11 Ağustos 2017 Cuma

SA4710/KY57-AHCZD34: İslâm'ın Kavramları: Fısk-Fâsık

"Hiç mü'min olan fâsık gibi midir?"( Secde, 32/18.)


بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم


Bizi hidâyete erdiren ve kendine imân etme şerefini nasip eden, küfür ve şirkten nefret ettiren, modern tâğutlara boyun eğdirmeyen âlemlerin rabbi olan Allah’a kâinattaki zerreler adedince hamd’u senâ, üsve’i-hasene olan Resûlü Muhammed Mustafa’ya salât u selâm olsun. 

İSLÂM’IN KAVRAMLARI: FISK-FÂSIK


“Feseka an emri rabbih = Rabbinin emrinin dışına çıktı” (Kehf,18/50.)

Türkiye'de, kavramlar o derece karman çorman ele alınıyor ki; değil bir şekilde anlaşmak asgari bir diyalog kurmak bile imkansızlaşıyor. Alev Alatlı, toplumun yaşadığı bu kavram karmaşası ile birlikte bir tür psikolojik rahatsızlık olan “Afazi”ye tutulduğunu iddia etmiştir. Batılı yaşam tarzının Türk toplumuna gittikçe yerleşmesi maddeci bir kâinat algısını ve beraberinde ahlâk kaosunu getirmiştir. 

Türk toplumu Alatlı’ya göre, toplum mühendisliğinin de insanı şekillendirmesiyle günümüzde tam anlamıyla her şeyi –mış gibi yapan bir toplum haline gelmiştir. Alatlı, yabancılaşmanın, Türk insanını patolojik bir vakıaya indirgediğini belirtmiştir. Yabancılaşma, insanın kendisini ‘el gibi’, yabancı gibi algıladığı patolojidir. 

Yine Alatlı, kendi yapısına ve dokusuna ters düşen bir yabancılaşmayla birlikte narsizmin, sadizmin, mazoşizmin ve nekrofiliyanın Türk toplumunun damarlarına enjekte edildiğini iddia etmiştir. Ona göre, ana sorunumuz tam da budur, yani yabancılaşmadır. [1] 

Alatlı’ya göre, batılılaşmaya çalışan Türk toplumu ise öncelikle Batı karşısında bir yenilmişlik duygusuna kapılmış, sonrasında Batılı kavramların diline yerleşmesi ile bir tür kavram karmaşası yaşamıştır. Türk entelektüel çevresince bu kavram karmaşası onskürantizm olarak adlandırılmıştır. Alatlı’nın, Türk toplumunun yaşadığı bu kavram karmaşası ile birlikte bir tür psikolojik rahatsızlık olan “Afazi”ye tutulduğunu iddia etmiştir.[2]

Bununla beraber bir kavram kargaşası da yaşamaktayız. Kavram karmaşası, Türk insanının günlük hayattan akademik bilgiye kadar karşılaştığı yeni kavramları özümseyememesidir.[3] Alatlı, Türk toplumunun yabancılaşma sürecinde önemli evrelerden birisinin yaşadığı kavram karmaşası olduğunu dile getirmiştir. Kavram karmaşası, Türk insanının günlük hayattan akademik bilgiye kadar karşılaştığı yeni kavramları özümseyememesidir.[4] 

O, Batı’nın baskısı ile oluşan bu etkiyi yine Batılı literatürden bir kelime ile ifade etmeye çalışmıştır. Bu kelime obskürantizmdir. “Alatlı, obskürantizmi, ilerlemeyi ve aydınlanmayı önlemek amacıyla kavram ve meseleleri muğlaklaştırmak, saklamak, olduğundan başka türlü göstermek, karartma, üstünü örtme, afazi (Alatlı, 2002a: 2) kavramlarıyla tanımlamıştır.[5] 

Alatlı, Türk toplumundaki kavram karmaşasının, toplumsal bilincin çökmesi sonucunu verebileceğini belirtmiştir. Ona göre, yaşanılan kavram karmaşası, kültürel kodlarımızın, yeni ve sürekli haldeki anlamlarla silikleşmesiyle mümkün olmuştur.[6] Alatlı, hem kavramların anlam kaybı, hem de kavrama yetisinin kaybıyla ortaya çıkan tablonun büyük resmini betimlemiştir.[7]

Aynı kavramları kullansak ta bu kavramlardan aynı şeyleri anlamayabiliyoruz. Öyle ki Alatlı'ya göre, hak ve haksızlık gibi kavramlar kullanım dışı kalmıştır.[8]  O, yabancılaşmanın sürgit hâkim olduğu bu ortamda, onur, vakar, fedakârlık, iyilik gibi kavramların fiyatları olmadığından yok olduklarını iddia etmiştir.[9] Bunun sonucunda Alatlı, bireyin kendisini satılığa çıkarması, hangi kimliği ile en çok beğeni topluyorsa, o kimliğe soyunması gibi bir kimlik bunalımının yaşandığını ifade etmiştir” (Alatlı, 1991: 8).[10]  

Bu yabancılaşma da vahiy dışı, kültürel İslam denilen şeyle yoğrulmuş, keşif/rüya ile konumunu güçlendirebilen, takiyyeci, bâtıni (ezoterik) ve mistik (gizemli) anlayışında büyük etkisi bulunmaktadır. Aynı yabancılaşma ve kavramların içinin boşaltılması ya da kavramların anlaşılamaması durumu iman, adalet, velî, küfür, şirk, nifâk, fısk, tâğut, cihâd vb. kavramlar içinde durum aynıdır.

Alatlı’ya göre, “laiklik söylemi, Türkiye insanının elinden vahiye dayalı ahlâk anlayışını aldı. Bundan böyle, rüşvet almayı, yalan söylemeyi, zulmü, ‘Müslüman Allah’ı yasakladığı ya da Peygamber öyle söylemediği için yapmamazlık etmeyecektik. Cehennem bizi dizginleyen bir korku olmaktan çıktı. Gökyüzünde bir yerlerde cayır cayır yanan ateşe inanmıyorduk artık. Vahiye dayalı ahlâk sistemi gitti, ama yeri boş kaldı. Onun yerine akla dayalı bir ahlâk sistemi de konmadı. Sonuç, Batılıların nicedir, yakındıkları ‘relativistik’ görecelikçi ahlâk sisteminin yerleşmesi oldu. 

Herkesin ahlâkının kendine göre olduğu bu düzenlemede, haz veren şey ‘iyi’, haz vermeyen şey ‘kötü’dür diye öğreten hedonist ahlâk yeşerdi. Hedonist ahlâk, tanımı itibariyle özneldir. Öznel ahlâkın kabul görmesi, ‘güçlü’nün kendi kurallarını dayatmasıyla sonuçlanır. Otoriter ahlâk sistemi yabancılaşmayı, yabancılaşma otoriter ahlâk sistemini güçlendirir, Türkiye insanını dayatılan her değeri kabule zorlayan patolojiyi bu sistemin yerleşmiş olmasında aramak gerekir… Türkiye insanını muhakeme etmekten, davranışlarının sahici sonuçlarını öngörmekten alıkoyan, direnme gücünü elinden alan, sindiren, aciz bırakan, ezen, akıldışı otoritedir” (Alatlı, 2007a: 624). Alatlı, günümüzde evrensel mahiyette hâkim olan göreceli ahlâk anlayışının kişiye göre değişmesi sebebiyle neredeyse insancıl hiçbir konuda mutabakata varamadığını ifade etmiştir. [11] Her türlü geri kalmışlığımızın nedeni olarak şartlandığımız İslamiyet’in vahiye dayalı ahlâk sistemini reddedeceğiz diye, özgürlük-kölelik, doğru-yalan, haysiyet-çıkarcılık, sadakat-ihanet gibi, insanoğlunu mağaradan çıkaran binlerce kavram arasındaki seçimi bireylerin keyfine, demokratik oylamaya bırakamayız.[12]

Bu yabancılaşmadan da icat çıkartmadan, Allah’ın bize kurtuluş reçetesi olarak gönderdiği vahyi ve o vahyi bize tebliğ eden “en güzel örnek” olan Muhammed Mustafa’yı çok iyi tanımadan kurtulabilmek mümkün gözükmemektedir.

GİRİŞ

Kur’an da Allah, insanı “boş ve anlamsız bir oyun için” (Mu’minun,23/115) değil, kimin daha güzel iş yapacağını denemek için yarattığını (Mülk, 67/2; Cin, 72/17) belirtmiştir. Onun değerliliği ve üstünlüğü ancak, kendisine bu kadar önem ve değer veren, Allah’ın emir ve yasaklarını dikkate alması ve sadece O’na kulluk etmesi şartına bağlanmıştır (Tûr, 52/56; Fatiha, 1/5).

