4 Haziran 2021 Cuma

SA9234/KY1-CÇ768: Muhalefet'in İflâsı: Şehbenderzâde Filibeli Ahmet Hilmi- 1. Bölüm (2)

Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk

İttihat ve Terakki partisi her ne yapsa, bir "Türk Partisi" şeklini yitirmeyecek ve sürekli Türk olmayan unsurların muhalefet ve karşı çıkışlarına maruz kalacaktı. Bu, Türklerin tarihi hatalarının zorunlu bir sonucuydu. Anayasa gereğince resmi dil ve eğitim Türkçe idi. Bu nitelik, farklı etniklerce Türklüğün tahakkümü şeklinde değerlendiriliyor ve unsurları "Türkleştirmek" için bir araç olduğu sayılıyordu. Arnavutlar, ulusal bir edebiyata ve yetkin bir dile sahip değilken bile ileri gelenleri Arnavutçanın yerel dil olmasını arzu ediyorlardı.

İttihat Terakki Partisi, aşırılık ve gafletin cezasını pek acı şekilde çekiyordu. Meşrutiyete henüz yeni kavuşan bir memlekette hükümete 'Parlamentarizm' şekli vermek, hem memleketin seviye ve gereksinimini anlamamak ve hem de toplumsal değişim yasalarını inkâr etmekti. 

Çoğunluk Partisi, bir geri adım atmak ve İngiltere biçimi meşrutiyete yaklaşmak gereğini duyumsuyordu. Buna artık çoğunluk denilemeyecek kadar zayıflamış bir çoğunlukla yönetmek de ekleniyordu. Bunun üzerine çoğunluk partisi 30. maddeyi değiştirerek meclisi dağıttı. Yeniden yapılan seçimde çoğunluk partisi adil davranış dışı sayılacak derecede ve adeta gereksiz bir şiddet gösterdi. Alelade bir çoğunlukla yetinmeyeceği şekilde hareket etti. Seçimde muhalefete karşı hükümetin bütün gücünü kullandı. Önceki mecliste yüzden fazla muhalif vekil varken yeni mecliste ancak beş muhalif vekil bulunuyordu.

Bu kişiler, görünürde muhalefeti ezmişken, gerçekte muhalefetin genişlemesini ve başka bir şekilde güçlenmesine neden oldu. İttihat Partisini bu defaki zaferi, gerçekte yenilgiydi. Seçimde gösterilen şiddet, Arnavutluk ayaklanmasına bahane oldu. “Bahane” diyoruz, çünkü Arnavutluk ayaklanmasının tek etken ve teşviki seçim konusu değildi. Bundaki nedenler bir taraftan hükümetin yanlış görüşleri ve diğer taraftan Arnavut yöneticilerinin ihtiras ve menfaatperestliğiydi. İş başında bulunan yöneticiler, güçlü bir Osmanlı Milleti yaratmak amacını beslemişti. 

Halbuki hali hazırda meşrutiyetle beraber ülke unsurlarının hemen her birinde “milliyet” duyguları uyanmıştı. her unsur, kendi bölgesinde kendi dil ve adetinin egemen olmasını arzu ediyordu. Osmanlı memleketinde kaç unsur varsa, o kadar merkezi idare, dini ve siyasi vardı. Bu merkezleri bariz sıfatı "Türklük" olan bir merkeze bağlama arzusu, yasal olsa bile imkânsız bir amaçtı. 

İttihat ve Terakki partisi her ne yapsa, bir "Türk Partisi" şeklini yitirmeyecek ve sürekli Türk olmayan unsurların muhalefet ve karşı çıkışlarına maruz kalacaktı. Bu, Türklerin tarihi hatalarının zorunlu bir sonucuydu. Anayasa gereğince resmi dil ve eğitim Türkçe idi. Bu nitelik, farklı etniklerce Türklüğün tahakkümü şeklinde değerlendiriliyor ve unsurları "Türkleştirmek" için bir araç olduğu sayılıyordu. Arnavutlar, ulusal bir edebiyata ve yetkin bir dile sahip değilken bile ileri gelenleri Arnavutçanın yerel dil olmasını arzu ediyorlardı. 

