20 Nisan 2016 Çarşamba

SA2780/KY1-CÇ232: Dehşet

"Rüzgârların ne sinsi hırsız olduğunu nasıl bilmezdi? İnsanın huzurunu alıp kaçmakla yetinmezdi rüzgâr."


-balkona düşen iç çamaşırlarıyla uğraşmanın hazin öyküsü-

Genç Adam tıpkı diğer günlerdeki gibi balkona sigara içmek için çıkmıştı. Gün her günkü sıkıcılığıyla karşılamıştı Genç Adam'ı. Genç Adam yatağından çıkıp lavabo başında aynaya baktığında bunu duyumsamıştı; hem başka bir beklentisi var mıydı ki? 

Ağzında kekremsi bir tat, içinde hep duyumsadığı delişmen bir çavlanın devinimiyle balkonda içilecek sigara anlık bir keyfin peşinde koşuşun sonucu değildi. Belki tersiydi. Yo, hayır, kesinlikle tersiydi. En azından adsız ve delişmen çavlanın çağlayışını bastırmak içindi belki de balkonda içilen çay ve sigara. Bunu bilmiyordu. Ve bilmek istediği de yoktu. 

Elinde ince belli bardağı, ağzında henüz yakmadığı sigarayla balkona çıktı. Dehşet. Sartre’ın kahramanının – o an o kahramanın adını düşünmedi değil, ne kadar uğraşırsa uğraşsın anımsamayınca vazgeçti aramaktan, Dostoyevski’nin kahramanlarını kolaylıkla anımsıyordu oysa, yani belleğinden yana bir sorun yoktu, "Hadi say Dostoy’un kahramanlarını!” dese biri, hiç düşünmeden, duraksamadan bir çırpıda en bilineninden en bilinmeyenine kadar başlardı saymaya; Nelli, Stepan Trofimoviç, Raskolnikov, Prens Mişkin, Nastenka, Alyoşa, İvan Karamazov ve daha niceleri.. "Ya Bulantı’nın kahramanı?" Antoine Roquentine’yi anımsamasa da aynı yazarın bir başka yapıtındaki kahramanı Mathieu’yu kolaylıkla anımsıyordu ve fakat o kahramanın şimdi burada bir anlamı yoktu hep böyle oluyordu, ya da çoğunlukla böyle oluyordu istediği yerine istemediği, Mathieu’ya gereksinimi yoktu şuan, öteki..- yolunun üstüne çıkan yassı taşın duyurduğu bulantı ya da tiksinti yerine Genç Adam iliklerine kadar dehşeti duyumsadı. Ve,“Ya o böyle bir şeyle karşılaşsaydı yine elinin parmaklarından tüm benliğine bir bulantı mı yayılırdı yoksa benim gibi dehşete mi kapılırdı?” diye düşündü.

Gün öyle anlaşılıyordu ki, bu kere sıkıcılıktan vazgeçerek şaşırtıcılığı seçmişti. Öyle ki daha dehşete kapılışının üzerinden çokça bir zaman geçmemişken ağzından çamaşırlarla karşılaşmasının üzerinde bıraktığı şaşkınlığın biraz hafiflemesiyle ağzından fısıltıyla dökülen “Bu ne şimdi ya?” sorusuna karşılık usuna ilk gelen “Bahşiş” sözcüğü olmuştu ve fakat bunu söylemedi. 

Söylemek istemiyordu. Anlamsızdı. Evet, gün şaşırtmaya devam ediyordu. Arada bir usuna düşen “Bahşiş” sözcüğü nereden “Bu ne şimdi ya?” sorusuna yanıt olmak için koşup gelmişti? Hani bir garson olsa, bellboy olsa ya da ne bileyim işte housekeeper falan olsa belki anlaşılabilirdi soruyla muhatap olur olmaz “Bahşiş” sözcüğünün usuna düşmesi. Ve fakat şuan için, şu ortamda anlaşılır bir yanı yoktu bunun. 

Bu durumun, bu tuhaflığın sözcük dağarcığının yoksulluğuna hükmedilmesin. Başka bir şey vardı elbet. Bu başka şeyin peşinden koşmak için can atsa da Genç Adam, balkonun zemininde kendisini karşılayan iki parça bayan iç çamaşırından bir an önce kurtulmanın daha öncelikli oluşuna karar vermişti. Kendisini sorguya çekecek zamanı bolca bulurdu. Usuna ilk düşen “Bahşiş” sözcüğünün sorgusu elbet yapılacaktı. Bundan kaçmayacaktı. Kendisine bu konuda tolerans göstermeyecekti. 

“Hayır, bayım, bu kolaycılığın hesabını vereceksin!” dedi sigarasını yaktığı zaman. Derin bir nefes alıp dumanı savurdu. Balkon masasına doğru yürüdü. Çamaşırlara iğrenerek baktı. Ezmemek, dokunmamak için olanca gayretle uğraştı elinden gelebilecek özeni gösterdi. Çayını masaya koyup oturdu. Çamaşırlara bakmamaya çalıştı. Bakmadı da. 

