24 Aralık 2015 Perşembe

SA2240/KY43-BRŞ3: Frankfurt Okulu Düşünürlerinin Yahudi Düşmanlığına Dair Tutumları

"Birçoğu Yahudi olmakla birlikte Siyonizm’e uzak duran ve hatta bu sorunun önemini reddeden Frankfurt Okulu mensuplarının,  soruna ilişkin yaklaşımlarının ardında yatan düşünüş biçimlerinin anlaşılması oldukça önemlidir."



Giriş
Tarihsel vatanlarından sürgün edilmiş olan Yahudilerin sıkıntılarına ve kıyımlarına son verecek olan ve onları İsrail topraklarına geri götürecek olan bir Mesih beklenmektedir tüm Yahudi dini ve felsefi metinlerinde. Böylesi bir tema, beraberinde bir özleme de çağırışım yapmaktadır. 

XIX. Yüzyılda, Hahamların “sapkınlık” olarak nitelediği Siyonist örgütlenme ve hareketler Yahudileri kendi içlerinde ikiye ayırmıştı. Hahamlar açısından bu hareket “Aşkı vaktinden önce uyandırmak”tı, öte yandan Avrupa’daki kıyımlara ve ayrımcılığa dayanamayan ve daha çok politik-dinsel bir misyon üstlenen bazı gruplar, bu özlemi ideolojileştirip “zor kullanarak” vatanlarına geri dönmeyi hızlandırmaya çalışmıştır.

Birçoğu Yahudi olmakla birlikte Siyonizm’e uzak duran ve hatta bu sorunun önemini reddeden Frankfurt Okulu mensuplarının,  soruna ilişkin yaklaşımlarının ardında yatan düşünüş biçimlerinin anlaşılması oldukça önemlidir. Onlar, Siyonizme karşı tiksinti duymuşlar ve bunu bir aşağılanma olarak görmüşlerdir. Theodor W. Adorno ve Max Horkheimer gibi bazı düşünürlere göre, Yahudilik sorunu “kapağı kapanmış bir kitap”tır. Walter Benjamin’de görülen “ikili ruh” çatışması ise, onu hayatı boyunca kutsal topraklara dönüp dönmeme konusunda gelgitler yaşamasına sebep olmuştur.

Düşünürlerin yaklaşımını anlamlandırmak ve açıklamak amacıyla başlatılan bu çalışma, literatür taramasının ardından, sınırları belli olan böylesi bir çalışmada amaca ulaşmanın güçlüğü anlaşılmış olup, bilimsel bir kaygıdan uzaklaşılarak ve makale formatından da vazgeçilerek, bazı başat kaynakçaların özetini çıkarmak suretiyle bir yazıyı kaleme alma tercih edilmiştir. Bununla birlikte yer yer alıntılara başvurmak suretiyle referanslar verilecektir. Ancak baştan, yazının çerçevesini çizmek adına belirtmek gerekirse, bu çalışma ile amaçlanan Frankfurt okulu düşünürlerinin okul çatısı altında yürüttükleri faaliyetlerini ayrıntılı bir şekilde açıklamak değildir. Onların, dönemin toplumsal çözümlemeleri mercek altına alınmayacaktır. 

Dönemin pozitivist teamüllerine karşı takındıkları eleştirel yaklaşım da bu çalışmanın konusu değildir. Söz konusu Siyonizm olunca, ona karşı oluşturulan önyargıların belirlediği antisemitist hareketlenmeleri de çalışmanın dışında tutmak gerekmekte. Kısaca bu yazı, okulun mensuplarının kendilerini dünya üzerinde konumlandırdıkları yere ve manaya dair bir perspektifi sağlamayı amaçlamış olduğundan, izlerden de yola çıkarak onların ruh dünyasına doğru manevi bir gezinti yaptığını düşünen yazarın kendi kanaatlerine ulaşmasında etkin olan görüşleri aktarmak niyeti güdülmektedir. 

Elbet böylesi bir çalışmanın bilimsel hiçbir iddiası olamaz. Yine de bazı kriterler göz önünde bulundurulacaktır: Örneğin zaman zaman gönderme yapılan kaynaklar, kaynakçada belirtilecektir. Sayfa numaralarının belirtilmesi, alıntı yapılan ifadelerin birebir alıntı kriterlerine eş düşmesi gibi kaygılar güdülmeyecektir.

Çalışmaya, Frankfurt Okulu düşünürlerinin okul çatısı altında genel olarak faaliyetlerini anlatan bir bölümle başlanacaktır. Ardından Sombart’ın Yahudilik ile kapitalizm arasındaki ilişkiyi analiz ettiği “Kapitalizm ve Yahudiler” adlı eserinden yola çıkılarak Yahudiliğin kısa bir tarihsel seyri, sonrasında kapitalizmle ilişkileri açıklanmaya çalışılacaktır. 

Martin Jay’in, okul mensuplarının antisemitizme dair görüş ve çalışmalarına yer yer değindiği “Diyalektik İmgelem” adlı eserinin özeti niteliğinde olan ve hadiseyi daha derli toplu bir araya getirdiği “Yahudiler ve Frankfurt Okulu: Eleştirel Kuramın Anti- Semitizm Çözümlemesi” başlıklı makalesinde işlediği tarihsel bir süreç –özet şeklinde- ele alınacaktır. 

Son olarak, Almanya’da yaşanan Yahudi soykırımının ardında yatan bazı saklı kalmış iddialara değinilmek suretiyle; düşünürlerin tutumlarını anlamlandırmaya yönelik değerlendirmeler yapılacaktır. Görüldüğü üzere, bilimsel bir makale formatının çok dışında, daha özgün ve özgür bir ifade biçimi tercih edilmiştir.

Frankfurt Okulu ve Mensupları

Adını, Almanya’da bulunan Frankfurt Üniversitesi’nde Toplumsal Araştırma Enstitüsü ile ilişkilerinden dolayı alan Frankfurt Okulu, materyalizmle başlayıp Eleştirel teoriye varan, oradan da Araçsal Aklın Eleştirisine uzanan bir teorik gelime çizgisi takip etmiştir. 

Başlangıçta Marx’ın ekonomi-politiği ile yola çıkan okul mensupları, 1930’lardan itibaren kendilerinin de belirli bir toplumun ürünleri oldukları ve ele alınacak sorunun sadece toplumun ekonomik hayatı, toplumdaki bireylerin psikolojik gelişmeleri olmadığının altı çizilerek “kültür” de Enstitü programına –antropolojik anlamıyla- dahil etmeye başlamışlardır. Böylece kültür,  Marx’ın alt yapı-üst yapı olarak kavramsallaştırdığı dikotomisinde, ekonomik alt yapının bir görünümü olmaktan çıkmıştır. 