Halbuki oralarda Türkçe eğitimin gelişmesi, Arnavutçanın yerel dil şeklinde kalmasını ve belki gelecek Arnavut kuşağının bir dereceye kadar Türkleşmesini sağlayacaktı. Arnavutluk, yarı göçebe bir topluluk halinde kalmış ve hala kabile bölünmelerini sürdürmekteydi. Bu nedenler Arnavut yöneticileri birtakım derebeyleri konumunda olup halktan kendi hesaplarına vergi almak cinsinden yarar sağlıyorlardı. Orada devlet otoritesinin sağlanması buradakilerin iflası demekti. Sonra da iktidar, iki de bir karışıklık çıkarmaya alışmış olan Arnavutları cezalandırmıştı. 

Yüz yıllık kan davalarını unutmayan Arnavutların bu cezalandırmaları bir tür kan davası şeklinde görmesi doğaldı. İşte bütün bu nedenlerin etkisi altında bir ayaklanmaya hazırlanmış olan Arnavutlar seçim bahanesiyle isyan bayrağını açtı. Hükümet Arnavutluk’a tekrar asker göndermek istedi. Ancak muhalefet, orduya dahi sızmıştı. Bazı taburlar itaat etmedi ve askerlerden oluşmuş yeni bir muhalif parti ortaya çıktı: Halaskârlar.

***   ***   ***

Zavallı memleket, felaketlerin içinde kalmıştı. Ancak felaketin en büyüğü, ülkenin savunma gücünde (askeri kurumda) ortaya çıkacak ayrılıktı. Böyle bir felaket de bekleniyordu. Ordu, inkılapta önemli bir rol oynadıktan sonra siyasetle uğraşmaktan vazgeçememişti. Önceleri ordudaki kuvvet komutanları partiye (ittihat) mensup askerle tarafsız askerlerden ibaretti. ancak bazı subayların bir siyasi partiye katılmaları uygun görülüyordu. İktidar partisine üye subaylar fazla bir güce sahip bulunuyordu. Yine, subaylardan bir bölümünün sivil yönetimde yer almaları, diğerlerinin rekabet ve kıskançlığa yol açıyordu. 

Yeni Ordu Teşkilatı da subaylara pek kötü etki etmişti. Alman ordusunda olduğu gibi, kurmaylara büyük bir rütbe verilmemesi ve komuta sırasına geçebilmek için kurmay olmanın şart koşulması, subaylar içinde hoşnutsuzluğun artmasına ve muhalefete meyletmesi de çoğaltmıştı.

Birçok subay, ordunun siyasetle uğraşmasının tehlikelerini görüyordu. Bunun için birçok yerlerde "ordunun siyasetten ayrılması, subayların sivil kurumlarda çalıştırılmaması" gibi esaslar üzerine dayalı bir takım guruplar meydana getirilmişti. Bu gurupların delegeleri İstanbul’da toplanarak tek bir kurul oluşturdukları zaman iş askeri istekler şeklinden çıkarak bir "muhalif siyasi parti" şeklini almıştır. Burada iki gerçeği kamuoyuna göstermek isteriz. Gerek Halaskâr hareketine ve gerek Arnavutluk İsyanına karşı muhalif kesimin tümü aynı davranmamıştır.

Arnavutluk Ayaklanmasını yöneten kadronun itilaf partisiyle "resmen" ilişkisi yoktu. "Resmen" diyoruz, çünkü ayaklanmayı yönetenlerin bir kısmı itilaf partisine üyeydi. Arnavut başkanları, itilaf partisine bir heyet göndererek bir ilişki kurmaya kalkışmışlarsa da parti yönetimi Arnavutluk hareketini "İsyan" sayarak, ilişki kurulmasını uygun bulmamıştır. Partinin böyle davranması Başkan Fuat Paşa ile Lütfi Fikri ve arkadaşları gibi "siyaset dairesi" haricine çıkmayı bir parti siyasetine uygun bulmayan kişilerin düşünceleriyle olmuştur.

Yine Halaskârlar da itilaf partisi ile "resmen" bir ilişki kurmamıştır. Yine "Resmen" diyoruz, çünkü Halaskârlar içinde İtilafa üye subaylar bulunduğu da malumdur. Bu yüzden Parti yönetiminde bazılarının Halaskâr hareketinde yabancı kaldığı iddia olunamaz. Partinin resmi tarafsızlığında dahi Lütfi Fikri beyin çabaları görülmüştür.

