12 Temmuz 2014 Cumartesi

SA768/KY9-NK21: Radyoterapiye Başlıyorum

“Onlar bu işi otomatiğe bağlamış olabilirlerdi, ama ben daha yeni geliyordum ve bu şekilde davranılmasını kabul edemezdim.”


Yeni bir yıl geliyordu, Ankara’da kar yağıyordu. Atila ile nazende karların uçuştuğu bir akşam dışarı çıktık karda yürüyor ve fotoğraf çekiyorduk. Sokak lambalarının altında savrulan karların güzelliği müthiş bir heyecan veriyordu bana. Atila benim fotoğrafımı çekerken gülümsemeye çalışıyordum, Atila’nın ve Afak’ın beni böyle hatırlamalarını istiyordum çünkü.

31 Aralık günü radyasyon onkolojisi doktoru Yurdal Bey telefonla aradı. Eğer müsaitsem onlar hazırdı ve hastaneye gidip radyoterapiye başlayabilirdim. Sanki kanser olduğum haberini aldığım andaki gibi telaşa kapıldım birdenbire. Hayır, ne müsait ne de hazırdım. Bunun mümkün olmadığını ve hastaneyle evimizin arasındaki mesafenin çok uzak olduğunu söyledim. “Biz bekleriz” diyordu doktor, ama verdiği saat öğlenden sonra 4 civarıydı ve o saatten sonra böyle ani bir şekilde Hacettepe’ye gidip gelemezdim.

Yurday Bey yılbaşından sonra 3 Ocak için randevu vererek kapattı telefonu. Bu birkaç gün işime yarayabilirdi, belki ruhen daha hazır gidebilirdim hastaneye. Atila bunun için elinden geleni yapıyordu. Aslında o gece yıllardır yeni bir yıla birlikte girdiğimiz arkadaşlarımızın gelmesini bekliyordum. Olmadı. Rahatsız etmemek için kimse gelmemişti. Sonradan Mehmet Galina ve Firuze geldiler. Ne kadar mutlu olduğumu tahmin bile edemezsiniz.

Bir gün sonra Gökhan ve Şerife geldiler kahvaltıya. Birlikte çok güzel bir kahvaltı yaptık. Sonra bundan sonraki süreçle ilgili bilgi aldılar. Radyoterapi başlayacaktı, ama Hacettepe’ye gidip gelmek oldukça meşakkatliydi.

Mücella bu konuda daha önceden çok samimi olarak beni uyarmış, radyoterapiye başladıktan çok kısa bir süre sonra yorgunluk çökeceğini, halsizleşeceğimi ve onun için de Hacettepe’ye yakın olduğu için kendi evinde kalmamı istemişti benden. Ona şükran duyuyordum, ama bir yandan da kendim yaşayıp görmek istiyordum.

Gökhan formül üretmeye çalışırken, birden ortağı olduğu şirkette çalışan Yağmur adlı genç bir kızdan bahsetti. Onun çok iyi bir insan olduğunu bize yakın oturduğunu ve her sabah işe arabayla gittiği için giderken beni de hastaneye bırakabileceğini söyledi.

Tamamdı da acaba Yağmur beni götürmeyi ister miydi? Gökhan patronu olduğu için belki sesini çıkarmayacak, ama götürmeyi istemediğini ifade edemeyecekti. 31 seans hafta içi devam edecek radyoterapi boyunca bunu kaldıramazdım. Bunun için biz de bir formül bulduk, o formüle göre, eğer Yağmur’dan en ufak menfi bir sinyal alırsak, Gökhan’a da Yağmur’a da başka bir arkadaşın beni götürüp getireceğini söyleyecektik. Böylece kimse rahatsız olmayacaktı.

Yağmur ilk gün sabah saat 8:30’da kapımızın önünde beni bekliyordu. Arabaya bindim; bir çift sevimli göz bana bakıyor ve o sevimli gözlerin sahibi de: “hoş geldin prenses” diyordu gülerek. Prenses mi, bu kız herhalde benimle dalga geçiyor diye düşündüm. Öyle olmadığını da hemen anladım. O kadar içten ve tabii bir konuşması vardı ki hemen ısınıverdim. Evet, biz Yağmur’la gidebilirdik. Uzun bir süre de öyle oldu. Sonra Mücella’nın desteği girdi devreye…

Radyoterapi için “Limak 4” cihazını bulup ona gidecektim. Mücella o cihazlarda görev yapan bir arkadaşını arayıp bize yardımcı olmasını istemişti; gittiğimizde onu bulduk ve ilgisini gördük.