Frankfurt Okulu ile özdeşleşen en önemli düşünürlerden Adorno ve Horkheimer, biçimsel rasyonalite ve dolayısıyla araçsal akıla olan eleştirilerini, 1940’lı yılların ortasında “Kültür Endüstrisi” kavramını geliştirerek ortaya atarlar. Ne tam olarak bir kültür teorisi ne de endüstri teorisi olarak tanımlanabilecek olan kültür endüstrisi, teknolojinin toplum yaşamındaki belirleyici etkisine, hayatın trajik bir nitelik kazanmasına, standartlaşma ve dağıtım tekniklerinin rasyonelleşme süreçlerine vurgu yapar. 

Dağıtım tekniklerinin rasyonelleşmesinde reklam[1] önemli bir işleve sahiptir. Okulun öne çıkan diğer bir ismi olan Herbert Marcuse, kültürün maddi yaşam süreçlerine dahil edilmesine çağrıda bulunurken, kültürün eleştirel vasfını yok ettiğine inandığı teknoloji üzerine vurgu yapar[2] ve totaliter bir toplumsal düzene dönüşmüş olan ve alternatif fikirleri yok sayan bir toplumsal sürece dikkat çeker.

Sombart’ın Kapitalizm Çözümlemesinde Yahudilerin Rolü

Weber’in kapitalizm çözümlenmesinde Protestanlık’ın sunduğu rasyonelleşmiş bir hayat tarzının kapitalizmin doğuşuna zemin hazırladığı iddiasına karşın; Sombart kapitalizmin itici gücünü Yahudilikten aldığını iddia eder. Eserinde ayrıntılı bir çözümleme yapan yazar, Yahudilik dinini enine boyuna masaya yatırarak, onun yaşam felsefesi olarak nitelendirilecek muhtevasını gözler önüne sermeye çalışmaktadır.

Yahudi halkının ve dininin ekonomik etkiler üzerinde sahip olduğu büyük etkiyi sergilemek adına özel bir başlık altında incelemeyi tercih eden Sombart, Yahudiliğin etkinliğine dair “din, belli bir ruhani bakış açısının ifadesi olduğu ölçüde, özsel bir yöne sahiptir; birey onun içine doğduğu için de nesnel bir yönü vardır” tespitinde bulunur[3].

Yahudiliğe dair, dinin kaynağı olarak kabul edilen her biri farklı zamanlarda çıkmış olan kaynak kitapların birbirini tamamlayan türden farklı yorumlarını ve bu yorumlar neticesinde Yahudiliğin tarihsel seyrini ve dolayısıyla de gelişimini okuruyla paylaşan yazar; günümüz Yahudiliğini en çok niteleyen yorumlarına Talmud’da rastlandığını ifade eder. Ancak üzerinde durulması gereken asıl nokta, bütün bu yeni yorumlarla ifade edilen kanunların, Yahudi dinsel yaşamını daha da güçlendirmiş olmasıdır[4].

Sombart, Yahudi bir kimsenin kendini ve hayatını nasıl anlamlandıracağına dair dini öğretilerin nasıl ortaya çıktığını “adil” ya da “kötü” gibi nitelemeler ışığında sunmakta. Ona göre “Bir kimsenin adil ya da kötü olarak değerlendirilmesi, göz ardı edilen emirlere karşı yerine getirilen emirler dengesine bağlıdır”[5]. Bu muvazeneyi sağlamaya koşullu olan bir Yahudi için bu durum, bir anlamda onun muhasebecilik anlayışının gelişmesine sağlamıştır. Aynı zamanda dengeyi kurmaktan ziyade daha “adil” bir tutum sergileyerek Tanrı’nın rızasını almaya çalışması, kapitalizmin “kâr” kavramına denk düşmektedir. 

Bir kimsenin daha dürüst ve adil olma çabası, Yahudiliğin dünyevi bir vaadinin de sonucudur: Böylesi tutumlar, bu dünyada sürekli ödüllendirilir. Ancak ödüllendirildiğini bil(e)meyen Yahudi, her gün yeni şeyler yaparak ödül ardına ödül ekleme peşinde olacaktır; tıpkı bir kapitalistin sermayesine kattığı karı eksiltmemeye çabalaması gibi. Genel olarak kutsal metinlerde işlenen tema zengin olmaya dairdir; bir koşul ile: “Zenginler ancak Tanrı’nın yolundan yürüyorlarsa kutsanmaktadır ve yoksulluk lanettir”. Zenginlik pek hor görülmez[6]

Hıristiyanlıkla Yahudiliği zenginlik ve fakirlik öğretileri bakımından karşılaştıran Sombart, sık sık kutsal metinlerden alıntılar yapar. Ayrıca halk içerisine yerleşmiş özlü deyişleri de kullanır. Örneğin Yahudilikte, “Süleyman gibi, teneke gibi altın ve kurşun gibi gümüş toplayın” öğretisi varken; Hıristiyanlıkta “Devenin iğne deliğinden geçmesinin, zengin adamın Tanrı’nın Krallığı’na girmesinden daha kolay olduğu” öğretisi mevcuttur[7].

Sombart, Yahudiliğin son hali olduğunu söylediği ve Tanrı ile kul arasındaki sözleşmeye atıfta bulunarak, yasanın akılcılaştırılmasına da değinir. Bu sözleşme yasa niteliğine sahip olmakla beraber, Tanrı tarafından Musa aracılığıyla defaatle bildirilmiştir. 

Buna göre, İsraillilere iki görev bildirilmiştir: 1. Kutsiyet sahibi olacaklardı, 2. Tanrı’nın yasasına uyacaklardı. Tanrı’nın ise kurbana ihtiyacı yoktu, sadece itaat bekliyordu. Ancak buradaki kutsiyetin iyi anlaşılması gerekir. Akılcılık ile kutsiyetin harmanlanması sonucunda, öte dünyacı çilecilik, Musevilikle her zaman çelişmiştir. Zira bu ikisi birbirinin yerine kullanılan terimlerdi. Kendisine verilen ruhu öldürmeyip korumasına salık verilmesi, yaşamın olumsuzlanmasına imkan tanımıyordu. Dolayısıyla dünyevi bir yönelime işaret ediyordu. Dünyevi yönelim içerisinde ise, arzu ve eğilimlere sahip olan kimsenin varoluşunu ahlaki yaşama geçirmesi öğütleniyordu.

