Bahçeler siteye dönüşürken, bahçe işçileri de inşaatlarda çalışıyor. Henüz Ordos’larımız yok bizim, ama bu gidişle herhalde olacak.


Cihan Aktaş, 01.10.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar,  Perspektif Yazıları, 




Sonsuz Ark'ın Notu: Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır.  Seçkin Deniz, 09.05.2015






Seçkin Deniz Twitter Akışı