29 Eylül 2016 Perşembe

SA3480/KY49-İTIĞLI15: Osmanlı Afrikası ya da Bilad-ı Sudan

"Afrika denilince hastalıkların, şiddetin sürekli var olduğu açlık ve sefalete mahkûm bir kıta akla gelir. Fakat Osmanlı Afrikası'nda şiddetin hiçbir unsurunu göremezsiniz. Osmanlı Afrikası, eğer batılı köle tüccarlarına ve kaçakçılarına denk gelmediyseniz güvenli bir yerdir."


Oryantalist yaklaşımın ürettiği sömürgeciliğin yansımaları olan bazı kavramlar vardır; İngiliz Afrika’sı, Fransız Somalisi, Viktorya Gölü gibi. Bu kavramlara gerek bizler gerek Afrika’nın sömürge halkları uzun süre maruz kaldılar. Hatta bu kuşatılmışlık sömürge sonrasında da devam etti. Sömürge esintisi taşısa da benim en sevdiğim kavramlaştırmalardan biri Osmanlı Afrika’sı. Osmanlı bu tabiri kullandı mı bilmiyorum ama Bilad-ı Sudan kavramının Osmanlı eserlerinde sadece Sudan’ı değil Sahra altı Afrika’yı tanımladığı bir gerçek. Osmanlı için Afrika siyah insanların yaşadığı yer yalnızca, altını, elması olan bir kıta değil.

Benim ilk Afrika çalışmalarım da Sudan’a karşı ilgimle başladı. Üniversite yıllarında Afrika’ya ilgimin merkezinde Sudan vardı. Belki bunda Osmanlı’nın Afrika’yı Sudan halkının yaşadığı yer olarak görmesinin önemli bir payı var. Üniversite yıllarında Osmanlıcamı geliştirmek için Osmanlıca kitap satan sahafa girdiğimde aldığım kitabın ismi Muhammed Mihri’nin Sudan Seyahatnamesi adlı kitabıydı.

Kitabın kendine has okumaya şevk edici bir dili olmasına rağmen bu eseri okumayı ancak bir ayda bitirebilmiştim. Kitapta bir Osmanlı seyyahının Sudan üzerinden Afrika’ya bakışını anlatıyordu. Yazar için de benim gibi Afrika demek Sudan demekti. Daha doğrusu Osmanlı Afrikası Sudan’ı güzel bir şekilde özetliyordu.

Osmanlı Afrika’sı tabiri aslında diğer İngiliz, Fransız, Portekiz, Alman, Hollanda Afrika’sı tanımlamalarından daha pozitif bir anlam içerir. Aslında bunun en önemli farkı da Osmanlı Afrika’sının bir sömürge coğrafyasını ifade etmemesidir. Neredeyse tüm tarihçiler arasında Osmanlı Afrika’sına sömürge Afrika’sı denmeyeceği ortak bir düşüncedir. Hiçbir zaman Osmanlı Devleti Afrika’yı hammadde ve pazar ihtiyacının karşılanacağı bir yer olarak görmemiştir. Yavuz Selim döneminde bile Sudan’ın Surakin adası fethedilirken buradan alınan ganimetler Osmanlı sarayına taşınmamış, yeni kurulan şehirlerin imarı için harcanmıştır. Eğer Surakin adasının 30 km ötesinde İngilizler tarafından kurulan liman şehri Port Said’i görürseniz her iki uygarlığın Afrika anlayışının ne kadar farklı olduğunu da görürsünüz.

Muhammed Mihri’nin aradan geçen 25 yıl sonra tekrar Türkçe harflerle basıldığını duyduğumda hayatımın en önemli heyecanlarından birini yaşadım. Beni Afrika’ya sürükleyen kitabın Türk okuyucu ile buluşması benim açımdan oldukça imrenilecek bir duygu. Çünkü bu kitabın Afrika’yı tanımak ve Afrika’yı çalışmak için çaba harcayan yazar ve akademisyenlere önemli bir yol açacağını düşünüyorum.

Sudan Seyahatnamesi adlı bu eserin belki de en önemli özelliği bir seyahatname olarak yazılmasıdır. Bizim kültürümüzde genellikle seyahatnameler notlardan oluşup sonra yazıya dönüştürülürken bu eserin başından sonuna kadar bütünlük içinde bir seyahatname türü olarak yazıldığını gözlemleyebiliyorsunuz.

Sudan Seyahatnamesi’nin benimle örtüşen diğer bir yönü de ilk Afrika yolculuğuna Mısır’daki Kahire treni ile başlaması. Fakat ben yolculuğumu Asyut şehrinde sonlandırmak zorunda kalmış, Sudan sınırına dahi yaklaşamamıştım.

Sudan Seyahatnamesi adlı eser aynı zamanda Batı literatürüne de bir direnişin kitabıdır. Kitapta batılıların Afrika için kullandıkları hemen hiçbir terminolojiye yer verilmez. Onun için güney, kuzey, doğu batı, aşağı, yukarı gibi Sudanlar vardır. Modernizmin Afrika için yeni yeni üretmeye başladığı kavramsallıkların fazlaca bir yeri yoktur Muhammed Mihri’nin dil terminolojisinde.

