8 Ekim 2015 Perşembe

SA1857/TG151: Bir Foreign Policy Wampiri'nden Notlar: Erdoğan’ın Ölümcül Tutkuları

Sonsuz Ark'ın Notu:
Aşağıdaki yazı soğukkanlı bir analiz değildir, planladıkları kaosu engellediğimiz için öfkelerinden deliye dönen neocon wampirlerden sadece bir tanesinin kan damlayan sözlerinden ibaret olan bir yazıdır; Erdoğan karşıtı Doğan Medya'da, Cemaat Medyası'nda, Solcu-Sağcı-Milli Görüşçü-İrancı-Ulusalcı Medya'da bol miktarda alt kopyalarını bulabileceğiniz gerçekten 'aşağılık bir neocon saldırganlığın en somut ve elle tutulabilir örneği'dir. Okuduğunuzda Neocon Satanistler'in ana yuvası olarak değerlendirebileceğiniz Foreign Policy'in, temelde Erdoğan'ın şahsına odakladığı vahşi saldırganlığın, bütün dünyayı saran katliamların ana sorumlularından olduğunu da görürsünüz. 17-25 Aralık 2013'te hapse tıkmak istedikleri, olmayınca 7 Haziran'da tüm maşalarını devreye sokarak yok etmek istedikleri Erdoğan'ın başarılı bir strateji ile Neocon maşası muhalefet partilerine iktidarı teslim etmemesini de hazmedemediler ve 'delirdiler'.
Seçkin Deniz, 08.10.2015

Erdoğan’s Deadly Ambitions
Normal program akışımıza size şu rahatsız edici haberi vermek için ara veriyoruz: Hayati bir NATO üyesi olan Türkiye, iç savaş uçurumunun kenarında sendeliyor. 2013 senesinde ilan edilen ateşkesin sayesinde iki yıldır uykuda olan Kürt İşçi Partisi (PKK) ve devlet arasındaki kırk yıllık çatışma yeniden alevleniyor. Bir zamanlar büyük ümitler ortaya çıkaran barış süreci parçalandı. Geçen Temmuz ayının sonlarından itibaren 1500 insan hayatını yitirdi.  

Şimdi başka bir sıcak gelişme aktaralım: Yeniden alevlenen şiddetin en büyük sorumlusu Türkiye cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dır. Bu savaş, kendi politik geleceğini kurtarmak ve despotik planlarını ilerletmek için Erdoğan tarafından ortaya çıkarılmış politik bir savaştır.

Geçen Haziran ayında gerçekleştirilen parlamento seçimleri sonucunda, Erdoğan'ın İslam eğilimli Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), 2002 yılından beri ilk defa tek başına hükümet kurabilmek için yeterli çoğunluğu kaybetti. Bu, Erdoğan için tolere edilemeyecek ve sürdürülemeyecek bir sonuçtu.

Erdoğan için AKP'nin Türk politikası üzerinde tek başına kurduğu kontrol, en azından iki sebepten ötürü elzemdir. Bunlardan birincisi; bu kontrol olmaksızın, Erdoğan'ın Türkiye'nin anayasasını parlementer sistemden başkanlığa dönüştürmeye yönelik saplantılı hedefine ulaşma şansı yok. 

Erdoğan'ın tutkusu; mutlakiyete yakın, gücü ve otoritesine karşı çıkılamaz ve kontrol edilemez bir modern zaman Sultan'ı haline gelmek. Eğer Rus Başkanı Vladimir Putin'in Anadolu versiyonunu düşünürseniz olayı anlamaya başlarsınız.   

Problem şu ki; Türk halkının büyük çoğunluğu Erdoğan'ın güç gaspının bir parçası olmayı istemiyor. Parlamentoda sandalyesi bulunan üç büyük muhalif parti de buna istekli değil. Seçimlerden sonra bu muhalefet partilerinin tümü, AKP önderliğinde gerçekleşecek bir koalisyona katılım şartını Erdoğan'ın emperyal hırslarını terk etmesine bağlamış ve bu şart Erdoğan tarafından doğrudan reddedilmiştir.