Kur’an gündelik yaşamda dahi insanın kendi eliyle kendisini tehlikeye atmamasını isteyerek (Bakara, 2/195), yapmış olduğu iyi ya da kötü eylemlerin sorumlusunu bir başka yerde aramak yerine, sorumluluğun bizzat kendisinde olduğunu belirtmiştir. Bu durumu, “Kim doğru ve yararlı bir iş yaparsa, kendi iyiliği için yapmış olur ve kim de kötülük yaparsa kendi aleyhine işlemiş olur…” (Fussilet,41/46),[13] şeklinde açıklayarak, bizzat insanın sorumluluğu kendisinde araması gerektiğini vurgulamıştır. Aslında bu sorumluluk, sadece bireysel planda değil, toplumsal alanda da geçerlidir. Zira Kur’an, geçmiş kavimlerden örnekler verirken, onların helak olmalarının nedenini bizzat kendi eylemlerinin sonuçlarına bağlamaktadır.[14] 

Ayrıca Kur’an, bu kavimlerin helak olmasının sadece muayyen kişilerin kötülüklerinin ve fesatlıklarının bir sonucu olmadığını, aynı zamanda, o kötülüklere engel olmayan kişilerin de sorumlu tutup, hepsinin birden helak edildiğini belirtmektedir. Kur’an’a göre, bir toplumda sadece bireysel olarak iyi olmak yetmemekte, o toplumun huzurunu bozan kişilerin olumsuz tutum ve davranışlarının da engellenmesi gerekmektedir (Hûd, 11/ 116-117). Ancak bu takdirde, bir bütün olarak o toplumun kurtulması söz konusu olabilir.

Kur'an'ın öğretisi uygulamaya ve insanlığın mutluluğuna yöneliktir. İnsana Yaratıcısıyla ilişkilerinde yol göstererek, fıtrat çizgisinde tutmayı, (Buhari, Cenaiz, 80; Müslim, Kader, 23; Krş. Rum, 30/30.) tehlikelerden korumayı hedefler.(Tahrim, 66/6.) Kur'an'a göre insanı yaratan Allah'tır. (En'am, 6/102; Ra'd, 13/16; Hıcr, 15/28; Fatır, 35/3.) O, yarattığı insanı irade ile donatmış ve işlevinden yükümlü tutmuştur. (En'am, 6/131-132; İsra, 17/15; 27/92-93; Zümer, 39/41; İnsan, 76/3; Beled, 90/10.) Allah insanı halife olarak seçmiş,(Bakara, 2/30; En'am, 6/165; Bakara 2/34; Araf, 7/11,172-173; Hıcr, 15/28- 30.) yaratılanları da onun hizmetine vermiş, (Bakara, 2/29; Casiye, 45/13.) onu, aklı, iradesi, iyi ve kötü fonksiyonları yapabilmesi açısından diğer yaratıklardan ayırmıştır. Dolayısıyla insan fiillerinden hesap vermek durumundadır. (Müddessir, 74/38; Tur, 52/21; Zilzal, 99/7-8; Maide, 105.) Kur’an-ı Kerim Hakk ve bâtıl’ın yanında iman, küfür, şirk, nifâk ve fıskı da detaylı bir şekilde anlatmıştır.

Günümüz insanının muhtemelen en önemli sorunu, inanç ve ahlaki değerler sorunudur. Her ne kadar insanlık bir bütün olarak, geçmişle kıyaslanamayacak derecede ekonomik, bilimsel ve teknolojik açıdan gelişmeler kaydettiyse de, aynı başarıyı insani değerler açısından ortaya koyamadığı gibi, belki de geçmişe kıyasla önemli derecede gerileme göstermiştir. 

Bugün, Kur’an’ın muhtelif yerlerinde bahsedilen, geçmiş kavimlerin helak olmalarına neden olan toplumsal ahlaki krizlerin aşağı yukarı tamamının, hatta daha ileri boyutlarıyla yaşanmakta olduğunu görmekteyiz. Üstelik, bu tür ahlaki yozlaşmalar, adeta bireysel bir hak ve özgürlük alanı olarak görülmekte ve değerlendirilmektedir. İşin daha da düşündürücü tarafı, yabancılaşma, vurdumduymazlık ve ahlaksızlıkların sadece endüstrileşmiş ülkelerde değil, pek çok İslam ülkesinde de farklı boyutlarda yaygın bir şekilde yer almasıdır.

Günümüzde başta batı toplumları olmak üzere insanlığın büyük bir kısmının ilahi dinlerin getirdiği değerler ve hedeflerden uzak bir yaşam sürdürdüğünü görmekteyiz. Ne yazık ki günümüz Müslümanların da da durum çok farklı görünmemektedir. İşte bu noktada sadece Müslümanların değil, tüm insanlığın Kur’an’a bakmaları; ondan gerçek değer ve hedefleri öğrenmeleri gerekmektedir. Zira, Kur’an sadece belli bir topluma ve zamana değil, tüm insanlığa ve zamanlara gönderilmiş ilahi bir kitaptır. Kur’an’ın insan için hedeflediği, takva, dünya ahiret dengesini ayarlama, sosyo-ekonomik adaleti sağlama, örnek bir toplum (ümmet) oluşturma, bir inanç toplumu inşa etme ve dünya barışını tesis etme gibi konularda ciddi problemler yaşamaktayız. 

Kur’an-ı Kerim’de müşrik, kâfir, münafık ve fâsıkların özellikleri olarak zikredilen hususların bir çoğunun -sanki demokratik bir hakmış- gibi Müslümanlar tarafından da hiç çekinilmeden işlenmesi gibi bir problemimiz bulunmaktadır. Müslüman kimliği altında rahatlıkla müşrik, kâfir, münafık ve fâsıklar gibi düşünen ve yaşayan; gitgide başkalaşıp/yabancılaşıp Allah’ın razı olmadığı “müşrik, kâfir, münafık ve fâsıklar” a  inanç ve amel boyutuyla –bilinçli ya da bilinçsiz-benzemeye başlayan tipler oluşmaktadır. Bu son derece tehlikeli bir gidişattır.

"Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki (onlar da) sizin gibi bir ümmet olmasın. Biz Kitap'ta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır. Nihayet (hepsi) toplanıp Rablerinin huzuruna getirilecekler." (En’âm 6/ 38.) Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın hükümranlığını ifade eden âyetlerin (Hacc 22/ 56; el-Furkan 25/ 26; el-İnfitâr 82/ 19) önemli bir kısmının âhiret hayatında Allah’ın karar vericiliğiyle alakalı oluşu burada hatırlanmalıdır.[15] “Hüküm Allah’ındır.”( Nisâ 4/ 65; el-Mâide 5/ 47; el-En’âm 6/ 57; Yûsuf 12/ 40; eş-Şûrâ 42/ 10.) Bu fitne ve kaos ortamında gün geçtikçe İslâm aynasına bakıp Müslümanlar kendilerini tanımakta zorluk çekseler de kimin Mü’min olup kimin olmadığına Allah karar verecektir.

Yazı hazırlanırken, Metin Özdemir Beyefendinin yoğun bir emekle kaleme aldığı “Anlam Kaymasına Uğrayan Kur'ânî Bir Kavram: Fâsık” başlıklı makalesinden geniş anlamda istifade edilmiştir.

FÂSIK KAVRAMI

Fısk ve fâsık kelimeleri Kur’an-ı Kerim’de toplam 47 yerde geçer. “Fâsık, lügatta, "çıkmak" anlamına gelmektedir. Nitekim Araplar, hurmaya kabuğundan çıktığı zaman fısk (f-s-k) kelimesini kullanırlardı. Yine fare, deliğinden çıkıp bozgun yaptığından dolayı "fuveysika" olarak isimlendirilmiştir.[16] Bu anlamıyla feseka fiili lügatlarda, "çıkmak" anlamına gelen "harece" fiili ile karşılanmıştır.[17]

Fâsık kelimesi, ‘fısk’ kelimesinden gelmektedir ve Osmanlıca lügatta fâsık, “Günahkâr... Hak yolundan hâriç olan… Allah’ın emirlerine karşı zıt hareket eden... Büyük günahı işleyen veyâ küçük günahta ısrar eden kimse…” anlamlarındadır.[18]

Terim olarak ise fısk, isyan etmek ve Allah'ın emrini terketmek anlamına gelir. Aynı kökten türetilen "fusûk" ise, "dinden çıkmak"( İbn Manzur, a.g.e., II, 1096.) , "itaatten ayrılıp ma'siyete (günahlara ve isyana) dalmak ve yine imandan küfre geçmek"( es-Sicistânî, a.g.e., s. 284.) anlamlarına gelmektedir. Ferrâ (ö. 207/822.), Allah Teâlâ'nın "Rabbinin emrinden çıktı (feseka)"( Kehf, 18/50.) buyruğuna, "Ona itaat etmekten çıktı (harece)" anlamını vermiştir.( İbn Manzur, a.g.e., II, 1096.) Ancak burada, huruc ile fısk arasında önemli bir farkın bulunduğuna da işaret edilmektedir. el-Askerî (ö. 400/1009)'ye göre, fısk Arap dilinde, "kötü bir çıkış" anlamına gelmektedir. Ona göre, fareye fuveysika denmesinin sebebi, "onun deliğinden kötülük yapmak maksadıyla çıkmasından dolayıdır... 