Şimdilik görmezden gelmek en iyisiydi iyisi olmasına karşın ve fakat Genç Adam biliyordu ki belleğine o görüntü mıh gibi çakılmıştı. O çamaşırlardan kurtulduktan sonra da bir süre –belki bir süreden çok, çok, çok fazla- daha gözlerinin önünden gitmeyecekti. Bunu biliyordu. Belleğinin böyle acımasızlıklarını unutmuş değildi. En olmadık zamanlarda en olmadık imgeler, görüntüler birdenbire karşısına çıkar deyim yerindeyse soluğunu keserdi. Ve öyle görünüyordu ki balkon zeminine boylu boyunca ulaşmış bu çamaşırlar da sık sık karşısına çıkarılacaktı. 

Ne kadar unutmak isterse istesin, tam “Unuttum” dediği sırada aniden dil çıkarırcasına karşısına dikilecekti bu görüntü. Çayından bir yudum aldı, sigarasından derine bir nefes daha çekti ve istemeyerek de olsa çamaşırlara baktı.  Evet, çamaşırlar bayan iç çamaşırlarıydı. Bu yargı çamaşırların boyutlarından kaynaklanmamıştı. Hangi erkek böyle dantelli, tam ortasında hiç de olmaması gereken bir sembol olan iç çamaşırı giyerdi ki? Kalp sembolünü hangi akıl külot üzerine uygun bulabilirdi? 

Bulmuştu ve bu buluşa nasıl bir akıl sahip olmak istemişti. Üstüne üstlük ecnebice bir yazı da sırıtıyordu. “Touch me” üç aşağı beş yukarı anlamını çıkarıyordu Genç Adam. Yazı ve Kalp daha fazla bir dehşeti duyurmuş değildi.

Dehşet balkonu bütünüyle sarmıştı. Bundan kurtuluşu nasıl sağlardı? Tanık olunan şeye tanık olduğunun bilinmemesini sağlayacak bir kurtuluş yolu bulmalıydı.. Çamaşırları paspas sopasına takıp üst balkondan düştüğü –ki üst katın çamaşır yıkama günüydü bugün, bunu biliyordu Genç Adam ve bugünün o gün olduğunu unutmuş olsa da aşağı sarkmış ve rüzgârda bir bayrak gibi dalgalanan çarşaf, balkonuna düşen iç çamaşırlarının üst kattan düştüğüne yeter kanıttı- kesin olan çamaşırları geldikleri yere fırlatmayı geçirdi aklından. Vazgeçti. Bir gören olduğunda nasıl açıklayabilirdi bu davranışı? Ağaç kovuğunda yaşamıyordu elbet. Sosyal yaşamın gereklerine uymazdı bu davranış. 

Bir poşet içine koyup sessizce yukarı kata çıkar kapı koluna asar ve yine kimseye sezdirmeden evine atardı kendini. Böylece kimse de kınayacak bir gerekçe bulamazdı. Kapıyı açan ev sahibi çamaşırlarla karşılaştığında belki teşekkür bile ederdi. Eder miydi? Kimsenin bilmesini istemediği kalp simgeli ecnebice “dokun bana” yazan dantelli külotuna kimliği meçhul birinin tanık oluşu O’nu ne denli rahatsız ederdi kim bilir. Belki artık kimsenin yüzüne de bakamazdı. Dantellerden ötürü değil. Kalp ve yazı. Ters olan buydu. En azından kendisi için ters olan buydu. 

Özellikle neredeyse kalp simgesine içerlemişti Genç Adam. İyi ama alırken düşünmesi gerekmez miydi? Hadi alırken başına böyle bir tuhaflığın gelmesini düşünemedi ya yıkayıp astığında dikkat etmesi gerekmez miydi rüzgârlara karşı? Rüzgârların ne sinsi hırsız olduğunu nasıl bilmezdi? İnsanın huzurunu alıp kaçmakla yetinmezdi rüzgâr. Postaya verilmek üzere bir hevesle yazılmış nice mektupları alıp kaçmamış mıdır? Nice yeni açmış çiçeğin kokusunu alıp kaçmaz mıydı? Sahi rüzgârı hesaba katmayan biri gerçekten olabilir miydi? Bunu da mı bilmiyordu? Hem utanacak idiyse niye öylesi bir çamaşır aldı ki? 

“Bakalım kendisi mi aldı?” dedi Genç Adam, iç çamaşırı sahibine acıyarak. Açıkçası acıyordu. Duyduğu dehşet acıya evrilmişti handiyse. Ne sigaradan ne çaydan bir tat alamıyordu ve alamayacaktı da. 

Öfkeyle yerinden kalktı balkon kapısının yanında süpürge ile faraşı aldı çamaşırları faraşa süpürüp çöpe attı. Kendi yaşadığı acıyı-dehşeti çamaşır sahibine yaşatmayacaktı.



Cemal Çalık, 20.04.2016,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü
Cemal Çalık Yazıları


Seçkin Deniz Twitter Akışı