Halbuki Arnavutluk hareketinde gerek Prens Sebahattin Bey ve gerek Şerif Paşa daha faal bir rol üstlenmişlerdir. Hatta o vakit Gümülcineli İsmail Beyin partideki beyanatına göre Sebahattin Bey, Arnavutlarla "İtilaf" namına anlaşma yapmıştır. Devrik hükümdarın tüfekçilerinden Celal Paşazade Emin Bey, Prens ile Yakovalı Rıza Bey arasında haberleşmeler oluyormuş, bu kişi her hafta İstanbul ile Üsküp arasında geliş gidişler olmakta ve partisinin ilişkisini sürdürmekteymiş.

Gümülcineli İsmail Bey, Mahir Said ve Rıza Nur Beyler dahi Arnavutlarla İtilaf adına ilişki kurmuş ve para almış olmakla suçlanmışlardır. Gerçek ise şundan ibaretti:

Rıza Nur Bey sürgün yaşamında Yakovalı (Yakoli) Rıza Bey'le tanışmış. Arnavut İsyanının olduğu zamanda Yakoliye İtilaf Partisine katılması teklif edildiği vakit, Yakoli bu partide kimlerin olduğunu sormuş, sürgün arkadaşlığı nedeniyle Rıza Nur Beyi söylemişler. İşte bu nedenle aralarında haberleşme gerçekleşmiş.

Gümülcineli İsmail Bey'in o zamanki rivayetine göre Prens Sebahattin Bey, Halaskâr yöneticisi diyerek sahte üniforma giydirdiği bazı adamları da Arnavut yöneticilerine göstermiş. Bu rivayetlerin mahiyeti her ne olursa olsun, Prensin gerek Arnavutluk İsyanı yöneticileriyle ve gerek Halaskârlarla özel ilişkisi vardı.

Rıza Nur Bey ve Mahir Said Beyler, İtilaf partisinin ileri gelenlerini toplantıya çağırarak, toplantıda, "Arnavut ayrılıkçıları başkanlarıyla gizlice itilaf adına ilişki kurduklarının ve para aldıklarının kanıtlanmasını, aksi takdirde bunu dile getirenlere alçak nazarıyla bakacaklarını," söylemişler ve böyle bir parti ile memlekete hizmetin mümkün olmadığını beyan ile istifaya kalkışmışlar ise de Şaban Efendi'nin parti adına özür dilemek ve Hüsnü Paşanın iyi yönetimi partinin (itilaf) çöküşünü bir süre daha geciktirmiştir.

*** *** ***

İç durumumuzun böylesine karma karışık bir hale girdiği zamanlar Panislavistler ve Avrupa, iki asırdır çalışılan bir amacın gerçekleşmek üzere olduğuna kanaat getirmişti: Türkleri Avrupa’dan çıkarmak. Bu amacı gerçekleştirmek için girişimler yapıldığını bütün dünyada yalnız biz görmüyorduk. Siyasal düşmanlık ve kişisel çıkarlar gözlerimizi o derece kaplamıştı ki biricik eylemimiz; Rakip olsun da ne yüzden olursa olsun, olmuştu. Arnavut başkanları ayaklanmayı sırf kendi etnik çıkarları adına yapıyorlardı ve Osmanlının geleceğine ilişkin hiçbir önem vermiyordu. 

Halaskâr grubunun bir bildirisi darbeyi çağrıştırınca Sadi Paşa istifayı tercih etti. Bu istifa, İttihat hükümetinin düşüşü demekti. Gerek darbe başkanlarının koşullara uyması ve gerek Halaskârların bildirisi "İttihat hükümetinin düşmesi, meclisin dağıtılarak yeniden seçimin yapılması" gibi esaslardan ibaret olmakla, iktidara "Gazi Muhtar-Kamil" paşalar kabinesi geldi.

