24 Haziran 2015 Çarşamba

SA1452/KY9-NK67: Bioenerji Tedavisi'ne Başlıyorum

"Sizin etinizle damarınız arasında büyük problem var ve bu problem her yerinizi etkiliyor."


Ülkücan’dan mektup geldi iki gün önce. Bir önceki yazdıklarımı bir parça tashih eden bir mektup. Yıllar önce ona yazdığım mektupta aslında şöyle demişim: "Sağlığımı kaybetmek pahasına sâhip olduğum hassasiyetleri kaybetmemeyi diliyorum"

O da bu cümleyi tekrar okuduğunda; Rahman’ın bizi hiç farkında olmadığımız kadar çok muhatap aldığını, sözlerimizi bazen kimse dinlemese bile O’nun hep dinlediğini ve bunun da Rabb’in sevgisi olduğunu anladığını yazmış. Eyvallah…

“Rabbin sevgisi…”  

Eğer böyle okursak müthiş bir lütufla karşı karşıya olduğuma inanarak sevinmem gerekir… İnşallah öyledir… Netice olarak söylediğimiz dilimizden dökülen her bir kelime bizi rehin alıyor fakat… Neyi ne maksatla söylediğimizin farkına ise imtihana tabii tutulduğumuzda varabiliyoruz çoğu vakit…

Böyle işte…

Birkaç gün sonra Allah izin verirse bioenerji tedavisine başlayacağım. Sevgili Mehtap vasıtasıyla haberdar olduğum bir bioenerjist bu. Aslında Mehtap aylar önce Hamitlerle bizi ziyarete geldiğinde Çardak’ta çay içerken bu durumdan bahsetmiş ama ben dinlememişim; buna epey üzüldüm… 

Bitkisel tedavinin bir işe yaramadığını öğrendiğinde tekrar hatırlatmış oldu sevgili kardeşim, biz de Atila ile istişare edip gitmeyi kararlaştırdık.

Ve Mehtap’tan telefonunu tekrar aldıktan sonra Melek Hanım'ın yanına gittik Atila ile. Ellerim hadi neyse diyeceğim, ama ayaklarımdaki ağrı ve acı dayanılacak gibi değildi. Yine de aylardır aradığım ve Şerife’nin “ayak için müthiş rahatlık” telkini ile aldığım ortopedik terlikleri giyindim ve umutla yola çıktık. Melek Hanımın evi epey uzak bize, gidişimiz bir buçuk saat sürdü.

Nihayet evi bulduğumuzda öğlen ezanı okunuyordu Atila yakındaki camiye namaza giderken ben de Melek Hanımın evine çıktım. Genç bir Kırgız kız karşıladı, sessiz ve ifadesiz. Gösterilen odaya geçtiğimde yine ifadesiz bir yüzle tansiyonuma bakacağını söyledi. Tansiyon ölçüldükten sonra da Melek Hanım odaya girdi ve aynı ifadesiz yüzle yanıma oturdu.

Galiba eski Sovyet ülkelerinden gelenlerin bir müştereği var; çoğu son derece ifadesizler. Sevinç, keder, korku hiçbir ifade okunmuyor yüzlerinden.

Bu durumun, komünist rejimin uyguladığı baskı ve zulmün insanların hücrelerine kadar işlemesine yol açan korku ile yakından alâkalı olduğuna inanıyorum.

Rahmetli babaannem ve dedem 1917 ihtilali ile birlikte Türkiye’ye göç etmişlerdi. Başlı başına bir dram olan göç, insanları olduğu gibi beraberinde onların hayatlarını da bir yerden bir yere savuruvermişti işte…

Dedem hem Azerbaycan’ın hem de Türkiye’nin milli mücadelesinde görev almış kıymetli bir sima. Amcası Yusuf Yusufof Türkiye’de kurulan ilk cumhuriyetin Cenub-i Garb-i Kafkas Hükümeti'nin Ticaret Bakanı ve Malta sürgünlerinden. Dedemin yakın akrabaları da Türkiye’ye gelmiş olduklarından onun için çok fazla problem olmamış Türkiye’de bulunmaları yani.  

Babaannem ise Hristiyan bir ailenin kızı olarak ailesine rest çekip dedemle evlendiğinden ailesinden hiç kimseyi görememiş ölünceye kadar.