Erdoğan'ın AKP çoğunluğuna ihtiyaç duymasının bir diğer nedeni doğası bağlamında daha çok savunmaya yönelik. Erdoğan'ın on seneden daha fazladır Türkiye'nin başbakanı konumunda bulunduğu Aralık 2013 tarihinde hükümeti büyük bir yolsuzluk skandalı ile sallandı. Bu skandalda Erdoğan'ın yakın dostları ve çalışma arkadaşları olan AKP'li üst düzey bakanlar hedef alındı. Kayıt altına alınmış bir dizi telefon görüşmesinde, Erdoğan'ın oğlundan kendisinin ve akrabalarının evlerinde saklı bulunduğu anlaşılan büyük miktarlardaki parayı ortadan kaldırmasını istediği duyulmaktaydı.

Kendi iktidarına karşı potansiyel bir tehditle karşı karşıya kalan Erdoğan bunun üzerine savaş sahasına çıktı. AKP’nin parlamento üzerindeki kontrolüne güvenen ve hukuk üstünlüğü, güçler ayrımı ilkelerini neredeyse hiçe sayan Erdoğan, 2014 senesini yolsuzluk soruşturmalarını bastırmaya yönelik sistematik kampanyaya harcadı. Soruşturmadan sorumlu yüzlerce üst düzey savcı, polis şefi ve emniyet görevlisi, paralel bir devlet kurmak, darbe planlamak ve yabancı güçler tarafından Türkiye’ye zarar vermek için düzenlenen bir komplonun parçası olmakla suçlandı. Bu insanların tümü daha sonra tamamen aklandı.   

Erdoğan, AKP’nin tek parti hâkimiyeti olmaksızın ortaya çıkabilecek yeni bir parlamento veya koalisyon hükümetinde, yolsuzluk iddialarının veya sergilediği hukuksuzluğun yeniden gündeme getirilmesinden kaynaklanacak risklerin gayet farkında. Bütün önemli muhalefet partileri bu ortamda hesap verebilirlik prensibini kendi yapılarının önemli bir parçası haline getirdiler. 

Bu partiler, kendi mantıksal yargılarına göre soruşturmaların meclis soruşturması ve hatta hapis cezasıyla sonuçlanabileceğini düşünüyordu. Sultan olmak isteyen bir adam için hapishane hücresinin kesinlikle planları dâhilinde olmadığını belirtmek gereksiz.  

Sözün kısası, olay gayet açıktır: Erdoğan’ın öncelikleri- emperyal bir başkanlık sistemi inşa etmek ve yolsuzluk skandallarının üstünü örtmek- kendi nezdinde, bir koalisyon hükümetiyle bağdaşmamaktadır. Bu nedenle seçim sonrasında gerçekleştirilen koalisyon görüşmelerinden hiçbir sonuç alınamaması hiçte şaşırtıcı değil. 

AKP parlamentoda çoğunluğu hala elinde tutarken Erdoğan, halefi Ahmet Davutoğlu’nu anayasal 45 günlük hükümet kurma sürecinde başbakan olarak tayin etti ve koalisyon görüşmelerinin başarısızlığa uğraması için elinden geleni yaptı.      

Herkesin dediğine bakılırsa görüşmeler, sürenin dolması ve yeniden AKP çoğunluğunu elde etmek için ikinci bir şansı verecek olan 1 Kasımın, yeni seçim tarihi olarak belirlenmesini sağlayacak Erdoğan tarafından manipüle edilmiş bir komediydi. 

Fakat seçim elmasından bir ısırık daha kazanmak Erdoğan için mücadeleye sadece başlangıçtı. Ortaya daha büyük bir engel çıkıyordu, AKP’nin zaferini garantileyecek yeterli miktarda oy nasıl yeniden geri kazanılacaktı. Korkutucu bir şekilde görünen oydu ki Erdoğan’ın uygulamaya koyduğu strateji, eski Leninist özdeyişin bir benzerine dayanmaktaydı: “Ne kadar kötü olursa o kadar iyi.” 

Erdoğan, seçimlerin ardından istikrarsızlığa ve çatışmanın yayılmasına izin vererek, Türk seçmenini gittikleri yolun yanlış olduğunu fark etmeye ve AKP hegemonyasına sırt çevirme kararlarını yeniden değerlendirmeye ikna edebileceğini düşünmekteydi. Verdiği mesaj gayet açıktı: “AKP yönetiminin 13 yıllık görece istikrar ve refahını aptalca terk ettiğinizde başınıza nelerin geleceğini görün.” 