Yahudiliğin en önemli vurgularından biri de dile dair olan vurgudur: “Kutsallığımız, büyük ölçüde dilimizi denetime almaya, kendimizi sakin tutmaya bağlıdır. Konuşma yeteneği… insana kutsal amaçlarla verilmiştir. Bu yüzden bütün gereksiz konuşmalar bilge kimselerce yasaklanmıştır”[8] 

Halk arasına yerleşmiş başka ünlü bir söylem de şöyledir: Sözcüklerin bolluğunda aşırılık istenmez; ama dudaklarını sıkan bunu bilgelikten yapar. Yahudiliğin dile dair bu öğretilerinin izleri, daha sonra değinileceği gibi, Frankfurt Okulu düşünürlerinde görmek mümkündür.

Frankfurt Okulu düşünürlerinin entelektüelliği tercih etmelerini anlamlandırırken de ifade edileceği gibi, onların sürgün yaşamları boyunca, sürgünde bulunduklarını kabul ettikleri her yerde, oldukça uyumlu ve itaatkar halklar olduğu söylenebilir. Zira dinlerinin onlara buyruğu bu yöndedir: “Yahudi güne uymalıdır, gün Yahudi’ye değil!”.

Son olarak, Yahudilerin entelektüelliği, onların en çarpıcı ve diğer bütün özelliklerini kucaklayan özellikleri olduğunu ifade eden Sombart, bu entelektüelliğin çözümlemesini de yapar. Sürgün edildiğinden bu yana yollarda olan Yahudi, yerleşik hayata bir türlü geç(e)memiş olduğundan, her an yanında götürebileceği birikimlere önem vermektedir. 

Bir Yahudi eğer entelektüel faaliyetlerle uğraşmayacaksa,  ekonomik faaliyetlere yönelmektedir. Ayrıca göçebeliğin doğasından kaynaklanan sürekli bir araştırmacı, anlamacı, örgütleyici, düzenleyici, vs. gibi becerilerinin gelişmesi sağlanmıştır. Kültürel kodlarına işlenen bu durumu, Sombart genetik olarak yerleştiğini ve zaman içerisinde nesilden nesile aktarıldığını iddia etmekten kendini alıkoymaz.[9] Uyanık olmak nasıl ki Yahudilerin kaderi ise; göçebeliğin de kapitalizmin atası olduğunu iddia etmenin abartı olmayacağı sonucuna varır Sombart çözümlemesinin sonunda.

Okul Mensuplarının Antisemitizme Dair Entelektüel Tutumları[10]

1930 yılında, Frankfurt Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü müdürü Horkhemeir’ın, özellikle Yahudi sorununu yüzeysel bir şekilde geçiştirmesi o dönemde tüm meslektaşları arasında, en azından yazılı araştırmalarda ortak bir tutumdur. Aslında onların anti-Semitizm sorununu daha genel bir çerçevede olan sınıf çatışması başlığı altında ele alma eğilimleri, Nazilerin iktidarı ele geçirdikleri 1930’larda ve hatta Amerika’ya göç etmek zorunda kaldıkları 1934’te varlığını sürdürmüştür.

1935’te yayınladıkları “Otorite ve Aile Üzerine İncelemeler” adlı ortak çalışmalarının ne kuramsal ne de ampirik bölümlerinde anti-Semitizm üzerine özel bir tartışmaya girmişmediler. Marcuse’un 1934’te yayımlanan “Totaliter Devlette Liberalizme Karşı Savaş” adlı yapıtında da Yahudilerden söz edilmedi.

Adorno’nun Richard Wagner üzerine çalışmasında anti-Semitizm ele alınmış ve bestecinin sadomazoşist dinamikleri ile ilişkilendirilmişse de ilk olarak 1939’da “Fragmante Über Wagner” adıyla bir kısmı, eserin tamamı ise ancak 1952 yılında “Versuch Über Wagner” adıyla yayımlanmıştır. Horkheimer, 1939’da “Die Juden und Europa” başlıklı makalesinde bile, anti-semitizm sorunu kapitalizm krizi üst başlığı altında ele alınmaya devam etmekte idi.[11]

Horkheimer, Yahudilerin zor durumunu, kendilerinin de içinde bulunduğu ekonomik alanın iflasının bir yansıması olarak geçekleştiğini söylüyordu. Martin Jay’in “Yahudiler ve Frankfurt Okulu: Eleştirel Kuramın Anti- Semitizm Çözümlemesi” başlıklı makalesinde değindiği ve kendisine ilginç gelen nokta, Horkheimer’ın soruna ilişkin Nazilere değil de dışarıdakilere işaret etmesidir. Alman Yahudiler ise, yaklaşık yüzyıl önce yayınlanan Marx’ın Yahudi sorunu üzerine yazdığı eserinin bir yankısından pek farklı olmadığından dolayı bu makaleyi eleştirmişlerdir. Horkheimer ve meslektaşlarının anti-semitizme karşı takındıkları tavırları, Enstitünün ilk yıllarında birbiriyle paralellik arz etmekteydi.

Enstüti üyeleri, çalışmalarında çok nadiren etnik kimliklerini önemli görüyorlardı. Ancak 1950’lerde Horkheimer daha önceden ihmal etmiş olduğu tutumunu tersine çevirmeye çalışmıştır. Dönemin koşullarına dair ipuçları vermesi bakımından; yapılan çalışmaların, araştırmaların ve/veya çözümlemelerin, daha ileri ki yıllarda yayımlanması oldukça dikkat çekicidir. Örneğin, Horkheimer, Heinrich Regius takma adıyla Dammerung adlı eseri ölümünden sonra Notizen adıyla yayımlanmıştır. Bu kitapta, Horkheimer’ın Yahudi sorunu ile ilgili dönüşümünü izlemek mümkündür.

Ölümünden hemen önce, “Der Spiegel” dergisine yaptığı bir röportajda, kendisinin eleştirel kuramının bazı açılardan Yahudi etkisine dayandırılabileceğini vurgularken, Eleştirel kuramın “ötekini” isimlendirmeyi reddetmesinin nedeninin ise, Tanrı’yı adlandırma ya da cenneti betimleme konularına getirilen Yahudi tabusundan kaynaklandığını iddia ediyor. Jay’e göre, meslektaşlarından hiçbiri onun kadar ileri gidememişti, ancak hepsi de savaş öncesinde Yahudi sorununa ilişkin yorumların yetersiz olduğu konusunda hem fikirdi. Aslında onların konumu savaşla birlikte değişmeye başlamıştı. Onların 1939 yılında Behemoth adıyla yayınladıkları yönergede totaliter olan/olmayan üzerine bir ayrımın vurgusu yapılmakta idi: Totaliter olan ‘sihre dayalı bir tartışmanın ötesindeyken, totaliter olmayanın rasyonelliğin kırıntılarını taşıdıkları ifade ediliyordu. 