Büyük bir günahla Allah'ın emrinden çıkmaya da bu yüzden fısk denilmiştir. Kısacası, hurucun övüleni ve yerileni vardır. Bu bakımdan, övülenine huruc, yerilenine ise fısk denir."( el-Askeri, Ebu Hilal, el-Furûku'l-Lugaviyye, Mektebetü Basîretî, Kum, 1353, s. 191.) Bu bakımdan, İsrâ Sûresi'nin 16. ayetinde geçen, "fefesekû" ifadesi, "bize asi gelerek emrimizden çıktılar"( es-Sicistânî, a.g.e., s. 108.) , 'bu yüzden onlara azap vâcip (gerekli) oldu'(İsrâ, 17/16.) " şeklinde anlaşılmıştır. Bu anlamıyla fısk ve fâsık kavramları, cahiliyye döneminin Arap dili ve şiirinde asla insanlar için kullanılmamıştır. Bu bakımdan onun, Arap dilinde, terim anlamıyla ilk defa, Kur'ân'ın nuzûlü (inmesi)nden sonra kullanılmaya başlandığını söyleyebiliriz.( el-İsfehânî, Râgıb, el-Müfredât fî Garîbi'l-Kur'ân, Tahran, 1379, s. 387. İbn Manzur, a.g.e., II, 1096.)”[19]

Fâsığın tanımı hakkında çeşitli tarifler bulunmakla birlikte, terim olarak “haktan sapan, Allah’ın emirlerine itaatten ayrılan âsi mü’min veya kâfir” diye tanımlanabilmiştir. Bazı âyetlerde yahudiler, hıristiyanlar, müşrikler ve münafıklardan söz edilirken çoğunun fâsık olduğu bildirilir.( Bakara, 2/99; Âl-i İmran, 3/110; Mâide, 5/47, 59) Diğer bazı âyetlerde ise fısk ve füsuk mü’minlere nispet edilir.( Bakara, 2/197, 282; Nur, 24/4) Fısk ve fâsık kelimeleri hadislerde de geçmektedir. Hz. Peygamberimiz, mü’mine sövmenin günah (füsuk) olduğunu ve fıskla itham edilen kişinin fâsık olmaması halinde bu sıfatın itham edene döndüğünü söylemiş,( Buhâri, Edeb 44; Müsned-i Ahmed, V/181) nimetlere şükretmeyen ve belalara tahammül göstermeyen kadınların fâsık ve dolayısıyla cehennemlik olduklarını haber vermiştir.( Müsned-i Ahmed, 3/428)

Halk arasında fâsık, açıktan günah işleyen demektir. Meselâ, namaz kılmayan, içki içen, kumar oynayan, yabancı kadınlara bakan, hanımını, kızını açık gezdiren bir Müslüman, halk nazârında fâsık olarak bilinir. İşlediği günaha da fısk denir.[20]

İnsanın nefsini hesaba çekmesi sanıldığı kadar kolay değildir. Çevre kültürünün baskısı altında kalan akıl ve daima kötülüğü emreden nefis, meşrû (İslâmî) olmayan amelleri gündeme getirir. Bir İslâm mütefekkiri, “her günah tıpkı şarap gibi sarhoş etseydi, yeryüzünde ayık gezen hiç kimseyi göremezdin” diyerek, önemli bir noktaya işaret etmiştir. Sırat-ı müstakime riâyet eden bir mü’min, değişik sebeplerin etkisi altında gayr-ı meşrû amellerde bulunabilir. İşte bu noktada fısk kavramı karşımıza çıkar. (Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar II/38)

“Râğıb el-İsfehânî’nin (v. 425/1034 civarı) beyanına göre birisi hakkında bu fiil kullanıldığında, onun “şeriat dairesi/kontrolü dışına çıktığı” kastedilir. Ayrıca “fısk”, “küfür”den daha genel bir ifadedir; bu noktada fısk için günahın azlığının ya da çokluğunun bir farkı olmasa da çok günah için kullanımı daha yaygındır. Genellikle şeriatın/dinin hükmünü kabul ve ikrar ettikten sonra onun ahkâmının tamamını yahut bir kısmını ihlâl eden/çiğneyen kimseye “fâsık” denilir. Kökten kâfir olan için de fâsık kelimesi kullanılır; çünkü o da aklın ve fıtratın/bozulmamış insan tabiatının gerektirdiği Allah’a itaat hükmünü çiğnemiş demektir. Râğıb el-İsfehânî, “Mümin olan kimse fâsık kimse gibi midir?” (Secde,32/18.)  âyetini örnek göstererek mümin ve fâsık kelimelerinin birbirinin mukâbili olarak kullanıldığına dikkat çeker; ayrıca fâsıkın kâfirden, zâlimin de fâsıktan daha genel bir ifade olduğunu dile getirir.5 Buna göre kâfir-fâsık-zâlim kelimeleri arasında umum-husus farklılığı bulunmakta olup, kapsam bakımından fâsık, kâfir ile zâlim arasında bir yerde durmaktadır diyebiliriz.”[21]

“Fasık, çoğunlukla, dînî hükümleri kabul edip sorumlu (mükellef) olduktan sonra, onun bütün hükümlerini veya bazılarını ihlal eden kimseler için kullanılır. Gerçekte ise kâfir olan kimselere fâsık denilmiştir. Çünkü o, aklın ve fıtratın gerektirdiği hükmü ihlal etmiştir. Yine şehadet getirdiği ve inandığı halde, amel etmeyen kimselere de fâsık denmiştir.(Cürcânî, Seyyid Şerif, Kitâbü't-Ta'rifât, baskı yeri yok, 1300, s. 110.) Tehanevî ise, yaygın olan kanaate göre, fâsık kavramı yerine fısk ve fusûk kavramlarını kullanarak bunu şöyle tanımlar: "Fısk, dinde, büyük günah işlemek ya da küçük günahlarda ısrar etmektir. Fusûk ise, büyük günah işleyerek Allah'a itaatten ayrılmaktır."(Tehanevî, Keşşâfu Istılâhâti'l-Fünûn, Dâru Sâdır, Beyrut, 1298, c. III, 1132.)” [22]

“Genel bir değerlendirme yapmak gerekirse, İslâm öncesi dönemde daha çok bitki ve hayvanlar (kabuğundan hurmanın, yumurtanın içinden yavrunun çıkması, tohumun filiz vermesi, fare vs.) hakkında kullanılan fısk kelimesinin İslâm’la birlikte “hak yoldan ayrılma, Allah’ın emirlerine itaatsizlik etme” şeklinde daha özel bir anlam kazandığı; hem müşrik, yahudi, hıristiyan ve münâfıkların, hem de dinin emirlerine aykırı hareket eden müslümanların fısk kelimesi ve türevleriyle nitelendirilmeye başlandığı söylenebilir.( Ali Şafak,  “Fısk”, DİA, XIII, 37, İstanbul 1996.)”[23]

“Kur'an'ı Kerim'de tüm insanlar, inanan ve inanmayanlar olarak iki gruba ayrılmışlardır. "O sizi yaratandır. Öyle iken kiminiz kâfir, kiminiz mü'mindir." (Tegâbun, 64/2;Bakara,2/39;Nisâ,4/145;Beyyine,98/6.) 

Kısacası, Kur'an'ın tasnifine göre insanlar, ya cennet ehli ya da cehennem ehlidir. (Beyyine,98/6-7; Bakara, 2/39; Nisâ,4/145; Beyyine, 98/6.) Kur'an'da sıkça anılan müşrikler ve münâfıklar, kâfir kategorisi içerisinde yer almaktadır. Kâfirler, müşrikler ve münâfıklar tereddütsüz cehennem ehlidirler ve orada ebedi olarak kalacaklardır. (Bakara, 2/39; Nisâ, 4/145; Beyyine, 98/6.) Bununla birlikte, Kur'an'a göre, tevbelerin kabul edilmesinin tek şartı mü'min olmaktır. Bu iki grup insanın durumu, aslında şu ayette çok güzel özetlenmektedir: "Allah, erkek-kadın bütün münâfıklara, erkek-kadın bütün müşriklere azap edecek; erkek-kadın bütün mü'minlerin de tevbelerini kabul buyuracaktır..."(Ahzab, 33/73.) Buna göre kalbinde nifak olmayan bir mü'minin, kebîre (büyük günah) işlemiş olsa da tevbe hakkından ve bağışlanma ümidinden dolayı yeri bellidir. O ne kâfir ne de iki yer arasında bir yerdedir. Allah'ın kendisine verdiği isimle mü'mindir.”[24]

KUR'AN'DA FÂSIK:

“Kur’ân’da mastar halinde (fısk-füsûk) yedi, çekimli fiil veya insanın bir sıfatı (fısk sahibi/fâsık) şeklinde kırk yedi yerde geçen fısk kavramının “küfr” kelimesinden daha kapsamlı biçimde bazı âyetlerde “imanın karşıtı”, bir kısmında ise dinin emirlerine “itaatin karşıtı” olarak kullanıldığı, hidâyet ve dalâlet terimleriyle de yakın bir ilişkisinin kurulduğu görülür. Ancak Kur’ân’da fısk/füsûk kelimesinin geçtiği yedi âyette müslümanIarın muhatap alındığı ve fısk kavramıyla meyte, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanların etini yemek, fal oklarıyla kısmet aramak, borç ilişkilerinde karşı tarafa zarar vermek, Hz. Peygamber’e itaatsizlikte bulunmak, müminlerle alay etmek ve onlara kötü lakap takmak gibi küfür ve şirk dışında kalan büyük günahların işlenmesinin, dinin emir ve yasaklarına aykırı davranılmasının kastedildiği görülür.”[25]

Genel bir bakışla, Kur’ân’da fısk olarak adlandırılan davranışları, “imanla ilişkili olan” küfür, tekzip, zulüm, şirk, nisyan, dalâlet, Allah’ın indirdiği ile hükmetmeme, nifak; “amelle ilişkili olan” yalan söylemek, Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvanların yenilmesi, ahde vefasızlık, kâtibe ve şahide zarar vermek, mütraf (şımarıklık ve şehvet düşkünlüğü), eşcinsellik, haccın ruhuna aykırı bazı eylemler ve lâkap takmak şeklinde özetlemek mümkündür.