İlk seansa Doktor Yurdal Bey ve bir fizik mühendisi de geldiler. Limak cihazları bodrum katında sevimsiz bir yerdeydi. Gittiğimizde hastalar kapının önündeki metal banklara oturmuş sıralarının gelmesini bekliyorlardı. Bu arada kendi aralarında da sohbet ediyorlardı. Kimisinin kaşı, kirpiği dökülmüştü ve kadınların çoğu bandanalıydı. Erkekleri eşleri veya çocukları getirmişti, genç çocukları anne babalar, kadınları ise komşuları, akrabaları veya arkadaşları. Hiçbirinin yanında kocası yoktu. O sohbetler sırasında en çok dikkatimi çeken bu oldu. Hiçbir kadının yanında kocası yoktu ve ben bunu anlamıyordum.

Sıra bana geldiğinde büyük radyoterapi cihazı hariç neredeyse hiçbir şeyin olmadığı odaya aldılar. Geniş bir yerdi fakat ilk andan itibaren beni itmişti. Ve o koku, tarif edemeyeceğim o kokuyu duymamak için lavanta kolonyası ile odayı yıkayasım gelmişti.

Masaya yatırıp sağımı solumu çizmeye başladılar yine. Ama bunu yaparken nedense haber verme gereği duymamışlardı. Başım sola dönük durduğum ve kıpırdamamam gerektiği için bir anda cildime değen kalemin soğukluğu ile irkildim ve teknisyenleri ikaz etme gereği duydum.

Onlar bu işi otomatiğe bağlamış olabilirlerdi, ama ben daha yeni geliyordum ve bu şekilde davranılmasını kabul edemezdim. İlk gün ve ondan sonraki birkaç gün çok acele etmem konusunda üst üste beni ikaz ettiklerinde, çok sert bir şekilde bir daha asla benden acele etmemi istememelerini zaten buraya gelmekten hoşlanmadığımı ve birisi benim yüzümden bir dakika geç tedaviye girecekse yapacağım hiçbir şey olmadığını söyledim.

Ağrı kesici alıyordum, gerginlik tipi baş ağrıları yaşadığım için. Bir de belki kendilerince haklı olan teknisyenlerin aceleciliği yüzünden aşağılanmış bir şekilde tedaviye katlanamazdım. İyi ki öyle yapmışım…

İlk günkü seans yarım saat kadar devam etti. Ondan sonrakiler ise galiba beş on dakika. Odada yalnız kalır kalmaz duyduğum o koku ve cihazın sesi beni mahvediyordu.

İlk gün çıktıktan hemen sonra kendimi yokladım, tükenmişlik hissi var mı diye? Yoktu; Ulus'a kadar gidebilir ve istediğim şeyi alabilirdim. Bakırcıya gitmeliydim ve bakırcı hatırladığım yerde değildi. Yürüye, yürüye Ankara Kalesinin sırtlarına kadar çıktım.

Şerife ve Gökhan'ın 10 Aralık'ta doğan kızları Gülce için bakır bir tabak alacak ve üzerini yazdıracaktım. Nihayet bulabildiğim yazı da yazan bakırcıdan içeri girdiğimde dükkanın ortasında bir soba yanıyor biraz da tütüyordu. Ne yaptırmak istediğimi söyledim, onlar da beklemem gerektiğini söylediler.

Bekledim ama bir yandan da endişeleniyordum ya bu soba dumanı beni hasta ederse, ya dışarı çıktıktan sonra soğuktan hasta olursam vs. Kanserden sonra işte bu tür paranoyakça korkularım meydana gelmeye başlamıştı ve bunun sonu yoktu... Ama bununla nasıl baş edeceğimi de henüz bilmiyordum.
Onkoloji’ye her girişimde, daha adımımı atar atmaz "Rabbi yessir velâ tuassir Rabbi temmim bi'l-hayr" "Rabbim! Kolaylaştır zorlaştırma, Rabbim hayırla sonuçlandır" duasını okuyordum.

Bu duanın bana çok yardımcı olduğuna inanıyordum. Gerçi hastalığım boyunca Rabbim her şeyi kolaylaştırmıştı bizim için. Şöyle bir şey oluyordu galiba;  bilmediğim bana çok yabancı bir yolda yürüyordum ve yolun iki tarafında iyi insanlar dizilmiş beni bekliyordu. Ve o insanların hepsi bu zor yolculuğumu kolaylaştırmak için bir takım hediyeler ve azıklar sunup nazik bir reveransla geri çekiliyorlardı.

İşte benden bakıldığında görülen tablo tam olarak buydu.


Neşe Kutlutaş, 11.07.2014, Sonsuz Ark,  (İlk Yayın Tarihi, 24.02.2012)




Seçkin Deniz Twitter Akışı