Bu bağlamda, anti-semitizm aşağıdan yani halkın teemmülleriyle gelişen bir durum değil, aksine tepeden tahakküm ve manipüle yoluyla gelişmiş bir olgu idi. Neuman’ın bu eser içerisinde ele aldığı makalesinde, aslında Alman halkının tüm halklar içinde en az Yahudi düşmanı olduklarının altı çiziyordu. İlginçtir, enstitüdeki diğer meslektaşları da onunla hemfikirdi. 

Neuman’ın daha sonraki baskılarına eklediği, daha da ilginç bir, iddiası; Nazilerin Yahudilere karşı uyguladığı kabul edilen acımasız politikaların varlığını kabul etmekle birlikte, bunu tarihsel seyir içerisinde insanlığın uğrak yerlerinden biri olduğunu ifade etmesidir ki, doğal bir süreç olarak kabullenir ve bu durumu şöyle ifade eder: “Sadece nihai hedefe giden yolda kullanılan araçlar olarak, yani hür kurumların, inançların ve grupların yıkımı…” Ölmeden önce de Alman anti-semitizminin görece önemsiz bir mesela olduğuna dair inancını yineledi.

Enstitü üyelerinin anti-semitizme olan ilgileri, Erich Fromm’un ensitü çalışmalarına yaptığı katkılar sayesinde, psikanalizin eleştirel kurama eklemlenme süreciyle paralellik arz eder. Bu anlamda Neuman’ın anti-semitizmin rasyonel ve irrasyonel ayrımını reddederken; diğer yandan ekonomi temelli Marksist çözümlemelerden de uzaklaşarak, anti-semitizmin psikolojik taraflarına vurgu yapmaya başlarlar. 

İlk sistematik anti-semitizm araştırmaları olan ve Amerika’da Amerikan işçilerinin Yahudilere karşı takındıklarını tutumları çözümledikleri çalışma, Amerikan işçi tahayyüllünü al aşağı etmesine ve muazzam ham verilere ulaşılmış olmasına rağmen yayımlanmadı. Araştırma sırasında kullanılan ampirik tekniklerin sağladığı deneyimler, Amerikan Yahudi komitesinin de desteği ile “Önyargı Üstüne Çalışmalar” genel başlığı altında beş cilt halinde yayınlandı. Bu ciltlerin ikisi, okul dışından iki yazara aitti. Biri Paul Massing’in “Yıkım İçin Prova”, diğeri Lowenthal ve Guterman’ın birlikte hazırladıkları “Sahtekarlığın Peygamberleri” adlı eserleridir. Sonuncusu ise, Adorno’nun “Otoriteryan Kişilik” adlı eseridir. 

Ampirik verilerden elde edilen sonuçlara bakılacak olursa, anti-semitizm ekonomik sıkıntılara bağlı olarak Yahudilere karşı duyulan bir hıncın ifadesiydi. “Bir güçlü bir de zayıf” bir düşman kurgusu üzerine yükselen ve provokatif bir nitelik arz eden anti-semitizm, yukarıdan manipüle edilmekteydi. Zira Yahudi’nin jest ve mimikleri, kışkırtıcı bir şekilde taklit edilerek Yahudi “uygarlığın zincirlerine karşı kendi güçsüz öfkesinin merkeze yerleştirdiği kurgu üzerinde bir simge” haline getiriliyordu.

Adorno’nun vardığı sonuçlar arasında, anti-semitizmin doğası gereği öznel ve irrasyonel olduğu, genel olarak batıl inançlarla çarpıtılmış deneyimler üzerine kurulu olduğu ve ahlaksal, süper egoist bakış açılarıyla rasyonelleştirildiği, zihinsel eğilimlerin ve psikolojik kategorilerin “mitolojik” karmaşaya meyilli olduğu ve genelde de anti-demokratik hissiyat ile ilişkili olduğu düşünceleri yer almaktadır. Bu psikolojik yorumlar, birçok gözlemcilerce, burjuva demokrasisi normunun hiç sorgulamadan uygulandığı ve esasen Marksist geçmişten tamamen koptuğu yönünde eleştirilere tabi tutuldu. 

Gerçekten de çalışmanın hiçbir bölümünde sınıfsal bir bakış açısı yoktu. Ve fakat araştırma Amerika’da yapıldığından ve Amerika ile Avrupa’nın toplumsal yapılarının farklı oluşundan dolayı böylesi bir ayrıma ihtiyaç duyulmamıştı. Zira anti-semitizm Avrupa’da orta sınıfa özgü bir tutumken, Amerika’da gerçek konumları ile arzuladıkları konum farkı olan insanlarda görülen bir tutumdu. Nihayet araştırmanın sonucu da bunu destekler nitelikte idi. Adorno, çalışmasını şu ifadelerle savundu: “Giderek daha da anonimleşen ve anlaşılması güç hale gelen toplumsal süreçler, insanın kişisel yaşamındaki sınırlı deneyim alanını, nesnel toplumsal dinamiklerle birleştirmeyi güçleştirmektedir. Toplumsal yabancılaşma, tam da karşıtının vurguladığı yüzeysel bir olgu tarafından gizlenmektedir: Siyasal tutumların alışkanlıklarının kişileştirilmesi, bugünkü yakınmaların tam da temelinde bulunan toplumsal alanın insansızlaştırılmasını telafi etme çabasıdır”.[12]

Anti-semitizm bir sorun olarak değerlendirildiğinde aslında Yahudilerin kendi tutumlarının da incelenmesi gerektiğine dair Horkheimer ve Adorno’nun bazı makaleleri, “İncelemeler” içinde yer aldığı halde, Almanca yazıldığı için belki de, Amerika’da göz ardı edilmiştir. Aslında onların bu tespitleri Amerikan liberal demokrasisinin tutumuna aykırı geliyordu ve Horkheimer ve Adorno bu tartışmayla tehlikeli sulara girmiş görünüyorlardı. 

Zaten daha sonraları liberalizmin kendisinin faşizmin yükselişiyle iç içe olduğunu iddia eden daha geleneksel duruşlara geri dönmüşlerdi. Martin Jay’e göre, Horkheimer ve Adorno’ya destek verdiği ve zaman zaman müdahil olduğu “Otoritaryen Kişilik” çalışmasında, anti-semitizmi oluşturan hiçbir unsurun göreli önemini tartışacak girişiminde bulunulmamıştı[13]. Ve hatta ona göre, düzensiz bir tarzda yan yana getirilmiş etkenler merkezsiz bir şekilde kümelenmiş bir tarzda işlenmişti. Jay, birçok zekice ve orijinal dayanaklarının olmasına karşın, çalışmayı ortaya çıkan sonuçları bakımından tatmin edici olmaktan uzak görmekte [14]

Sonuç itibariyle, tekrar etmek gerekirse, çalışmanın sonucunda ulaşılan yorum, Yahudilerin, anti-kapitalist çevrelerce günah keçisi olmalarındandı. Yahudilere göre ise, ticaret onların meslekleri değil, kaderleri idi. Kapitalizmi gittikleri her yere götürdükleri için de tepkiler onlara yağıyordu.