Kur'an'da fâsık kavramı, lügat anlamına uygun olarak Allah'a itaatten çıkan, günaha ve isyana yönelen kimse anlamında kullanılmıştır. Ancak, bu anlamıyla bazen kâfirleri(Bakara, 2/26,99; Kasas, 28/32; Zuhruf, 43/54; Zâriyat, 51/46.) bazen de münâfıkları (Tevbe, 9/53,80,96.) nitelemektedir.
Kur'an tefsirlerinde fâsık'a, Allah'a itaatten tamamen çıkan(İbn Atıyye, el-Garnatî, el-Muharraru'l-Vecîz fî Tefsîri Kitâbi'l-Azîz, Mağrib, 1977-1981, V, 28.) ya da birtakım emirlere karşı gelen, küfrederek itaatsizlikte bulunan, Allah'ın dininden çıkan, küfür içerisinde isyan eden[26], büyük günah işleyerek Allah'ın emirlerinden dışarı çıkan kimse[27] anlamları verilmiştir. Şimdi bu anlamları ayetlerin ışığında irdelemeye çalışalım. 

"Artık kim bundan sonra (itaatten) yüz çevirirse, işte onlar fâsıkların ta kendileridir." (Âl-i İmran, 3/110.) 

Bu ayette fâsıkın, Allah'a ittatten yüz çeviren kimse olduğu açıkça görülmektedir. Şeytanın itaatten çıkması, feseka fiili ile ifadelendirilmiştir.

"Bir zamanlar Biz meleklere, 'Adem'e secde edin!' demiştik. Onlar hemen secde ettiler. Yalnız İblis secde etmedi. O, cinlerden idi ve Rabbinin emrinden dışarı çıktı (feseka an emri Rabbihi)." (Kehf, 18/50.) 

Fâsıklığın Allah'a itaatten yüz çevirmek anlamına geldiği bu ayetlerden açıkca anlaşıldığına göre, burada asıl tartışmaya açtığımız konuya gelebiliriz. Gerçekten de burada, söz konusu olan itaatsizliğin, çoğunluğun kabul ettiği gibi imanla birlikte bireysel zaaflardan kaynaklanan bir itaatsizlik mi? yoksa iman probleminden kaynaklanan bir itaatsizlik mi? olduğu meselesi konumuzun en önemli noktasını oluşturmaktadır.

Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse, esas mesele, fâsıkın Kur'an'a göre, iman ve amel ilişkisi yönünden konumunun tespit edilmesidir. Dolayısıyla, bu durum açıklığa kavuşturulduğunda, Mürtekib-i Kebîre'nin de durumu aydınlatılmış olacaktır. Kur'an'a göre fâsık, hem akîdevî (inançsal) hem de ahlakî boyutu olan bir kavramdır. Mürtekib-i Kebîre'nin davranışları ise, sadece ahlaki çerçeve içerisinde yer almaktadır. Onun imanı doğrudur, ancak Mâturidî'nin de işaret ettiği gibi, afv (bağışlanma) ümidi, şehvetin esiri olma ve öfkelenme gibi (Maturidî, a.g.e., s. 329.) birtakım psikolojik nedenlerden dolayı büyük günah işlemektedir. fâsıkın ise hem imanı hem de davranışları bozuktur. 

Kur'an'a göre mü'min, Allah'a ve Rasulüne iman ettikten sonra şüpheye düşmeyen ve bu imanını da amelleriyle doğrulayan kimsedir.(Bakara, 2/177; Hucurât, 49/15.) Fâsıklar ise, hak yoldan sapıp eğilmelerinden dolayı Allah'ın kalplerini saptırdığı kimselerdir. Bu gibi kimselere Allah hidayet vermez.(Saf, 61/5.) Yine fâsıklar, ağızlarıyla söylediğini kalpleri desteklemeyen kimselerdir.(Tevbe, 9/8.) Kur'an'da mü'minin kalbi ile fâsıkın kalbi şöyle nitelendirilmektedir: "İman edenlere, zamanı gelmedi mi ki, kalpleri Allah'ın zikrine ve inen Kur'an aşkına coşsun; ve bundan önce kendilerine kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun zaman geçip de kalpleri katılaşmış ve çoğu fâsık olmuş kimseler gibi olmasınlar."(Hadid, 57/16.) 

Görüldüğü üzere, bu ayet fâsıkın hem imanının hem de davranışlarının bozuk olduğunu gayet açık bir şekilde ifade etmektedir. Yine Kur'an'a göre fâsık, bazen kâfir bazen de münafıkın sıfatı olarak zikredilmektedir: "Sana apaçık ayetleri indirdik, onları ancak fâsık olanlar inkar eder."(Bakara, 2/99.) "Onlardan bir kısmı mü'min çoğu ise fâsıklardır."(Al-i İmran, 3/110.) Kur'an'a göre cennet ve cehennem ehli olmak üzere iki grup insan vardır.(Beyyine, 98/6-7.) Cennet ehli içerisine sadece mü'minler (Beyyine, 98/7.), cehennem ehli içerisine ise, kâfir, müşrik, münâfık ve fâsıklar (Bakara, 2/39; Nisâ, 4/145; Beyyine, 98/6.) dahildir. Bu ikinci grubu, genel olarak kâfir kavramı kapsamaktadır. Nitekim bir başka ayette şöyle buyurulmaktadır. "O sizi yaratandır, öyle iken kiminiz kâfir kiminiz mü'mindir."(Teğabün, 64/2.) Aslında bu ayet, Secde Sûresi'nde, mü'minle fâsıkı karşılaştıran ayetteki fâsıkın durumuna da açıklık kazandırmaktadır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

 "Hiç mü'min olan kimse fâsık olan gibi midir? Bunlar bir olamazlar." (Secde, 32/32.) 

Malatî'nin işaret ettiği gibi fasık küfürle iman arasında bir yerde(Malatî, a.g.e., s. 64.) değildir. O, tamamen imanın karşıtı olan bir cephededir. Kısacası Kur'an'a göre, bir kimse ya mü'mindir ya da mü'min değildir. Mü'min olmayanların farklı sıfatlar alması ise konumlarını değiştirmez.”[28]

"De ki, 'eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileleriniz, kazandığınız mallar, geçersiz olmasından korktuğunuz bir ticaret ve hoşunuza giden meskenler, size Allah ve Rasulü'nden daha sevgili ise artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah fâsık bir kavme hidayet vermez.'"(Tevbe, 9/24.)

 "De ki: 'İster gönül rızası ile ister rızasız harcayın, sizden asla kabul edilmeyecektir. Çünkü siz fâsık bir kavim oldunuz.'" (Tevbe, 9/53.) 

Ayette, sırf fâsık oluşlarından dolayı, gönül rızası ile bile verdikleri sadakaların kabul edilmeyeceğinin vurgulanması ilginçtir. Buradan da fâsıklığın inanç yönünden bir sapkınlık olduğunu anlayabiliriz. 

"Onlar (münâfıklar) için ister bağışlanma dile ister dileme! Onlar için yetmiş kere bağışlanma da bulunsan, yine Allah onları asla bağışlayacak değildir. Bunun sebebi şudur: Onlar Allah'ı ve Rasulü'nü inkar ettiler. Allah ise fâsık bir kavme hidayet vermez." (Tevbe, 9/80.) 

Bu ayet de fâsıkın hem inancının hem de davranışlarının problemli olduğuna tanıklık etmektedir.”[29]

“Bu noktada mürtekib-i kebîre ile fâsıkın iman yönünden farklılığını değerlendirmemiz yerinde olacaktır. Herşeyden önce Kur'an'da, Allah'ın varlığını kabul etmekle ondan yüz çevirmenin arası ayrılmıştır:

"Yemin olsun ki onlara, 'şu gökleri ve yeri yaratıp, güneşi ve ayı buyruğu altında kim tutuyor?' diye sorsan, elbette, 'Allah' derler. O halde nasıl döndürülüyorlar?" (Ankebut, 29/61.) 

Yine şeytan Allah'ın emrine karşı gelirken Onun varlığını inkar etmiyordu. Sadece kibre kapılarak açık bir şekilde, Ona itaatten yüz çevirmişti. Bu yüzden de kâfirlerden olmuştu.(Bakara, 2/34; Sad, 38/74.) Yani, kâfir olmak, mutlak anlamda Allah'ın varlığını inkar etmek değildir. Zira şeytan Rabbinden emir almış ve bu emre de karşı çıkmıştı. Bu durumda onun, Allah'ın varlığını bütünüyle inkar etmiş olması mümkün gözükmemektedir. Burada küfrün, nankörlük anlamındaki ahlaki tezahürünü görmekteyiz. Fâsık için de aynı durum söz konusudur. O Allah'ın varlığını kabul etmiş olabilir. Ancak bu kabul bir iman tarzında değil, gerçekliği onaylama tarzında da tezahür edebilir. Nitekim bir hükümdarın varlığını kabul etmekle onun otoritesini kabul etmek aynı şeyler değildir. 