Avusturya siyaseti, Panislavistler hareketinden meydana çıkmak üzere olduğunu görünce, kendisine Rumeli’nde yeni bir nüfuz aracı meydana getirmek arzusuna düşerek, bilinen özerklik projesini ortaya attı. Avusturya siyasetinin bu girişimi, Panislavistler hareketi daha büyük bir süratle çalışmaya başladı. O vakte kadar yalnız bize gizli kalmış olan "Balkan İttifakı" ortaya çıktı. Avrupa, sorunu çözmek için Rumeli’ne Batılı Büyük Devletler gözetimi altında bir tür özerk idaresini önerdi. Bu öneri, darbe ve duyurunun niteliğine göre doğaldı. Gazi Muhtar kabinesi (yaklaşık olarak) bir adem-i merkeziyet ve "Türklük Esası Olmamak Üzere bir tür Yeni Osmanlılık" kabinesiydi. Yaklaşık olarak diyoruz, çünkü Gazi Muhtar-Kamil Kabinesi uyumsuz ve renksiz bir kabineydi.

Kabine, Batılı Büyük Devletlere verdiği cevapta, Avrupa kontrolünden başka özellikleri de kabul ettiğini bildiriyordu. Kabine bununla birlikte bu konularda büyük bir beceriksizlik gösterdi. Yenileşmede istenilen şeyleri Berlin Konferansındaki özel maddelere uygun yapacağını gazetelere ilan etti, bu şekilde milleti heyecana getirdi.

Millet, hükümetin gerçek durumunu bilemezdi. Milletin, ordusu hakkında bakışı istendik ve umudu çok büyüktü. Bununla birlikte kabinenin ilan ettiği düşünceleri beğenmedi. Kabine, kamuoyunun isyanı karşısında dayanıklılık gösteremeyerek görüşlerinden geri döndü. Ancak bu şekilde Avrupa ve Balkanlıları kuru bir vaat ile oyalamak yolunu seçti.

Bununla birlikte Balkanlarda savaş ilanı için gereken gerekçeyi elde ettiler. Artık dört küçük hükümetin birlikte saldırmasıyla İtilaf Partisine katılmış olan Rum gurubu ileri gelenleriyle bazı İtilaf ileri gelenler ez cümle Şaban Efendi görüşmeler yaparak Yunanistan’ı İslav hükümetlerinden ayırmanın mümkün olup olmadığını araştırdılar, Rumlar, hükümete önceleri sundukları önerilerin kabulü halinde Yunanistan'ı Balkan ittifakından ayıracaklarını kesin olarak vaadettiler.

Bunun üzerine Şaban Efendi, Rum ileri gelenleriyle görüşmesi ve bu önemli soruna güzel bir son vermesini İçişleri Bakanı Daniş Bey'den rica etti. Daniş Bey, görüşmeyi kabul etmekle beraber işi sürüncemede bırakarak geçiştiriyor ve "Pek önemli işlerle meşgul olduğu için olacak ki" Rumlarla görüşmek içi zaman bulamıyordu.

Daniş Bey'in bu önemli işe önem vermediği gibi araştırması üzerine Şaban Efendi, Boşo Efendiyi Kâmil Paşa'nın huzuruna götürdü. Kâmil Paşa, Boşo Efendinin isteklerini iyi niyetle dinledi, önerilerin inceleyeceğin vaat etti, gerçekten önerileri inceleyerek, kabul edilebileceklerini bildirdi. Öneriler iç işlerine ait ve kabul edilmesi mümkün şeylerdi. Kâmil Paşa ile Rum Patriği İoakim Efendi'nin görüşmesi ve işin sonlandırılması kararlaştırılmıştı. Ne yazık ki Daniş Bey söylenildiği zamandan Kâmil Paşa ile karar verilen zamana kadar hayli bir süre geçmiş ve artık savaş kaçınılmaz bir hal almış ve Karadağ sınırı saldırıya uğramıştı.

Boşu, görüşmeyi genişletmek için tekrar Kâmil Paşa'ya müracaat ettiği vakit, Kâmil Paşa açıklama gereği duymayarak görüşmenin mümkün olmayacağını bildirmekle Boşo:

"Bizimle mi, yoksa ülkenin kaderiyle mi alay ediyorsunuz?" diyerek sinirle oradan ayrılmıştır. Şaban Efendi'nin tekrar Kâmil Paşayı gördüğü zaman, Kâmil Paşa, Karadağ’ın saldırısı savaşı zorunlu bir hale getirmesinden ötürü görüşmelerin bir yarar sağlamayacağını söylemiştir.




Cemal Çalık, 04.06.2021,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, 




Sonsuz Ark'tan
  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
  4. Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.

Seçkin Deniz Twitter Akışı