Birkaç haftalık süre içinde kıyamet kopmuştu. Hiçbir hükümet kurulamamış, uluslararası pazarlar güvenini kaybetmişti. Türk parası tarihi bir değer kaybı yaşayarak ekonomik bir çöküş tehlikesi ortaya çıkmıştı.    
  
Fakat en kötüsü yeniden kan akmaya başlayacaktı. PKK kaynaklı terörist tehlike yeniden ortaya çıkarak kamu düzenini, milli güvenliği ve hatta Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tehdit eder hale geldi. Aslında, seçimlerde Türk halkı daha akıllıca bir seçim yapmış olsaydı bu tehlikelerin hepsinin önlenmiş olacağını Erdoğan açık bir şekilde söylemiş ve şu uyarıda bulunmuştu: “Eğer bir politik parti 400 milletvekili veya anayasayı değiştirebilecek bir sayıyı elde etmiş olsaydı şimdiki durum çok daha farklı olurdu.” ( Bu cümleyi Devlet terörüne dayanak yapmaya çalışan yalanın kaynağı Doğan Medya ve Cemaat Medyası'ydı.  Oysa konuşmanın aslında ne içerdiği Cemaat Medyası'nda yayınlanmıştı, Doğan Medya yayını geri çekti. Seçkin Deniz, 08.10.2015)

Diğer bir deyişle demek istediği şuydu: Eğer yükselen politik, ekonomik ve güvenlik kaosunu sonlandırmak istiyorsanız, 1 Kasım seçimlerinde sandık başına giderek AKP’nin sandalye çoğunluğunu yeniden sağlamalı ve Erdoğan liderliğindeki başkanlık sistemini desteklemelisiniz. 

PKK’ya karşı tam ölçekli bir savaş başlatmak için Erdoğan’ın yaptığı hesabın arkasındaki sinizm gerçekten baş döndürücüydü. AKP’nin meclisteki çoğunluğu kaybetmesinin en büyük nedeni, PKK ile bağları bulunan Kürt yanlısı bir parti olan Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) yüzde onluk seçim barajını ilk defa geçerek 80 sandalye kazanmasıydı. 

HDP’nin başarısının anahtarı, daha önce İslamcı kimliği nedeniyle veya bundan ziyade uzun süreden beri devam eden “Kürt sorununa” en çok eğilen parti olması sebebiyle AKP’yi desteklemiş olan muhafazakâr ve dindar Kürtlerin oylarını büyük ölçüde kazanma başarısıydı.  

Erdoğan ve AKP’nin bu oyları kaybetmesinin iki nedeni vardı: Birincisi, iki yıllık barış sürecinde gerçek adımların atılmaması nedeniyle Kürtlerin hüsrana uğramış olmasıydı. Her geçen gün daha fazla Kürt, eşit vatandaşlık ve Güneydoğu’da Kürtlerin yoğun olduğu bölgelerde özerk yönetim gibi temel Kürt taleplerinin gerçekleştirilmesine yönelik çabanın yetersiz olduğunu ve bunun, Erdoğan’ın gittikçe artan despotik arzularını gerçekleştirmeyi sağlayacak çoğunluğu elde etmek için Kürtleri güvenilir bir seçmen kitlesi olarak elinde tutma arzusundan kaynaklandığının farkına vardı. 

İkinci neden, 2014 sonbaharında Türkiye sınırı yakınında bulunan ve İslam Devleti (IŞİD) saldırısı altındaki Suriyeli Kürt kasabası Kobani’deki duruma Erdoğan’ın sert bir tepki vermesi karşısında Kürtlerin şok olmasıdır. Erdoğan, kasabada yaşayan insanların muhtemel bir imha tehdidiyle karşı karşıya bulunduğunu gayet iyi bilmesine rağmen, Kobani’yi savunan ve PKK ile sıkı bağlantıları bulunan Suriyeli Kürt militanların oluşturduğu Halkların Koruma Birliklerine (YPG) uluslararası yardım akışına izin vermeyi ilk başta reddetti. (YPG, PKK'nın Suriye'deki yapılanmasıdır ve ABD tarafından resmen desteklenmektedir. Türkiye YPG'yi PKK gibi terör örgütü olarak ilan etmiştir. YPG bünyesinde Kürtlerden daha fazla ABD'li, Avrupalı paralı asker bulunmaktadır. Seçkin Deniz)