Ancak yine de Horkheimer ve Adorno’nun öne çıkarttıkları, burjuva sonrası anti-semitizmin analiziyle; piyasanın aracılığı üzerine inşa edilmiş klasik kapitalizme göre daha çıplak bir baskı biçimi olduğunu iddia ettikleri faşizmin karakterize edilmesiydi. “Artık hiçbir ekonomik tahakküme ihtiyaç duyulmazken (kendi döngüsünü sağlayan bir işleyiş haline gelmişken), Yahudiler en saf ve en basit biçimde tahakkümün mutlak nesnesi olarak belirlenmişlerdi.” Onlara göre faşizm, sınırsız iktidara, her türlü değere ve her şeye tamamen sahip olmayı arzulayan yöneticilerin yönlendirdiği katıksız bir güç düzeni idi. Bu “megolomanyakça” istekler belli bir suçluluk doğurur, ki bu da, total bir denetimi arzulayanların aslında Yahudilerin kendileri olduğu iddiasıyla hafifletilir[15].

Anti-semitizmin çok derin izler bırakan bir uygarlık ritüeli olmasından dolayı Horkheimer ve Adorno daha derin bir açıklama için uygarlığın (aydınlanmanın) temel diyalektiğine yöneldiler. Uygarlık (aydınlanma) ile doğanın hâkimiyet altına alınmasını eşitlemektedir bu yaklaşım. Doğayı düzensiz bir biçimde hâkimiyetine alanlar, bu azap içindeki doğada “iktidarsız mutluluğun” kışkırtıcı imgesini görürler. İktidarın olmadığı bir mutluluk düşüncesi dayanılmazdır; çünkü mutluluk o zaman gerçek mutluluktur. 

Doğa ile Yahudileri benzer görenler, yani Yahudileri doğa ile özdeşleştirip iktidarın olmadığı bir mutluluğa, çalışmadan alınan ücrete, sınırların olmadığı bir eve ve mitin olmadığı bir dine sahip olmaları kıskanıldı esasında. Oysa ironik bir şekilde, Yahudiler yalnızca tam olarak kıskanılan ve egemen olunan doğa ile özdeşleştirilemezler, aynı zamanda uygarlık sürecinin kendisiyle de ilişkilendirilirler.

Psikanalitik kuramla yaptıkları çözümlemeye göre anti-semitizm yanlış bir kurguya dayanır. Gerçek mimesis çevreyi taklit eder, fakat yanlış tasarım çevreyi tıpkı kendisi gibi yapar. Böylesi yanlış bir kurgu, paranoyaya denk gelmektedir ki bu da kişisel bir sorun olmanın ötesindedir, paranoya, modern dünyada siyasallaştırılmıştır.

Aydınlanma düşüncesi her ne kadar özneyi ön plana çıkartmışsa da Horkheimer ve Adorno’ya göre esasında kitle içindeki özneyi nesnelleştirmiştir. İdealizm de nesneyi öne çıkartarak bir nevi özne ile nesne arasındaki bağı nesneye indirgemiştir. Bu ikisi arasındaki sağlıklı yansıtma ancak ikisi arasındaki gerilimi korumakla sağlanabilmesi mümkündür ki; lazım olan da budur. Bu yaklaşımla değerlendirildiğinde; antisemitizmin sapkın olan yönü yansıtma eyleminin bulunmaması değil, düşünmenin eksik olmasıdır. Düşünceyi nesnelleştirmek dedikleri şey onlara göre, “şey”e düşman olan şeyin kendisini unutan öznel amaçların despotizmini içermektedir ve böylece, bir süre sonra pratiğe geçilecek olan şiddet, zihinsel süreçte uygulanmış olur. 

Şu halde diyebiliriz ki Adorno, anti-semitizmi toplumsal, psikolojik ve felsefi süreçlerin doruğa ulaştığı bir sürecin, yani aydınlanmanın diyalektiği olan bir sürecin merkezine yerleştirir. Bu diyalektiğe göre Yahudiler ortadan kaldırılmalıdır. Ona göre, eğer düşünce, tahakkümden özgürleştirilebilirse ancak Yahudilerin de insan olarak algılanması (kabul edilmesi) mümkün olacaktır. Dolayısıyla anti-semitizm paromanyaklığı tarihi bir dönüm noktasını ima etmektedir. 

Yine hem Horkheimer hem de Adorno daha sonraki makalelerinde bu düşüncelerden farklı olarak faşist eğilimleri, insanların içkin potansiyellerine dikkat çekerek yorumlar. Onlara göre anti-semitizme denk olan öfke, aslında Batı uygarlığının “öteki” kavramıyla ilişkilidir: Özdeş olmayana karşı duyulan öfke. Yahudilerin asimile olmayı reddetmeleri, “yönetilen dünyanın veya Marcuse’un tek boyutlu toplum adını verdiği toplumsal yapının bütünleşmesi önündeki engeldir.

Siyonizmle birlikte bütünleşmeyen Yahudiler, aslında artık İsrail topraklarıyla diğer tüm halklar gibi bir ulustu ve tüm diğer halklara karşı bir konumları vardı. Yani tüm halkların adaletsizliğinin suçu haline gelen Yahudilerin negatif duruşları artık bir ulus olmalarıyla pozitif bir hal almıştı. Böylece, "Yahudi sorunu artık kapağı kapatılmış bir kitaptı”. 

Onlar, Yahudi olmalarının etkisiyle “ötekini” tanımlamaktan kaçmalarının ardında Yahudiliğin Tanrı’ya isim koyma veya cenneti betimlemeyi yasaklayan geleneksel Yahudi tabusuna sadık kaldıklarını iddia ediyorlardı. Bundan dolayı alternatif ütopyalar tasvirini de reddediyorlardı. Okul düşünürlerine göre, özellikle Horkheimer’ın düşüncesindeki Marksist algının dönüşümü, “bu dünyada umulacak en iyi şeyin olumsuzlama alanlarının korunması”na dairdi. 

Marx’ın ütopyasında amaca ulaşmada “diyalektik” araçtı. Oysa Horkheimer ve arkadaşlarına göre en iyi olan, zıtlıkların devamlılığıydı. Horkheimer ve Adorno, diyalektik süreçte anti-semitizmin sadece bir uğrak yeri olduğunu umduklarını ifade ederler. Umuda dair bir aciliyet söz konusu olduğu halde, bunun için bir zaman tayin etmekten kaçınmışlardır.