Peki bu durumda mürtekib-i kebîre'nin durumu ne olacaktır? Onun durumunu fâsıkın durumundan nasıl ayırd edeceğiz? Öyle görünüyor ki burada en önemli husus Allah'ın varlığını kabul edip etmemeyle ilgili değil, Ona itaati kabul edip etmemeyle ilgilidir. Genel olarak Kur'an'a baktığımızda, itaatin en asgari ölçüsünün şirk koşmamak olduğunu görmekteyiz.(Nisâ, 4/48,116.) O halde burada en önemli nokta şirkin ne olduğunun tespit edilmesidir: Şirkin en açık tezahürü, Allah'ın varlığını kabul etmenin yanında, putlara tapmaktır.(En'am, 6/74; A'raf, 7/138; İbrahim, 14/35.) Bu somut örmeğin dışında daha genel ve karmaşık şekliyle şirk, Allah'ın nimetlerine nankörlük etmektir. Öyleki bu, saf ve tam bir imandan sonra bile ortaya çıkabilir. Şu ayete dikkat edelim: 

"Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız Allah'a has kılarak O'na yalvarırlar; ama Allah onları karaya çıkararak kurtarınca, kendilerine verdiği nimete nankörlük ederek Ona hemen eş koşarlar. Zevklensinler bakalım, yakında bileceklerdir." (Ankebut, 29/65-66.) 

Tehlike içerisindeyken tam bir muvahhid olan bu insanlar, güvene kavuşunca, Allah'ın kendilerine verdiği nimeti unutup eski alışkanlıklarına dönecek kadar büyük bir zafiyet içerisine düşebilmektedirler. Küfrün en belirgin tezahürlerinden olan nankörlük, bir başka sûrede çarpıcı bir örnekle şöyle tasvir edilmektedir. 

"Allah size güven ve huzur içinde olan bir kasabayı misal verir: Her taraftan oraya bolca rızık geliyordu. Ama Allah'ın nimetlerine nankörlük ettiler; bu yüzden Allah onlara yaptıklarına karşılık açlık ve korku belasını taddırdı. And olsun ki, aralarından kendilerine bir peygamber gelmişti, onu yalancı saydılar. Haksızlık ederken (vehum zâlimûn) azaba uğradılar." (Nahl, 16/112-113.) 

Allah'ın peygamberini yalanlamak ve haksızlık (zulüm)etmek, bu nankörlüğün en açık işaretleri olarak gösterilmiştir. Burada zulmün fâsık'tan daha ağır ve kapsamlı bir kavram olduğu hatırlanırsa (Râgıb el-İsfehânî, a.g.e., s. 387.) fâsık ile mürtekib-i kebîre arasındaki fark hemen hemen ortaya çıkmış olmaktadır: Fâsık, ilahi buyrukları yalanlayarak haksızlık yapan ve ilahi nimetlere karşı şükretmeyen kimsedir. Kısacası bu ayetleri dikkate aldığımızda kâfirin, müşrikin ve münâfıkın fâsık olarak nitelendirilebileceğini ama asla bir mü'minin onunla nitelendirilemeyeceğini söyleyebiliriz. Çünkü fasıklığın, mürtekib-i kebîre'nin durumunda olduğu gibi bireysel zafiyetlerden kaynaklanan bir davranış bozukluğunun ötesinde iman probleminden kaynaklanan bir durum olduğu anlaşılmaktadır. Şu ayet, bize bunu açıkca göstermektedir. 

"İnananların gönüllerinin Allah'ı anması ve Ondan inen gerçeğe içten bağlanması zamanı gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar; onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı; çoğu, yoldan çıkmış (fasikûn) kimselerdir." (Hadid, 57/16.) 

Şimdi, fâsıklarla mü'minlerin arasının ayrıldığını gösteren çok daha kesin örnekleri görelim:[30]

"Ve onlardan ölen birinin üzerinde ebediyyen cenaze namazı kılma, kabri başında durma. Çünkü onlar, Allah'ı ve Rasûlü'nü tanımadılar ve fâsık olarak can verdiler." (Tevbe, 9/84.) 

Tevbe ile iman çizgisine dönenler hakkında ise şöyle buyurulmaktadır: 

"Ancak tevbe ve iman edip yararlı iş görenler müstesna. Çünkü böylelerinin kötülüklerini Allah iyiliğe çevirir. Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir." (Furkan, 25/70.) 

Burada önemli bir noktaya daha işaret etmemizde yarar vardır. Nisâ Sûresi'nde, "Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar" buyurulmasına rağmen, Zilzal Sûresi'nde, "Kim zerre miktarı bir iyilik yaparsa onun karşılığını, kim de zerre miktarı bir kötülük yaparsa onun karşılığını görecektir" buyrulmaktadır. Öyle ise bağışlanma nasıl gerçekleşecektir? Bu konuda da bize diğer ayetler ışık tutmaktadır. 

Her şeyden önce Nisâ Sûresi'ndeki ayette mutlak bir bağışlamadan ziyade şartlı bir bağışlamadan söz edilmektedir. Orada, "dilediğini bağışlar" ifadesi geçmektedir. Bir başka ayette Allah'ın hangi günahları bağışlayacağı şöyle ifade edilmektedir. 

"Eğer siz yasak edildiğiniz günahların büyüklerinden sakınırsanız, diğer kabahatlerinizi biz örteriz."(Nisâ, 4/31.) 

Bununla birlikte burada, bağışlanmanın, sadece bu şartla sınırlı olduğu düşünülmemelidir. Çünkü Kur'an'da, hidayete çağrı süreklidir ve insanları İslam'a kazandırmanın en önemli unsurlarından birisi de tevbedir. Aslında, kelamcıların bazılarının Allah'ın şirkin dışındaki günahları tevbesiz bağışlayabileceğini, sadece şirki tevbe ile bağışlayacağını (Maturidî, a.g.e., s. 338.) ileri sürmeleri manidardır. Nitekim Kur'an'da da açıkca, Allah'tan ümit kesmenin küfür olduğu ifade edilmiştir.(Yusuf, 12/32.) Bu bakımdan şirk hariç diğer günahların tevbesiz olarak, şirkin de tevbe ile bağışlanma kapsamına alınması ilahi bir lütuftur. Ancak Kur'an'ın, kurtuluşa erecek mü'minlerin asgari niteliklerini sıralaması, (Mü'minûn, 23/1-9.) zerre miktarı her şeyin karşılığının verileceğini bildirmesi gibi hususlar, aslında kötülüklerden kurtulmanın birinci basamağının şirkten kurtulma olduğu izlenimini vermektedir. Zira Kur'an, kötülükleri kendisini kuşatan kimsenin ebedi çehennemlik olduğunu bildirmektedir: 

"Hayır kim günah kazanır da günahları kendisini kuşatırsa, işte cehennemlikler bunlardır. Onlar orada ebedi kalacaklardır." (Bakara, 2/81.)

Bununla birlikte, Kur'an'da iyiliklerin karşılığının kat kat, kötülüklerin karşılığının ise sadece misliyle olacağının ifade edildiğini (Bakara, 2/245; Nisâ, 4/40; Yunus, 10/27.) dikkate alacak olursak, zerre miktarı bir iyiliğin karşılığının tüm günahlardan arınma şeklinde gerçekleşme ihtimalinin bulunduğunu da söyleyebiliriz. Yine, burada üzerinde durulması gereken diğer bir husus daha vardır; mü'minlerin sakınmaları gereken birtakım isyan fiillerine dalmaları "fısk" ve "fusûk" kavramlarıyla nitelendirilmiş ve bu konuda uyarılmışlardır: 

"Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilenler, canları çıkmadan önce kesmemişseniz, boğulmuş, bir yerine vurularak öldürülmüş, düşüp yuvarlanmış, başka bir hayvan tarafından süsülmüş, yırtıcı hayvan tarafından yenmiş olanlar, dikili taşlar üzerine boğazlananlar ile fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı; bunlar yoldan çıkma (fısk)dır." (Maide, 5/3.) 

"Üzerine Allah'ın adı anılmadan kesilmiş hayvanları yemeyin, bunu yapmak Allah'ın yolundan çıkmak (fısk)tır." (En'am, 6/121.) 

Bakara Sûresi'nin borçlanmayla ilgili ayetinde, katibe ve şahitlere zarar verilmesi itaatsizlik (fusûk) olarak nitelendirilmektedir.(Bakara, 2/282.) Buna göre fısk ve fusûkla nitelendirilen bu davranışları yapan mü'minlerin durumu ne olacaktır? Ya da daha kesin bir ifadeyle, bunları yapanlar imandan çıkmış fâsıklar mıdır? Bu sorunun cevabı Kur'an'da, Hucurât Sûresi'nde verilmektedir: 

"İmandan sonra fâsıklıkla (fusûk) adlanmak ne kötü bir isimdir!" (Hucurât, 49/11.) 

Bu ayetin bir kaç ayet öncesinde ise şöyle buyurulmaktadır. 

"... Allah size imanı sevdirmiş, onu gönüllerinize güzel göstermiş; inkarcılığı, yoldan çıkmayı (fusûk) ve başkaldırmayı size iğrenç göstermiştir..." (Hucurât, 49/7.)