Türkiye’deki Kürtlerle yürütülmekte olan sözde barış sürecine rağmen Erdoğan’ın Suriye’de yükselen bir Kürt gücünü, barbar sürüsü IŞİD’den bile çok daha büyük bir tehdit olarak gördüğü kısa zamanda ortaya çıkmıştı. En sonunda uluslararası baskılar Erdoğan’ı yardımların Kobani’ye geçişine izin vermeye zorlarken Türkiyeli Kürtler kendilerini derinden ihanete uğramış hissediyordu. Böylece Erdoğan’ın esas düşmanlığı ortaya çıkmıştı. Erdoğan’ın Kürtleri Makyavelce tasarıları için kullanma ümidi belki de tamir edilemez bir biçimde darbe almıştı. 

Kürtlerle barış yapmak, Erdoğan’ın daha büyük politik hedeflerine ulaşmasında işe yaramıyordu ve şimdi de onlarla savaşarak bunu gerçekleştirmeye bel bağlamıştı. Kürt karşıtı histeriyi kışkırtan Erdoğan, her türden milliyetçiyi kendi liderliğinde aynı bayrak altında toplamayı hedeflemişti. Diğer yandan HDP’ye terörist PKK’nın bir cephesiymiş gibi saldırarak oylarının yeniden yüzde 10’un altına düşmesini ve böylece tamamen parlamento dışında kalmasını amaçlıyordu. Seçim gününde Kürtlerin katılım oranını oldukça düşürebilecek olan, Türkiye’nin güneydoğusunda yoğunlaştırılmış askeri güvenlik tedbirleri, bu amacı gerçekleştirmeye hizmet etmekteydi.  

Geçtiğimiz haftalarda Erdoğan’ın kışkırtmaları sonucunda yüzlerce HDP ofisine saldırılar gerçekleştirildi. Normal Kürt vatandaşlarına karşı gerçekleşen saldırıların sayısı da hızla artmıştı ve bunların bazıları ölümle sonuçlanmıştı. AKP sempatizanlarının öncülük ettiği çeteler –ki bunlardan birinde AKP milletvekili bulunmaktaydı- Erdoğan’ı eleştirdikleri için büyük Türk medya kuruluşlarını sindirme teşebbüslerinde bulunmaktaydı. Politik anlamda motive edilmiş bu tür hukuksuzluklara ve haydutluk girişimlerine karşı devlet tarafından alınan önlemler açık bir şekilde yeterli değildi. Yeni seçimler yaklaşırken Erdoğan tarzı faşizmin kokusu havaya yayılmaktaydı.  
   
Talihsiz bir şekilde, Amerika’nın Türkiye’nin PKK ile yürüttüğü savaşa farklı bir bakış açısı var. Amerika’nın IŞİD’e karşı gerçekleştireceği taarruzlar için bir seneden beri Türk hava üslerini kullanma talebini reddettikten sonra, Türkiye nihayet geçen Temmuz ayında, tam da PKK’ya yönelik operasyonları arttırma kararı alırken bu konuda yumuşama gösterdi.

Zamanlama açısından değerlendirildiğinde bu durumu, uzun bir sürenin ardından IŞİD’e karşı savaşa tam anlamıyla katılmaktan ziyade, Erdoğan’ın Kürt karşıtı güç oyununun Washington tarafından kabullenmesini sağlamak için gerçekleştirildiğinden şüphelenmemek oldukça güç.   
  
Obama yönetimi haklı olarak Türk üslerine erişime oldukça önem veriyor. Bu üslerin Irak ve Suriye’deki çatışma alanlarına yakınlığının, IŞİD’le savaşmakta olan koalisyon güçlerinin elini büyük ölçüde güçlendiren bir faktör olduğuna şüphe yok. Buradaki sorun, bu işin maliyetinin ne olacağıdır. 

Gerçek şu ki; hem YPG hem de PKK, Irak-Suriye sınırının her iki tarafında IŞİD’e karşı mücadele veren gruplar arasında en etkili olanlardır. Aslında Suriye’deki çatışma sahasında, YPG kadar hiçbir kara gücü IŞİD’in elinde bulunan bölgeleri alamamış veya güvenilir bir ortak olarak Amerikan hava güçlerine onun kadar hizmet verememiştir. 