Hatırlıyorum, çok küçüktüm; sınırdan birileri haber getirmişti babaanneme; “Kız kardeşlerinden haber var, sınıra gitmen lazım haberi getirenle görüşmen için” demişlerdi. Rahmetli babaannemin o anda rengi atmış ve şöyle demişti; “Yok gitmem, gidemem. Belki de bu Çeka’nın bir oyunudur. Çocuklarımın başına bir şey getirecekler belki, ölsem gitmem görüşmeye…”

Kendi kız kardeşlerini görme ihtimaline galebe çalan bir korku nasıl bir korkudur tahayyül edilir gibi değil.

Sonrasında bu kararından hiç pişman olmuş muydu babaannem bilmiyorum, ama korkunun bir insan üzerindeki tesirini gözlerimle görmüştüm. Hatta dokunmuştum o korkuya…

İşte Melek Hanım ve birlikte çalıştığı Kırgız genç kızda hissettiğim şey de tıpkı buna benzer bir şeydi; yıllarca baskı altında olmanın verdiği korku ve korkunun beraberinde getirdiği hislerini belli etmeme mecburiyeti…

Melek Hanım'la gitmeden önce telefonda konuştuğumuzda hastalığımın ne olduğuna dair bir bilgi vermemi istememiş, ilk önce kendisinin bakacağını sonra da beni dinleyeceğini söylemişti.

Yanıma oturur oturmaz bileğimi eliyle kavradı ve o anda sanki ateşe dokunmuş gibi elini geri çekti. Bir yandan da “Oooo, çok kötü” diyordu.

Sonra tekrar bileğime dokundu ve “Sizin etinizle damarınız arasında büyük problem var ve bu problem her yerinizi etkiliyor. Ameliyatlı sağ tarafımı göstererek; “Mesela buraya vuruyor ki burada tıkanıklık var, ya da ayaklarınıza vuruyor. Bir süre sonra ellerinizi hiç kullanamazsınız çünkü parmaklarınız eğilir, dişlerinize, kulaklarınıza kadar vurur bu ağrılar. İsterseniz ben sizi tedavi edebilirim, ama tedavi olmazsanız siz ne yürüyebilir ne de elinizle herhangi bir iş yapabilirsiniz” deyiverdi.

O anda korktum mu bilmiyorum, ama Melek Hanım'ın söyledikleri zaten hızla oluyordu. Artık 50 gramlık bir telefonu kulağıma götürüp konuşmak bile benim için dünyanın en zor işi, feci ıstırap çekiyorum bunu yaparken. Ya da bir çamaşır katlamak, ayakkabı bağlamak ve hatta televizyon kumandasını kullanmak bile dünyanın en zor işlerinden.

Yalnızca yazı yazarken biraz kontrol edebiliyorum elimi, ki onu yaparken bile oldukça zorlanıyorum. 

Melek Hanım bütün bu çektiğim acı ve ağrının sebebinin de yaşadığım üzüntü ve sıkıntıları içime atmam olduğunu söyledi. "Kimi insanlar ağlar ve içini boşaltır" derken yüksek sesle ağlama taklidi de yaptı -ki çok komikti bu-  ağlayabilen bir insan olduğumu söyleyince de "Yok öyle değil, sen ağlamışsın ama içine atmışsın, kimseye bir şey söylememişsin" dedi... 

Onkologlar da aynı şeyi söylüyor neticede, neyse işte doğrudur belki bilmiyorum... Allah'a sığınıyorum ya da sığınmaya çalışıyorum genellikle...

Melek Hanım bunları söylerken, sevgili Mücella’nın Hilmi’nin verdiği Vakıf'taki son iftarda söyledikleri geldi aklıma. Şunları söylemişti Mücü, “Sana bir doktor olarak söylüyorum; vücudun sana mesaj veriyor Neşe, bak bir göğsünü kaybettin, bütün insanları doyuracak kadar sütün yok senin, herkesi besleyemez, her derde yetişemezsin diyor sana. Hipotiroid metabolizmayı yavaşlatan bir şeydir. Hipotiroid’le vücudun sana artık yavaşla diyor, sen yavaşlamazsan ben yavaşlatırım ama hastalık olarak yavaşlatırım diyor. Ve bütün kemiklerinin ağrımasına gelince; kemikler vücudun taşıyıcı elemanlarıdır. Bünyen bu kadar dert ve sıkıntıyı taşıyamayacağının mesajını veriyor; yüklerini biraz azalt diyor sana. Artık bu mesajları dikkate almalısın yoksa daha da kötü olacak her şey”