Buna göre imanın iç yapısında küfürden, fusûk ve isyandan nefret duygusunun bulunduğu anlaşılmaktadır. Eğer bir mü'min, fısk ve fusûkla nitelendirilen davranışları tiksinti duymadan yapıyorsa, imanın karşıtı olan fâsıklıkla nitelendirilmesi kaçınılmaz olmakta ve bu durumda da derhal tevbe etmesi gerekmektedir. Aksi takdirde o, zâlimlerden olacaktır.(Hucurât, 49/11.) 

Fusûk, asla Allah'ın razı olmadığı bir durumdur. Bu nedenle kınama edatı olan bi'se ile takbih edilmiştir. Şimdi, durumu daha da netleştirmek için bi'se edatının kullanıldığı bir kaç ayete göz atalım. 

"Onlardan bir çoklarını görürsün ki, günaha girmekte, zulmetmekte ve haram yemekte birbirleriyle yarış ederler. Yapmakta oldukları şey ne fenadır! (Le bi'se mâ kânû yesna'ûn)." (Maide, 5/62.) [31]

“Onlardan çoğunu görürsün ki, kâfirlere yardaklık ederler. Nefislerinin kendileri için takdim ettiği şey ne kötü! (Le bi'se mâ kaddemet lehum enfusuhum). Allah onlara gazap etti, azapta ebedi kalıcılar da onlardır." (Maide, 5/80.) 

Görüldüğü üzere fısk ve fusûkla nitelenen davranışlar, Allah'ın asla razı olmadığı, işlendiği takdirde hemen tevbe ile dönülmesi gereken davranışlardır. Bu davranışlarda ısrarlı olan bir kimse, fusûkla isimlendirilmiştir. "İmandan sonra fusûkla adlanmak" ise, yukarda zikredilen ayetlerde görüldüğü gibi, ilahi gazabı hak ettiği için, bi'se takbih edatıyla kınanmayı gerektirecek kadar ağır bir suçtur. Tüm bunların yanında, fâsıkların niteliklerini ve dünyadaki ve ahiretteki durumlarını anlatan ayetler de bize onun mü'minin sıfatı olamayacağını gösteren kanıtlardandır.

İzutsu, Tevbe Sûresinin 49-60. ayetlerinden, fasıkların belli başlı özelliklerini çıkarmıştır. Biz burada, bu özellikleri zikretmeyi yeterli buluyoruz.

1- Fâsıklar mü'minlerden yana olduklarına dair Allah'ı şahit tutarak yemin ederler. Bunu sadece müslümanların askeri gücünden korktukları için yapmaktadırlar.

2-Kalben inançsızdırlar (kâfir) ve küfür içerisinde canları çıkana kadar böyle olmakta devam edeceklerdir.

3- Tabiatlarındaki küfrü, davranışları açığa vurmaktadır; namaza üşenerek gelmektedirler ve Allah yolundaki harcamalarını istemeye istemeye yapmaktadırlar. Bu konu ile ilgili olarak (Hz.) Muhammed'e "isteyerek de verseniz istemeyerek de verseniz, sizden kabul edilmeyecek, zira siz fâsıklarsınız" tebliğini yapması emredilmektedir.

4- Allah'dan daha fazla korkmaları için uyarıldıklarında da, 'Bırak, beni alıkoyma!" demektedirler.

5-Eğer (Hz.) Muhammed'in başına iyi bir hal gelirse rahatsız olmakta, bir şer musallat olursa sevinmekte ve neşe içinde yanından ayrılmaktadırlar.

6- Zekatın dağılımı hakkında hep homurdanmaktadırlar; eğer kendilerine bir pay verilirse, memnun olmakta, verilmezse öfkelenmektedirler...[32] Yine Kur'an'da, fâsıkın dünyadaki ve ahiretteki durumu açık bir şekilde belirlenmiştir. Allah onları fısklarından dolayı hidayete erdirmeyecektir. (Tevbe, 9/24; Saf, 61/5.) Allah onları asla bağışlamayacaktır.(Münafikûn, 63/6.) 

Yine onlarla inanan kavmin arası ayrılmıştır.(Maide, 5/25-26.) Allah onlara kendilerini unutturmuştur.(Haşr, 59/19.) Onlar helak edileceklerdir.(Ahkaf, 46/35.) Ayrıca fıska düşen insanların çoğu varlıklı kimselerdir.(İsrâ, 17/16.) Nifak ehlinden olan fâsıklara gelince, onlar kâfirler gibi muamele görmemişler, mü'minlerin yararlandıkları haklardan mahrum edilmemişlerdir. Mesela Hz. Peygamber onlara, sadakadan pay ayırmıştır.(Tevbe, 9/58) Bu da bize onların ismen müslüman tarafta olduğunu ancak, nifak tiynetini her vesile ile belli eden mütereddit(Tevbe, 9/44.), son derece güvenilmez kimseler olduklarını göstermektedir. 

Nitekim Hucurât Sûresi'nde bu durum çok daha açık bir şekilde ifade edilmiştir. 

"De ki, 'İnanmadınız ama İslam olduk deyin; inanç henüz gönüllerinize yerleşmedi...'" (Hucurât, 49/14.) 

Fâsıkların ahiretteki durumları ise, dünyadaki durumlarının doğal bir sonucudur. İster inkarcı fâsıklar olsun ister nifak ehlinden olan fâsıklar olsun, asla bağışlanmayacaklar(Münafikûn, 63/6.) ve ateşe atılacaklardır. (Secde, 32/20.) Onların bağışlanmayışlarının ve azaba uğratılışlarının sebebi, yeryüzünde haksız yere kibirlenmeleri ve Allah'a itaatten çıkmalarıdır.(Ahkaf, 46/20.) [33]

HADİSLERDE FISK KAVRAMININ KULLANIŞI

Fısk kavramı âyetlere paralel olarak hadislerde de yaygın olarak kullanılmıştır. Bu kelime hadis rivâyetlerinde genellikle büyük günahların işlenmesi, dinin emir ve yasaklarına aykırı davranılması manasındadır. Hadis Usûlü sahasına geldiğimizde de benzer bir durum karşımıza çıkmaktadır. Râvinin adâlet ve zabt yönünden tenkit edildiği on noktadan (metâin-i aşere) biri de fısktır ve kişinin fâsık olup olmadığının araştırılması Hadis Usûlü ilminde son derece önem arz etmektedir. Fâsık olduğu tespit edilen râvilerin rivâyetleri münker veya metrûk olarak isimlendirilmiştir. [34]

Hadislerde ve sahâbe/tâbiîn sözlerinde sıkça geçen fısk ve türevleri (feseka, fâsık, fâsıka, fevâsık, füssâk, füsûk, füveysika vb.) genelde “küfür ve şirk dışında kalan büyük günahların işlenmesi, dinin emir ve yasaklarına aykırı davranılması” anlamında kullanılmıştır.[35] Mesela Abdullah b. Mesʻûd’dan gelen merfû bir rivâyette “Müslümana sövmenin füsûk (önemli bir kusur/ahlâksızlık) olduğu”[36] ifade edilmiştir.[37]

Yine Ebû Zerr’in Hz. Peygamber’den duyduğunu ifade ettiği bir hadiste: “Füsûk (ahlâksızlık) ile itham edilen kişinin fâsık olmaması halinde bu sıfatın itham edene döndüğü” (Buhârî, Edeb 44 (no: 5698).) dile getirilmiştir.

Hz. Ömer b. el-Hattâb (v. 23/644), “Fâsık âlimden sakının!” diyen Herim b. Hayyân’a bunun ne anlama geldiğini sormuş, o da bununla: “ilim sahibi olup fısk işleyen, böylece insanların sapmasına neden olan âlimleri” kastettiğini söylemiştir.[38] İbn Abbas (v. 68/687), Tâvus (v. 106/725), Atâ ve diğer bazı âlimlerin de “küfür var, küfür var; fısk var, fısk var” (Tirmizî, İman 15 (no: 2635).) ve küfrün suretiyle demek, fıskın çeşitli mertebelerinin bulunduğunu söyledikleri belirtilir.[39]

FÂSIK KAVRAMINI TANIMLAMA FARKLILIĞI:

Mezhepler Tarihi’ne baktığımızda ise fısk kavramının, âyetlerdeki kâhir ekseriyetle kâfir, müşrik ve münâfıkları içine alan çok geniş anlam şemsiyesinden sıyrılarak daha dar bir alana hapsolduğunu görmekteyiz. Öyle ki bu dönemde fısk sözcüğü neredeyse büyük günahlarla özdeş hale getirilmiş ve fâsık kelimesi de müslüman mürtekib-i kebîre (büyük günah sahibi) için kullanılmaya başlanmıştır. 