Türk ordusu PKK’ya saldırılarını sınırlandırsa ve YPG’yi rahat bıraksa bile, gruplar arasındaki bağlantılar açısından Türkiye’nin tavrı, Amerika öncülüğündeki savaşa Kürtlerin tam iştirakini kaçınılmaz bir şekilde zayıflatan önemli bir hedef saptırma işlevi görecektir.    

Erdoğan’ın duruma kayıtsız bir şekilde gücü elinde bulundurma isteğinin sonuçları, Türkiye açısından çok daha kötü olabilir. Erdoğan, Türk-Kürt çatışmasını yeniden tutuşturarak söndüremeyeceği bir ateş yakmıştır. Tüm temel göstergeler gidişatın yanlış olduğuna işaret etmektedir. Politik kutuplaşma ve toplumsal gerilimler patlama noktasına gelmiştir. Ekonomik bir kriz yaklaşmaktadır. Basın özgürlükleri devamlı saldırı altındadır. Ümitsiz bir şekilde gücü elinde tutma arzusu taşıyan bir despot, bu uğurda her şeyi yapmaya hazır görünüyor-  ülkenin parçalanması,  istikrarlı ve üniter bir devlet olarak Türkiye’nin geleceğinin tehlikeye atılması pahasına. 

Türk halkının Erdoğan’ın entrikalarına inanıp inanmayacağı belli değil. Yakın zamanda gerçekleştirilen anketler bunun gerçekleşmeyeceğini ortaya koyuyor. Büyük bir kesim Erdoğan’ın başkanlık sistemi talebine muhalif olmayı sürdürüyor. Koalisyon görüşmelerinin başarısızlıkla sonuçlanmasından dolayı onu suçlu olarak görüyorlar. Erdoğan tarafından yürütülen PKK karşıtı kampanya tam tersine HDP’ye olan Kürt desteğini konsolide ediyor. (AKP’nin) Yeniden parlamento çoğunluğunu sağlayamama şansı ise hiç de az değil. 

Özellikle de 1 Kasım’da gerçekleşecek seçimlerde istediği sonucu elde edemeyeceğini hissederse, Erdoğan’ın ne kadar ileri gideceğini kimse kestiremiyor. Muhalif medya üzerinde çok daha sistematik bir baskı mı kurulacak? HDP, tamamen hukuk dışı terörist bir organizasyon haline mi getirilecek? (HDP) lider kadrosu tutuklanacak veya onlara çok daha kötüsünün olmasına izin mi verilecek? 

PKK’ya karşı yürütülen savaş, ülkenin tamamen olağanüstü hal durumuna geçirilerek seçimlerin tamamen iptali için bir bahane olarak mı kullanılacak? Şu ana kadar (Erdoğan’ın) yapmış olduğu şeylere bakıldığında, ne kadar korkunç olursa olsun hiçbir şey olasılık dışı görünmüyor.  
     
Bu gerçekten çok korkutucu bir durum. Fakat Türkiye’yi bu talihsiz konuma getiren Erdoğan’dır. Obama yönetiminin bu koşullarda kendi payına düşen görev, bütün olumsuz senaryolara hazır olmasıdır. Şüphesiz (ABD), gerçekleşebilecek olumsuz senaryoların hiçbirinde kendisinin bir suç ortağı olarak görülmesine izin vermemelidir. Erdoğan’ın aşırılıklarına engel olunmasına yönelik açık mesajlar verilmeli ve çok geç olmadan Kürtlere karşı yürütülen savaşı durdurmak için üzerinde baskı kurulmalıdır. 

Erdoğan’ın Türkiye’nin iyiliği aleyhine gerçekleştirdiği eylemlerin sürmesine yönelik olarak Washington’un ona karşı güçlü ve kamuoyuna açık bir şekilde konuşmaya hazır olması gereklidir-Türk üslerine erişim imkânını kaybetme riski pahasına. Bu erişim şüphe yok ki önemlidir. Fakat hayati bir NATO müttefikinin demokrasisi ve istikrarı, gözlerimizin önünde sistematik olarak altüst edilip yıkılırken sessiz kalma pahasına değil. 

John Hannah / 21 Eylül 2015



Tamer Güner, 08.10.2015, Sonsuz Ark, Çevirmen Yazar, Çeviri, 



Makalenin Orijinali:
http://foreignpolicy.com/2015/09/21/erdogans-deadly-ambitions-turkey-elections-president/

Seçkin Deniz Twitter Akışı