Sonuç İtibariyle;

Frankfurt Okulu düşünürlerinin çoğunluğu Yahudi idi. Yaşadıkları dönemdeki Yahudileri kategorize edecek olursak, genel anlamda öne çıkan üç Yahudi tipinden bahsetmek mümkündür: 
  1. Entelektüel faaliyette bulunan ve bir şekilde dindarlıklarını korumuş olup sofu Yahudiler olarak tabir edilebilecek Hahamlarla ilişkilerini sağlıklı bir şekilde yürütebilen, yürütme potansiyeline sahip olanlar. 
  2. Ekonomik faaliyetlere yönelenler arasında zenginliğin büyüsüne kapılıp, dinin ahlaki öğretilerinden sapanlar. 
  3. Sürgün yaşama tahammülü kalmayıp, ideolojilerin zirveye ulaştığı dönemde o rüzgâra kapılıp İsrail Devletini bir an önce kurmak isteyen sapkınlar[16]

Görüldüğü üzere, ikinci ve üçüncü kategoride belirtilen Yahudiler, sapkın olarak nitelendirilmektedir. Sapkınlık, dinin öğretilerinden ayrı düşmüş anlamında kullanılmaktadır.

Sombart’ın işaret ettiği Yahudi dininin yasa ve öğretileri hatırlandığında, insan her şeyden önce ahlaki bir sorumluluk ve bilince sahip olması gerekir. Zira bu hasletlerin gelişmesi için akılcılık ilkesi temel ilkedir ve bir şekilde ölümden sonraki hayata değil, bilakis dünyadaki hayata işaret eder. Yani samimi bir Yahudi, hayatının her alanını Yahudiliğin yasa ve öğretileriyle kuşanmış bulacaktır kendini. 

Okul düşünürleri arasında özellikle Horkheimer ve Adorno’da bu bilinç ve bilinçten gelen sorumluluk anlayışı oldukça aşikâr tezahür etmektedir. Benjamin, arkadaşlarına göre daha mistik bir Yahudi anlayışına sahipken, Marcuse ise ne Yahudiliğe ne de Hıristiyanlığa yakındır. Onun din konusundaki tutumu “bir Aufklarer (Aydınlanmacı) tutumdur ve dünya görüşü tamamen seküler ya da ateisttir. Benjamin’le karşılaştırıldığında, ortak görülen şey, daha çok kapitalizm öncesi cemaatlere duydukları nostalji ve sanatsal kültürü bayağı burjuva toplumunun karşına koyan Alman Romantizmine duydukları hayranlıktır.[17]

Benjamin’in Yahudiliği, arkadaşlarına göre oldukça farklıdır ve tek başına yoğunlaşılmaya değer bir derinlik söz konusudur aslında. O, erken dönemlerinde ‘kefaretçi eleştiri’[18] yöntemini benimsemiş olduğu halde daha sonraları Marksizm’e yönelmiş ancak Yahudi mistizmi ile Marksizm arasında sürekli gidip gelmiştir. Onun metafizik ilgileri hayatı boyunca devam etmiştir.

Dönemin Yahudilerinin durumuna dair sosyolojik bir çözümleme yapılacak olursa, yukarıda yapılan kategorileştirmeye başvurmak gerekir. Yahudi düşmanlığının hedef aldığı baş aktörler aslında burjuva Yahudilerdir. Dolayısıyla dışlanmalarına imkan verecek bir potansiyele sahiptiler. Aslında bu olguyu, Horkheimer ve Adorno’nun irrasyonel bir önyargı olarak değerlendirmeleri bu açıdan oldukça anlamlıdır. 

Onlar, görünür olanın ötesine geçmiş çıkarımlara sahiptiler. Bundan dolayı da Yahudi sorunu ile doğrudan ilgilenmemişlerdir. Onların faaliyetlerini yürütmelerinde onlara esin kaynağı olan, şüphesiz Yahudilikteki uyumluluk ilkesi ve akılcılığa dayanan bir sorgulama neticesinde ulaştıkları bilinç seviyeleridir. 

Bu aynı zamanda bir sorumluluğu beraberinde getirirken, toplumsal çözümlemeyi anlamlandırmak bakımından da insan- bilinç ilişkisine bağlı olarak ahlaki değerlerin yozlaşmasıyla gittikçe nesnelleşen (şeyleşen) tek tek insanların psikolojileriydi. Özelde, insana yönelmiş değillerdi elbet, ancak o tek tek insanların birlikteliğinden oluşan kolektivite; zaten Yahudilikte korunması gereken bir niteliğe sahipti. Onlar esasında, toplumun sürüklendiği kaotik durumdan dolayı sorumluluk duymaktaydı. Ve fakat…

Avrupa’da yükselen faşizmin beslendiği ruh şüphesiz milliyetçilik anlayışıydı. Almanya’da tezahür eden faşizmin arka planında olup bitenlerin ne olduğuna dair oldukça spekülatif yorumlar yapılmakta. Söz gelimi, üçüncü kategoride bahsedilen sapkın Yahudiler, İsrail ülkesinin kurulması için, o dönem İngiliz sömürgesinde bulunan Osmanlı topraklarında bir an evvel bir devlet kurma idealine kapılmışlardı. Ancak o ülkenin halkı, yeryüzünde dağınık bir şekilde sürgündeydi. Halkı oraya çekmek için, bir şeylerin yapılası gerekiyordu. 

Hitler, yaygın olarak kabul gördüğü üzere ruh sağlığı yerinde olmayan ancak hitabeti oldukça güçlü olan ve de acımasız bir aktivistti o dönem. Kendisi, Kavgam adlı eserinde tersini iddia etse de, Yahudilerle yakın ilişkiler içerisindeydi. Zengin burjuva sınıfı da genelde kapitalist Yahudiler idi… 

İddialara göre[19], İsrail topraklarında gerekli olan haklı toplamak adına, sahte bir soykırım kurgusu yapıldı. Kar-zarar muhasebesini iyi yapan idealist Yahudilerin kapitalist Yahudilerin desteği ile Almanya’da bir soykırımı destekledikleri ve bu soykırımdan kaçanları organize edilmiş birliklerce İsrail topraklarına taşıdıkları söylenir. Bu iddialardan yola çıkılacak olursa, şüphesiz “spekületif” olarak değerlendirilecek olsa da, bazı çıkarımlar yapmak mümkündür. 