İşte böyle, galiba Mücü söylediklerinde haklı, vaziyet gittikçe harap hale geliyor çünkü…

Bir de doktor olarak günlük yarım saat itikâfa girmem gerektiğini söyledi Mücü. O saatlerde kimseyle ilgilenmemem ve kimseyi dinlememem gerektiğini de ekledi…

Mücü haklı, ama her gün gelen şehit haberleri varken, memleketin üzerine çöken, gerçekten çöken kara bulutlar bu kadar kesifken, bunca çaresizlik, bunca acı ve bunca adaletsizlik varken, onları görmemek, duymamak nasıl mümkündür bilmiyorum… 

Bunu gerçekten bilmiyorum; sağlığımın memleketi saran elemli hadiseleri duydukça daha kötüye gittiğini biliyorum ama… Her şeyin daha kötüye gitmemesi için dua ediyorum ve de…

Neticede bu memleketin de, bu dünyanın da, bu kâinatın da bir Sahibi var, bunu biliyor ve her şeyin Sahibi ve Galibi olan Allah’a sığınıp yola devam etmeye çalışıyorum…

Geldiğimiz noktada önümüzdeki hafta Allah izin verirse Melek Hanım'a gitmeyi planlıyorum. Yetiştirmem gereken bazı yazı işlerini bitirip öyle gitmeye karar verdim, çünkü bioenerjinin ne kadar süreceği belli değil. Yol ve tedavi her gün ortalama beş saatimi alacak…

“Melek Hanım'a gitmeyi planlıyorum” cümlesini yazarken Ülkücan’a da anlattığım bir hatıra geldi aklıma…

Yıllar önceydi; Azerbaycan televizyonunda Flora Kerimova ile sohbete denk gelmiştim. Flora Hanım şimdi sanırım 70 yaşlarında ve Azerbaycan’ın en meşhur mugannilerinden.

Çocukluğumdan beri Azerbaycanlı sanatçılarda görmeye alışık olduğum abartılı makyaj ve dekolte Flora Hanım’da da fazlasıyla vardı. Onu öyle gördüğümde biraz da içim acımış ve yazık! diye geçirmiştim içimden. Ahir ömrünü süren bu meşhur kadın ne kadar da habersizdi Allah’ın emirlerinden…

Tam da ben bunları düşünürken sunucu bir ara biraz da latife yaparak şöyle bir soru sordu: “Türk soydaşlarımızın bele bir sözü var, men de size indi onu soracam,  ‘Teze albüm çıhartmayı tüşünürsünüz mü ve bundan sonraki planlarınız nedir?”

Flora Hanım oturduğu koltukta birdenbire çok korkunç bir şey duymuş gibi arkaya doğru sıçrayarak elini ağzına götürdü ve öfkeyle koca bir “Haşaaaa” çektikten sonra şunları söyledi: “Haşa, haşa men kimem ki plan yapam? Planı Allah yapar ezizim, biz de o plan neyse ona tabi olarıh. Mene bu cür şeyler sormayın bu Allah’a bühtan olar”

Hakikaten hikmetli cümlelerin kimin diliyle bize ulaşacağını bilmiyoruz. O kıyafet, o makyaj ve böyle bir inanç. Hayretler içinde kalmıştım o gün. Ve kalbimden geçirdiklerim için mahcup olmuştum…Şimdi bunları yazarken de aynı mahcubiyeti hissettim...

Velhasıl plan yapmak nafile bir çaba, Allah’ın yazdığı kaderimizde ne varsa onu yaşıyoruz bir şekilde…

Görelim Mevla’m neyler neylerse güzel eyler.

Bu arada yıllar sonra bir araya gelip onca vakit geçirmemize rağmen Ülkücan’la tek kare fotoğraf çektirmediğimizi fark ettim şimdi…

Hiç önemli değil, kalplerimiz birbiri ile kardeş ve dost ayrıldık ya, o önemli… belki de veda ettik bilmiyorum...

Daha yazacaklarım vardı ama parmaklarım giderek daha fazla acıyor… 

İnşallah sonra devam ederim…


Neşe Kutlutaş, 24.06.2015, Konuk Yazar,  Sonsuz Ark,  (İlk Yayın Tarihi, 24.08.2012)

    

Seçkin Deniz Twitter Akışı