Bu anlamda fısk kavramında bir “anlam daralması” meydana geldiğini söylememiz mümkün gözükmektedir. Elbette bu anlam daralmasında hicrî ikinci ve üçüncü yüzyıllardaki iman-amel münasebetine dair tartışmaların büyük etkisinin olduğu dikkatten uzak tutulmamalıdır.[40]

“Ehl-i Sünnet kelamcılarından özellikle Eş'arîler, bu konuya, genel görüşlerini pekiştirmek maksadıyla, linguistik bir yaklaşım sergilemişlerdir. Onların genel görüşünü şöyle özetleyebiliriz. Büyük günah işleyen kimse kendisinde bulunan imanı sebebiyle mü'min, işlediği büyük günah ve fıskı sebebiyle de fâsık'tır. Bu şöyle delillendirilir: Dil bilginleri, dövene dârib, öldürene kâtil, inkar edene kâfir, büyük günah işleyene fâsık, tasdik edene musaddık (doğrulayan) dedikleri gibi iman edene mü'min demekte fikir birliği içerisindedirler."(Eş'arî, el-Luma, Beyrut, 1953, s. 75.) Eş'arî (ö. 324/936) bu yaklaşımını fâsıkın durumuna uyguladığında doğal olarak şu sonuca ulaşmaktadır: 

"Müslüman olan hiçbir kimse, zina yapmak hırsızlık etmek gibi günahları işlemek suretiyle kâfir olmaz. Zina, hırsızlık ve buna benzer büyük günahlardan birini işleyen kimse bunları helal kabul ettiği ve haram olduklarına inanmadığı takdirde kâfir olur."(Eş'arî, Kitâbu'l-İbâne, Haydarabad, 1321, s. 10.) 

Ehl-i Sünnet'in diğer büyük kelamcısı Mâturidî (ö. 333/944) de, ısrarla büyük günahkarın mü'min sıfatını kaybetmediği üzerinde durur.[41] O, işe öncelikle büyük günah işlemenin imanın yokluğundan değil, "şehevî istekler, aşırı öfke, gaflet ve fanatizm (hamiyyet) gibi psikolojik etkenlerden kaynaklandığına işaret etmekle başlar."( Maturidî, a.g.e., s. 329.)[42]

Kısacası, Mâturidî, büyük günahkarın Allah'ın varlığını tasdik ettiği sürece mü'min sıfatını koruduğunu göstermeye çalışır ve en önemlisi de diğer Ehl-i Sünnet alimlerinin aksine, onun için fâsık ismini kullanmamaya özen gösterir. Hatta bir yerde, fâsık ismi verilenlerin kâfir olduklarını açıkca gösterdiği ifade edilir.( Maturidî, a.g.e., s. 330.) Meşhur eseri Te'vilât'taki yorumları da bu görüşü destekler mahiyettedir. 

Mesela, Bakara Sûresi'nin, Allah'ın sivrisinek örneğiyle sadece fâsıkları saptırdığını anlatan 26. ayetinin yorumunda, Fasık'ı şöyle tanımlar: "Fâsıklar, istidlali (delil getirmeyi) terkedip küfrü ve sapıklığı seçenlerdir."(Semerkandî, Ali Bekr b. Muhammed b. Ahmed, Şerhu't-Te'vilâti'l-Mâturidî, Süleymaniye, Hamidiye Böl., kayıt no: 176, cilt, I, var. 17b) Bu görüşünü, fillerin yaratılması meselesini de dikkate alarak şöyle pekiştirir. "Allah'ın onları saptırması, onlarda dalâl, (sapıklık) fiilinin bulunmasından dolayı değil, küfrü ve dalâli (sapıklığı) seçmelerinden dolayıdır."( A.g.y.) 

Bu açıklamalar onun, fâsıkı sadece ahlaki değil aynı zamanda inançla ilgili bir kavram olarak gördüğünü kanıtlamaktadır. Çünkü onlar, (fâsıklar) kendilerinde herhangi bir sapıklık fiili yaratılmadan önce, küfür ve sapıklık filini tercih etmişlerdir. Hucurât Sûresi'nde imandan sonra fusûk (fâsıklık ismi)un çok çirkin bir iş olduğundan bahseden ayetin yorumunda da aynı görüşünü tekrarlar. "Onlar (fâsıklar), iman ismini ve fiilini seçtikten sonra fâsıklığı (fısk) tercih ettiler."(A.g.e., cilt, 4, var. 721b.)  

Yine o, Hucurât Sûresi'nde, fâsıkın getirdiği haberin araştırılması uyarısında bulunan ayetin yorumunda müfessirlerin, bu ayetin, Velid b. Ukbe b. Ebi Muayt isimli bir zâtla ilgili rivayete dayanarak, münafıklar hakkında indirildiği şeklindeki kanaatlerine, hernekadar ayetin zahirinden böyle bir anlam çıkarılabilse de, münafıkın münafıklığı bizim tarafımızdan kestirilemeyeceği ve yine şayet böyle bir olay gerçekleşmişse, ayetin o olaydan sonra inmesinin bir anlamı olmayacağı, dolayısıyla ayetin onun haberinin araştırılmasını emretmiş olmasının düşünülemeyeceği gerekçesiyle katılmaz.( Bu olayın detayları ve onunla ilgili rivayetler hakkında, bkz, Taberî, Tefsir, XI, 383-385.) O, burada zikredilen kimsenin sadece bir fâsık olduğunu ifade etmekle yetinir.(Bkz., a.g.e., cilt, 4, var. 720a.) Gerçekte fâsıkın kim olduğuna ise, yukarda işaret ettiğimiz türden ayetlerde açıklık getirmeye çalışır.”[43]

“Tüm bunlara rağmen, Ehl-i Sünnet'in fâsık konusundaki kanaati, onun arkasında namaz kılmanın câiz olduğu(İbn Hazm, a.g.e., IV, 176; İbn Ebi'l-Iz el-Hanefî, Şerhu'l-Akideti't-Tahavî, Beyrut, 1993, s. 533.) şeklindeki fetvasıyla yaygınlık kazanmıştır. Onların bu konudaki kanaatini şöyle özetlemek mümkündür: Büyük günahkar (fâsık), yaptığını helal görerek, hafife alarak ve alay ederek yapmazsa dünyada küfrüne hükmedilemez.(Aliyyu'l-Kârî, Ali b. Muhammed Sultan el-Herevî, Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber, Dâru'l-Kutub, Beyrut, 1984, s. 102.) Mü'minler gibi ganimetten kendisine pay ayrılır, cenaze namazı kılınır, müslüman mezarlığına gömülür.(Cüveynî, İmamu'l-Harameyn Abdulmelik b. Abdillah, el-Akîdetü'n-Nizâmiyye, Mısır, 1948, s. 62; Cürcânî, a.g.e., VIII, 338-339.) Ahirette de, Allah dilerse, işlediği büyük günahı rahmeti ve fazîleti ile affeder; yahut işlediği günah miktarı cezalandırır. Fakat kalbinde imanı bulunduğu için neticede cennete girdirir.(İbn Ebi'l-Izz, a.g.e., s. 524; en-Nesefî, Ebu'l-Mu'în, et-Temhîd, s. 69.) Ancak Nesefî, büyük günah işleyen kimsenin tevbesiz öldüğü takdirde cehennemlik olduğu kanaatindedir.110”[44]

Fıskın Kur’ân ve Sünnet’teki bu geniş, kısmen de izâfî ve takdirî kapsamı bu paralelde oluşan dinî literatüre de yansımış ve özellikle Kelâm ve Mezhepler Tarihi’nde fısk ve fâsık terimlerinin tanım ve kapsamıyla ilgili geniş tartışmalar yer almıştır. Bu anlamda sözgelimi, fıskın Kur’ânî bir kavram olmasına rağmen İslâm Mezhepleri Tarihi içerisinde yer alan fırkaların, ona Kur’ân’ın dışında kendi anlayışlarına uygun olacak şekilde farklı anlamlar yükledikleri ve mürtekib-i kebîre (büyük günah sahibi) kavramıyla özdeşleştirdikleri yönünde bazı iddialar vardır.[45]

“Kur'an'a göre fâsık, inancı ve davranışları sapkın olan kimsedir. Bu nedenle o, Allah'ın, şirk hariç diğer günahlarından dilediğini bağışlayacağı grubun içerisinde yer almamaktadır. Allah fâsıkları, fısklarından dolayı asla bağışlamayacaktır. Böylesine ağır bir tehdit ve ceza, bir mü'min için asla sözkonusu değildir. Kısacası, Allah tarafından bu kadar ağır ve ciddi ithamlara maruz kalan kimselerin sıfatı olan bir kavramın, rastgele kullanılması kavram kargaşasına yol açacağından, kanatimize göre, onu mürtekib-i kebîre ile karıştırmamak ve ayrı olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır. Kafire ve münafıka yakıştırılan bir ismin, mü'min için de kullanılması, gerçekten tam bir anlamsal kaosa yol açmış ve insanlar bu konuda ihtilaftan kurtulamamışlardır. Biz, Kur'an'ın verdiği anlamdan başkasını vermekten kaçınarak, fâsıkların, sadece kâfirler, müşrikler ve münâfıklar olduğunu söylemekle yetiniyoruz[46].”[47]

Vahiyden bu kadar uzaklaşıldığı, Kur’an’ın kesin hatlarla ayırdığı ve tanımladığı iman/küfür, şirk, nifak ve fısk unsurları ne yazık ki Müslümanların hayatlarında ve inançlarında görünmektedir. Fasıklığın belirtilerinin kafir,münafık a mı ait olduğu, Müslüman da olup olmayacağı tartışmasından ziyade küfür, şirk, nifak ve fısk belirtilerinin Müslümanlar da görülmesinin ve yaşamlarının bir parçası olmasının  nasıl engelleneceği hususunda kafa yormak gerekiyor. 