Batılılar genellikle çizdikleri görsel haritada Müslümanları köle tüccarları olarak göstermişlerdir. Oysaki Muhammed Mihri Avrupalıların nasıl Afrika’yı talan ettiklerini o kadar vurgulu bir şekilde açıklar ki, sadece kölecilik yapmadığını aynı zamanda bitki örtüsüne ve hayvanlara da zarar verdiğini belirtir. Bu anlamda seyahatnamede aynı zamanda Avrupalıların yaptıkları çevreci bir dil kullanılarak da eleştirilir.

Tarihte nehir devletleri vardır. İşte bu nehir devletlerinden birisi de Osmanlı devletidir. Osmanlı Devleti uzun yıllar bereketli Hilal’e, Tuna nehri havzasına ve Nil’e hükmetmiştir. Osmanlı Devleti Afrika’da bir Nil devletidir dersek abartılı olmaz. Çünkü Mavi ve Beyaz Nil’in başladığı Afrika topraklarından döküldüğü Akdeniz’e kadar olan Coğrafya Osmanlı esintileri taşır, bu esintilerin izlerini hala görebilirsiniz. Seyahatname bu açıdan aynı zamanda bir Nil seyahatnamesidir. Belki de bu alanda yazılmış ilk eser olarak da göze çarpar. Muhammed Mihri nehirde yaşayan balıklardan tutun da Nil’in devasa timsahlarının ve su aygırlarının nasıl yöre halkı için vazgeçilmez olduğunu belirtir. Bu hayvanların etinden derisinden ve timsah yumurtalarından nasıl yararlanıldığını anlatır.

Osmanlı Afrikası'nda halk ile tabiat iç içe yaşar. Ne insan tabiatı hâkimiyeti altına almaya çalışır ne de onu kötü niyetleri için kullanır. Tabiatı yok etme yerine ondan faydalanma ihtiyacını karşılamayı amaçlar, fakat bu ihtiyaçlar sadece yörenin insanının taleplerine cevap vermelidir. Eski Func Krallığı'nın merkezi Sinnar’da olduğu gibi. Burada uzun yıllar altın madenleri olduğu bilinmesine rağmen, Osmanlı Devleti, bu bölgeden çıkarılan altınları yine bu bölgenin imar işlerinde kullanmıştı.

Afrika denilince hastalıkların, şiddetin sürekli var olduğu açlık ve sefalete mahkûm bir kıta akla gelir. Fakat Osmanlı Afrikası'nda şiddetin hiçbir unsurunu göremezsiniz. Osmanlı Afrika’sı, eğer batılı köle tüccarlarına ve kaçakçılarına denk gelmediyseniz güvenli bir yerdir. Mısır’dan Uganda’ya kadar, Etiyopya’dan Somali’ye kadar sizi kimse rahatsız etmez. Kabilelerin birbirlerine saygılı bir şekilde yaşadığını görürsünüz. Fakat şimdi bu bölge öyle mi? Nil havzasından kan gölü havzasına dönüşmüş bu coğrafya.

Osmanlı Afrikası halkları 100 yıl öncesine kadar Sudan’da Kenya’da hatta Etiyopya’da İslami bir hayat sürüyorlardı. Hatta bugünkü Etiyopya’daki Oramiya bölgesi Müslüman bir beldeydi. Protestan ve Cizvit misyonerleri sayesinde bu İslam beldesinde Hıristiyanlığa geçişler yaşandı. Bugün bu bölgenin yüzde 45’i Hıristiyan. Oysaki Habeş tarihine baktığımızda kadim bir Ortodoks Hıristiyanlık hakimken, geçişlerin Ortodoks Hıristiyanlardan değil Müslümanlardan olduğunu görürüz.

Güney Sudan, Sudan’ın yıllardır yarayan bir yarası. Eğer Mihri’nin belirttiği gibi Müslüman alimler davetçiler bölgede varlık gösterseydi, bugün Güney Sudan’da yaşanan gerginlikler yaşanmazdı. Aynı şeyler Darfur için de geçerli. Muhammed Mihri yıllar önce Darfur sorununu görmüş gibi. Darfur ve Batılı devletlerin niyetleri ve Sudan’ın politikası bugün büyük bir krizi ortaya çıkardı. Fakat bu krizin tek çözümü etnik farklılıklara bakılmaksızın İslam kardeşliğinin ön planda tutulma gerekliliğiydi.

Genelde kitap okuma tavsiyelerini sevmem. Fakat bu kitabın Afrika’nın tanınması ve bilinmesi açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü bizim de bir Afrika’mız var ve bu Afrika’yı bize en güzel şekilde bu kitap anlatıyor.


İbrahim Tığlı, 29.09.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Afrika'dan
İbrahim Tığlı Yazıları




Sonsuz Ark'ın Notu: İbrahim Tığlı Beyefendi'den yazılarının yayınlanması için onay alınmıştır. Seçkin Deniz, 23.06.2016



Yazının İlk Yayınlandığı Yer: Gerçek Hayat

http://www.gercekhayat.com.tr/yazarlar/osmanli-afrikasi-ya-da-bilad-i-sudan/

Seçkin Deniz Twitter Akışı