Şöyle ki: Frankfurt Okulu düşünürleri, eğer böylesi bir kurgudan haberdar idilerse, onların Yahudi sorununa ilişkin kayıtsızlıkları anlaşılabilir. Zira onlar, ahlaki ölçütleri önceleyen ve bir anlamda bu kurgulara dahil olmayan ve hatta bundan utanç duyan kimseler olarak, Amerika’ya gidişlerinden önceki sessizlikleri bir anlamda anlaşılır. Almanya’ya dönüşlerinde ise, Yahudilik sorununda dair yaklaşımları, yine böylesi bir kurgudan haberdar olduklarına dair izler taşımakta. Onlar bu sorunun, “kapağı kapatılmış bir kitap” olduğunu söylemekle, idealist Yahudilerin amacına ulaşmış olmalarına işaret ediyor olabilirler mi? Sonuçta, bu iddiaları araştırmak oldukça önemli olduğu halde, başka bir çalışmada daha derinlemesine incelemek suretiyle ertelendi.

Ve en çok ilham veren Adorno’nun o cümlesi… “Giderek daha da anonimleşen ve anlaşılması güç hale gelen toplumsal süreçler, insanın kişisel yaşamındaki sınırlı deneyim alanını, nesnel toplumsal dinamiklerle birleştirmeyi güçleştirmektedir. Toplumsal yabancılaşma, tam da karşıtının vurguladığı yüzeysel bir olgu tarafından gizlenmektedir: Siyasal tutumların alışkanlıklarının kişileştirilmesi, bugünkü yakınmaların tam da temelinde bulunan toplumsal alanın insansızlaştırılmasını telafi etme çabasıdır.” 

Bu cümledeki çağırışımlar ve satır aralarında izlenmesi mümkün olan işaretlerin olduğu düşünülmektedir. Giderek anomileşen bir toplumdan bahsetmektedir ki, Yahudilik dininde bilinçli bireylerden oluşan bir kolektiviteye gönderme yapılmaktadır. Bireylerin düşüncelerinin dahi tahakküm altına alındığı iddialarıyla birleştiğinde; doğrudan “kitle”ye tekabül ettiği sonucu çıkartılabilir. 

Toplumsal dinamikler daha çok siyasal alandaki gelişmeler ve elbette ekonomik faaliyetler olarak düşünüldüğünde, yine tahakküme, kendi içerisinde manipüleye açık bir topluma işaret etme potansiyelini taşımakta.  İnsanın kendi yaşamındaki “sınırlı” deyiminden denetim altında tutulan bireye gönderme yapıldığı düşülmekte. Entelektüel çevrelerce, toplumsal değişimin geleceğe dair ümitsizlikleri barındırması, bir bir bireylerin kendilerine yabancılaşmalarıyla toplumsal bir yabancılaşma olgusunun tehlikesi ifade edilmekte. 

Karşıtı kim şu durumda? Elbet kapitalizmin baş aktörleri olan egemen sınıf... Yabancılaşmayı gizlemek için kullandıkları araç ise kitle iletişim araçlarıdır ki; Frankfurt Okulu’nun eleştirel kuramında başat konumdadır. Siyasal tutumların alışkanlıklarının kişileştirilmesi, eş zamanlı olarak Fransa’daki Anales okulunun kendi içinde yaşadığı özeleştiri sonucunda tarihi kişiliklere işaret etmenin, incelenen dönemin tarihsel gerçekliklerini kapatan, örten niteliğine dair vardıkları sonuçla benzerlik taşımaktadır. 

Örneğin, faşizmin mahiyeti çözümlenecekse eğer, dönemin önde gelen faşist liderleri olan Mussolini ve Hitler’i araştırmanın merkezine oturtmak, aslında onları devletin başında görmeyi isteyen toplumun gerçekliklerini yok saymak olacağına dair bir vurgudur esasında. İnsansızlaştırma çabası da, tamamen nesneye indirgenmiş bir kitle toplumu tasavvururun başarıya ulaşmasına hizmet etmektedir, çıkarımı yapılabilir. Adorno’nun Marksist geçmişten kopmakla eleştirilmesine karşılık yaptığı bu açıklama, “toplumsal sınıflar” zikredilmemiş olsa da, oldukça Marksist bir çözümlemeye işaret etmekte. Ancak onun öncelediği, toplumun (kolektivite bağlamında) bütüncül bir çözümlemesidir, denebilir.

Sonuç itibariyle, Frankfurt Okulu düşünürlerinin eleştirel kuramını, Horkheimer’ın “Der Spiegel” dergisine verdiği röportajda da itiraf ettiği gibi, besleyen her ne kadar Marksist kuramsa da, mensubu oldukları dinin derin ve oldukça etkin tezahürlerini görmek mümkündür. Ancak dönemin siyasal ve sosyal şartlarında etnik kimlikleriyle ön plana çıkmak yerine, toplumsal analizlerine odaklanarak; entelektüel faaliyetlerini sürdürmeleri takdire şayandır. Onların çalışmaları, bugüne ışık tutmakta ve hala onların oluşturdukları eleştirel kuramlarına onlar kadar vakıf yeni eleştirel düşünürler çıkmamıştır.

Bu anlamda, Osman Konuk’un “Modern Entelektüelin Doğuşu” başlıklı makalesinde ifade ettiği gibi entelektüeller: “Modern zamanlarda endüstri sisteminin profesyonelleri haline gelseler bile, bilgi ve erdem bağının sürdürülmesi gibi, çoğu zaman karşılığı da olmayan işlerle tanımlanırlar”. Konuk, okurunu şaşırtmak pahasına, entelektüellerin çağımızın onuru olduklarını da haykırır yazısında.


Birsen Şöhret, 24.12.2015, Sonsuz Ark, Konu Yazar, Sosyoloji Temrinleri, Makaleler



Dipnotlar:

[1] Reklama dair çözümlemeleri için bkz. Adorno & Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği, syf. 56-57.
[2] Kitle iletişim araçlarının standartlaştırma etkisine değinen Marcuse, onların demetim gücüne de dikkat çekerek, düşüncenin bile bir eleştiri işlevi göremez hale geldiğini ifade eder.  Ayrıntılı bilgi için bkz. Philip Smith, Kültürel Kuram, syf. 123.
[3] Werner Sombart, Kapitalizm ve Yahudiler, syf. 181.
[4] Age. , syf. 187.
[5] Age. , syf. 194.
[6] Age. , syf. 202.
[7] Krs. Matta, vi. 24; x. 9, 10; xix. 23, 24. akt. Sombart, age. ,syf. 203.
[8]  Stem, akt. Sombart, age. , syf. 209.
[9] Age. , syf 299.
[10] Bu bölüm, Martin Jay’in “Yahudiler ve Frankfurt Okulu: Eleştirel Kuramın Anti- Semitizm Çözümlemesi” başlıklı makalesinin özeti şeklindedir. Makale, Doğu Batı yayınlarının 2006’da, editörlüğünü Emre Bağce’nin yaptığı Frankfurt Okulu özel sayısında 463.- 480. sayfaları arasında yayınlanmıştır. Bundan dolayı, özet niteliğinde olan bu bölümde, çok elzem durumlar haricinde, referansa ihtiyaç durulmamaktadır.
[11] Jay, Horkheimer’ın ilk baskısındaki “kapitalizm hakkında konuşmak istemeyen, Faşizm hakkında da sessiz kalsın” sözünden daha sonra pişmanlık duyduğunu ve sonraki baskılarda bu sözü çıkarttığını ifade eder.
[12] Biraz iddialı bir söylem olacak ancak, okumayı bilen ve okudukları üzerinden materyalist bir zaman algısının çok dışına çıka(bile)n insanı, tarihsel bir yolculuğa davet eden bir açıklama… Bizim bir alt başlıkta değerlendirmeye çalışacağımız Enstüti mensuplarının düşünce yapısına dair kanaatlerimizin oluşmasına kaynaklık eden en önemli cümlelerden birisidir bu… Sosyoloji ilmine az biraz vakıf olan bir kimse, biraz da o döneme dair bilgilere sahipse,  Adorno’nun bu sözleriyle onun gözünden, gönlünden ve zihninden geçenlere tanıklık etmekte adeta.
[13] Zira anti-semitizm konusunu incelemeyi amaçlayarak başlanan çalışmanın, zamanla herhangi bir önyarıyı, kendi içerisinde sosyopsikolojik bir fenomen gibi çözümlemeyi değil, daha çok azınlık karşıtı önyargının daha geniş ideoloji ve karakter modelleriyle ilişkisini incelmeye dönüştüğü, eserin giriş bölümünde ifade edilmektedir. Böylelikle, anketin ana konusu olan anti-semitizm bütüniyle ortadan kaybolup, programın kapsaması gereken bir çok ana konudan sadece biri haline gelmiştir. Bkz. Adorno, Otoritaryen Kişilik Üstüne, giriş bölümü.
[14] Aslında çalışmanın eleştirilerin hedefi haline gelmesinin ardında yatan temel gerekçe, Marx’a vefa borcunun eksik olması yargısıyla ilişkilendirilmekte idi.
[15] Yine bu iddia da , değerlendirme bölümünde işlenecektir.
[16] Böylesi bir kategorileştirme, kuşkusuz bütün Yahudileri kapsayan bir kategorileştirme çabası değildir. Sadece siz konusu dönemde öne çıkan Yahudi aktörlerin anlaşılması bakımından, bazı özelliklerin baz alındığı bir kategorileştirmedir.
[17] Ayrıntılı bilgi için bkz. Löwy, M. (1999), Dünyayı Değiştirmek Üzerine, çev. : Y. Alogan, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, syf. 180.
[18] Buradaki kefaretçi eleştiri, Yahudiliğin özellikle Kabala yorumlarında açıklık kazanır. Buna göre, Yahudi Mesihçiliği, tarihsel, maddi ve kolektif bir kavrayıştır ve ruh ve madde ayrımını reddeder. Kabala’da biricik olan, Mesihçiliğinden ziyade epistemolojisidir. Bkz. Kejanlıoğlu, B. (2005), Frankfurt Okulu’nun Eleştirel Bir Uğrağı: İletişim ve Medya, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, syf. 102- 103. Sombart’ın da işaret ettiği dil olgusu, akılcı bir kutsallığa sahiptir denebilir. Dil, Yahudiliğin tek ve yegâne mistik yönünü ifade eder. Ancak dil, Yahudiliğin kutsal metinleri ışığında, şimdici ve buradacı konumu ifade eden onun dünyevi yönünü işaret ederken; yine dil sayesinde doğada saklı kalmış hakikatleri açığa çıkaran bir bilinç tarzına ulaşılır. Yine de bu tarihsel bir planı keşfetme çabasından çok uzaktır. Benjamin’in düşüncesindeki dile dair mitleri anlamak için bkz. Age. , syf. 107-109.
[19] Kaldı ki, bu iddiaların sahibi olarak sık sık Hannah Arendt işaret edilir. Arendt, dönemin totaliter hareketlerini anlamlandırıp açıklamaya çalıştığı ”Totalitarizmin Kaynakları” adlı iki eserini de tarama imkanı bulamadığımız için; bu iddiaları, iddia çerçevesinde aktarmanın uygun olduğu düşünülmüştür. Bu çalışma açısından en büyük eksikliğimizin, kanaatimizce, Arendt’in çalışmalarını incelememiş olduğumuzdur. İlgili kimselerin, bu kaynaklara ulaşması ve iddialara, iddiaların sahibinden nasıl açıklık getirildiği önerilir. Ancak bu alanda çalışmalarıyla kendisinden söz ettiren, Türkiye’nin tanınmış iletişim uzmanlarından olan Veysel Batmaz hoca ile yaptığımız yazışmalardan aktarmakta sakınca görmediğimiz bir yorumu oldukça dikkate değerdir: “Hannah Arendt, Siyonist ve Marksisttir. Onun Yahudilerin gaz odalarında yakılmalarına sebep olarak gösterdiği Yahudi kapitalistlerdir, tezi Siyonistlerce reddedilir ama Arendt Siyonizmi sonuna kadar savunur.”  



KAYNAKÇA
  1. ADORNO, T. W. (2003), Otoritaryen Kişilik Üstüne, çev. : D. Şahiner, İstanbul: OM Yayınevi.
  2. HORKHEİMER, M. & ADORNO, T. W. (1996), Aydınlanmanın Diyalektiği –Felsefi Fragmanlar II-, Çev. : O. Özügül, İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
  3. JAY, M. (2006), Yahudiler ve Frankfurt Okulu: Eleştirel Kuramın Anti-Semitizm Çözümlemesi, Editör: Emre Bağce, İstanbul: Doğu Batı Yayınları Frankfurt Okulu Özel Sayısı.
  4. KEJANLIOĞLU, B. (2005), Frankfurt Okulu’nun Eleştirel Bir Uğrağı: İletişim ve Medya, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.
  5. KONUK, O. (2005), Modern Entelektüelin Doğuşu, Entelektüel ve İktidar, Der.: Kenan Çağan, Ankara: Hece Yayınları.
  6. LÖWY, M. (1999), Dünyayı Değiştirmek Üzerine, çev. : Y. Alogan, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
  7. SMITH, P. (2005), Kültürel Kuram, Çev. : S. Güzelsarı & İ. Gündoğdu, İstanbul: Babil Yayınları.
  8. SOMBART, W. (2005), Kapitalizm ve Yahudiler, Çev. : S. Gürses, İstanbul: İleri Yayınları.


Seçkin Deniz Twitter Akışı