Müslümanlar, kendilerinden önce başkalaşan ve tahrîfle hak yoldan uzaklaşan ehl-i kitabın hali gözlerimizin önünde iken ve Müslümanlar daha da fazla  tanınmaz hale gelmeden önce buna çözüm bulmak gerekiyor.


Ahmet Hocazâde, 11.08.2017, Sonsuz Ark, Konuk Yazar,  Muhâfız ya da Muârız'a dair
Ahmet Hocazâde Yazıları




[1] Çağrı ASLAN, ALEV ALATLI’NIN FİKİRLERİNİN SOSYOLOJİK AÇIDAN DEĞERLENDİRİLMESİ, İNÖNÜ ÜNİVERSİTESİ , Yüksek Lisans Tezi, Malatya, 2013, S.106-110. http://openaccess.inonu.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/11616/5553/Tez%20Dosyas%C4%B1.pdf?sequence=1&isAllowed=y
[2] Çağrı ASLAN, a.g.t., s. 107.
[3] Çağrı ASLAN, a.g.t., s. 115.
[4] Çağrı ASLAN, a.g.t., s. 115.
[5] Çağrı ASLAN, a.g.t., s. 116.
[6] Çağrı ASLAN, a.g.t., s. 116.
[7] Çağrı ASLAN, a.g.t., s. 116.
[8] Çağrı ASLAN, a.g.t., s. 60.
[9] Çağrı ASLAN, a.g.t., s. 68.
[10] Çağrı ASLAN, a.g.t., s. 68.
[11] Çağrı ASLAN, a.g.t., s. 133.
[12] Çağrı ASLAN, a.g.t., s. 135-136.
[13] Diğer ayetler için bkz. 45:15; 45:22; 30:44; 6:52; 4:84; 6:104.
[14] Bkz. Kur’an, 41:17; 45:14; 4:153; 5:49; 6:6; 3:11; 28:47.
[15] Vecdi Akyüz,  Kur’ân’da Siyasal Kavramlar, İstanbul, 1998, s. 43.
[16] İbn Manzur, Lisanu'l-Arab, Beyrut, 1389/1970, II, 1095-1096. Keza bkz., İbnu'l-Cevzî, Ebu'l-Ferac, Nüzhetü'l-A'yuni'n-Nevâzir, Beyrut, 1987, s. 464; es-Sicistânî, Ebû Bekr Muhammed b. Aziz, Garîbu'l-Kur'an, tahkik, Ahmed Abdülkadir Salahiye, Dımeşk, 1993, s. 277.
[17] Ezherî, Muhammed b. Ahmed, Tezhîbu'l-Luğa, Kahire, 1964-1967, III, 414; Cevherî, es-Sıhâh, Dâru'l-İlm, Beyrut, 1990, IV, 1543; İbn Manzur, a.g.e., II, 1095.
[18] Prof. Dr. Mustafa TEMİZ, FÂSIK MÜSLÜMANLAR, s.2. http://mtemiz.com/bilim/F%C3%82SIK%20M%C3%9CSL%C3%9CMANLAR.pdf
[19] Arş. Gör. Metin Özdemir, ANLAM KAYMASINA UĞRAYAN KUR'ÂNî BİR KAVRAM: FÂSIK, s.1-2.
[20] Prof. Dr. Mustafa TEMİZ, FÂSIK MÜSLÜMANLAR, s.1. 
[21] Doç. Dr. Bekir TATLI, Fısk Kavramı ve Hadis Usûlü Açısından Fısku’r-râvî, Çukurova Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 13, Sayı 2, Temmuz-Aralık 2013, s.22.
[22] Metin Özdemir, ANLAM KAYMASINA UĞRAYAN KUR'ÂNî BİR KAVRAM: FÂSIK, s.2-3.
[23] Bekir TATLI, a.g.m., s.24.
[24] Metin Özdemir, a.g.m.,  s.11.
[25] Şafak, “Fısk”, DİA, XIII, 37. Nüzûl sırasına göre fısk kavramıyla ilgili âyetleri sıralayan bir çalışma için bkz. Öge, İslâm Düşüncesinde Fısk Kavramı, s. 108-124.; Bkz. Bekir TATLI, a.g.m., s.25.
[26] Bagavî, Ruknuddin Ebu Muhammed el-Huseyn b. Mes'ud el-Ferrâ, Me'âlimu't-Tenzil fi'tTefsir, Bombay, 1269, s. 20; Kurtubî, Muhammed b. Ahmed, Tefsîr, Dâru İhyâi't-Türâs, Beyrut, 1985, I, 245; Taberî, Tefsîr, Dâru'l-Kutubi'l-İlmiyye, Beyrut, 1992, II, 138; III, 333, 392; IV, 605
[27] Bkz., Beydavî, Nâsıruddin Abdullah b. Ömer, el-Kâdî, Envâru't-Tenzil, Dâru'l-Kutubi'l-İlmiyye, Beyrut, 1988, I, 46. Beydavî, bunun; et-teğâbî (büyük günahı çirkin görerek ara sıra işlemek); elinhimâk (büyük günahı önemsemeksizin alışkanlık haline getirerek işlemek ) ve el-cuhûd (büyük günahı, yaptığını doğru görerek işlemek) şeklinde üç aşamada gerçekleştiğini, ancak üçüncü aşamadaki büyük günahkarın imandan çıkacağını ifade etmektedir. (Bkz., a.g.y.)
[28] Metin Özdemir, ANLAM KAYMASINA UĞRAYAN KUR'ÂNî BİR KAVRAM: FÂSIK, s.18.
[29] Metin Özdemir, a.g.m., s.20.
[30] Metin Özdemir, a.g.m., s.21.
[31] Metin Özdemir, a.g.m., s.23.
[32] İzutsu, Toshihiko, Kur'an'da Dinî ve Ahlakî Kavramlar, çev: Selâhattin Ayaz, İstanbul, 1991, s. 214-215.
[33] Metin Özdemir, a.g.m., s.25.
[34] Bekir TATLI, a.g.m., s.46.
[35] İbnu’l-Esîr, Ebû’s-Saâdât Mecdüddîn el-Mübârek b. Muhammed el-Cezerî, en-Nihâye fî ğarîbi’l-hadîs ve’l-eser, “f-s-k” md., s. 693-694, Lübnan 2005; Yavuz, Yusuf Şevki, “Fâsık”, DİA, XII, 202, İstanbul 1995; Şafak, “Fısk”, DİA, XIII, 37.
[36] Mesela bkz. Buhârî, İman 35 (no: 48), Edeb 43 (no: 5697); Müslim, Ebû’l-Huseyn b. el-Haccâc elKuşeyrî en-Nîsâbûrî, Sahîhu Müslim, İman 116 (no: 64), I-V, Beyrut ts.
[37] Bekir TATLI, a.g.m., s.28.
[38] Dârimî, Abdullah b. Abdirrahman b. el-Fadl, Sünenu’d-Dârimî, Mukaddime 29 (no: 13/305), thk. Mahmud Ahmed Abdülmuhsin, Dâru’l-maʻrife, Beyrut 1421/2000.
[39] Bekir TATLI, a.g.m., s.31.
[40] Bekir TATLI, a.g.m., s.46.
[41] Maturidî, Ebû Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd, K. et-Tevhid, tahkik, Fethullah Huleyf, el-Mektebetü'l-İslamiyye, İstanbul, 1970, s. 329-365.
[42] Metin Özdemir, a.g.m., s.13.
[43] Metin Özdemir, ANLAM KAYMASINA UĞRAYAN KUR'ÂNî BİR KAVRAM: FÂSIK, s.16.
[44] Metin Özdemir, a.g.m., s.16.
[45] Mesela bkz. Özdemir, “Anlam Kaymasına Uğrayan Kur’ânî Bir Kavram: Fâsık”, s. 499. Büyük günah fısk eşleştirmesinin tahlili hakkında bkz. Öge, İslâm Düşüncesinde Fısk Kavramı, s. 85-87.
[46] Metin Özdemir, a.g.m., s.26.
[47] “Fâsık” kavramın Kur’ân’daki kullanımı ve semantik tahliller hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Öge, İslâm Düşüncesinde Fısk Kavramı, s. 12-54. Bu kavramın Kur’ân’daki anlamının vahyî sürecin sona ermesinden sonra anlam kaymasına ve daralmasına uğrayarak “mürtekib-i kebîre” anlamında kullanıldığı ile ilgili bir değerlendirme için ayrıca bkz. Öge, agt., s. 80 vd. (Yazar bu anlam daraltılmasının ve kavramın büyük günahlara hasredilişinin büyük ölçüde isabetli olduğu kanaatindedir. Bkz. s. 87). Diğer taraftan bu kelimenin mümin için kullanılamayacağını ifade eden araştırmacılar da vardır. Mesela bkz. Özdemir, Metin, “Anlam Kaymasına Uğrayan Kur’ânî Bir Kavram: Fâsık”, Cumhuriyet Üniversitesi İlâ- hiyat Fakültesi Dergisi, 2. sayı, s. 512 vd., Sivas 1998. (Yazar, âyetler dikkate alındığında kâfir, müş- rik ve münafığın fâsık olarak nitelendirilebileceği fakat asla bir müminin onunla vasıflanamayacağını savunur (s. 515). Âyetleri ele aldığımız kısımda bunun da mümkün olduğunu görmüştük.)



Sonsuz Ark'tan
  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.

Seçkin Deniz Twitter Akışı