13 Şubat 2013 Çarşamba

SA180/MEY16: Derin Karanlık

"Umarım yol bittiğinde, ölümden aldığım dersi unutmazdım."
Gözlerindeki derin karanlığı gördüğümde bir tuhaf olmuştum. Derindi karanlık; apaçık görüyordum. Dudaklarından def ediyordu bu karanlığı; Allah’tan gelene boynumuz eğik dercesine. Cildi bembeyazdı; kemikleri irileşmişti ya da erimiş etinden kemikleri irileşmiş görünüyordu.

Ona: “Ölümden kaçış yok, biliyorsun!”, dedim, yekten. Gülümsedi. “Eğer vaktin gelmemişse, doktorun ne dediğinin önemi yok!” Başını salladı. Allah’a itimadını yineledi.

Sohbetin yönü değişti, gitti; biraz sonra. Uzaktan akrabamızdı; iyi bir insandı. Kendimi onun yerine koymaya çalıştım. Kaçınılmaz olanı hepimiz biliyorduk; ama kaçınılmaz olanı adım adım, her gün düşünerek idrak etmek, herhalde sınanmanın en büyük anlarını bizzat, bilfiil yaşıyor olmak demekti. Ve hakikaten zordu; çok zordu.

Akşam namazını kıldık birlikte…Onun heyecanla okuduğu dualar doluştu kulaklarıma. Namaz sonrası Annem’in kortizon tedavisinden bildiğim, ancak annemde uygulayamadığımız tembihleri ona ve öğretmen olan oğluna bir bir sıraladım. Kemoterapi başladığında misafir kabul etmeyecekti. Misafirden gelebilecek muhtemel bir enfeksiyonun onu hırpalayacağından bahisle, hastalığını ve tedavisini kabullenmesine yardımcı olmaya çalıştım.


Biraz da doktoru çekiştirdik; hastalığı yüzüne karşı, ansızın söylemişti doktor, “Bunu yapmak, benim görevim,” diyerek. Eskiden, “zayıfladı, bir deri bir kemik kaldı, öldü veya ansızın gitti ya da uyduğu yerde gitti” derlerdi; insanlar hastalandıklarını bilmez, hastalığın acılarını hissetmeden, azar azar giderlerdi. Ama öleceklerini bilmezlerdi. Şimdi; her şey o kadar haşin yaşanıyordu ki; ölüm bile zorlaştırılmıştı neredeyse. İyi miydi, tedavisi olmayan hastalıktan haberdar olmak; değil miydi, bilmiyordum. Ama bana göre iyi değildi.

Eve dönerken zihnim karışıktı. Zor’un ne olduğunu, insan ancak o zoru yaşarken idrak edebiliyordu. Biraz sonra unutacaktık onu ve hastalığını muhtemelen ve o unutamayacak olduklarıyla baş başa kalacaktı. Zor buydu ve bununla başa çıkmak her babayiğidin harcı değildi. “Daha önceki hastalık beni zayıf düşürmeseydi, bunu yenerdim,”, demişti; yeneceği umudunu yitirmiş olduğunu hissettirerek. “Yine yenersin, inşallah!” dediğimde ben de kuşku yoktu; ama empatik bir endişe sarmıştı beni de. Ölecektik, hepimiz kuşkusuz ölecektik; Allah’a dönecektik ve olması gereken tek şey, Allah’a tertemiz bir kul olarak dönmekti.

Bu duyguyu birkaç kez yaşamıştım aslında. Sanırım ortaokul ikideydim ilk hissettiğimde. Bir trafik sergisinde bir resim görmüştüm; asfaltın ortasında, yerde kopmuş bir kafa vardı ve gözleri bana bakıyordu. Tam bir hafta, hayatın her an sona erebileceğini düşünmüştüm; sürekli namaz kılmış ve dua etmiştim.

Annem’i gönderdiğimizde, annemi gönderdiğimizi unuttum; babama sıra geldiğinde onu bir süre görmeyeceğimi düşündüm. Ölümü ötelemek insanın en büyük hayali; ben ötelemiyordum, ötelemiyordum, ama her canlı gibi ölümü yaşamadan algılayamadığım için onu düşünmek istemiyordum.

Ölüme de alışmıştım aslında. Anne ve babamın mezarına gittiğimde, orasının onların evi olduğunu ve onları ziyarete gitmiş olduğumu düşünerek onlarla konuşmak; fakat buna karşılık onların artık orada olmadığını bilmek ve bir gün onların olduğu yere gitmenin de zamanının geleceğini bilmek, ölümü bilmekten daha öte bir şeydi.

Babamla annemin mezarını ziyarete gitmiştik; şimdi ikisi yan yana yatıyorlardı. Bir gün onların uzandığı o toprak bizi de yanına alacak ve çocuklarımız, torunlarımız gelip başımızda dua edeceklerdi. Dua edeceklerdi; dua edemeyecek olan bizler için. Kabul olmasını içtenlikle dileyerek; taksiratımızın affedilmesini isteyeceklerdi gözleri dolarak. Hatıraların içinden süzülüp gelen doğruları ve yanlışları iç içe hissederek. Çaresiz ağlayacaklardı; saklayacaklardı gözyaşlarını çocuklarından. Dua edeceklerdi, dua edeceklerdi; dua edeceklerdi ve ölümü hatırlayacaklardı; Ölümü hatırlayarak hayatın karanlıklarından uzak kalmaya çalışacaklardı.

Ölüm hayat için bir dersti; hem de en amansızından…Yaşlıları, hastaları, mezarlıkları ziyaret etmeyenlerin asla alamayacakları bir ders.

Umarım yol bittiğinde, ölümden aldığım dersi unutmazdım. Umarım hayatın karanlıkları hep ölümün hatırlatıcılığıyla kaçıp kurtulacağım karanlıklar olurdu. Ölümü gördüğümde gözlerimden okunacak bir karanlık olmazdı hayat.

Mustafa Eyyüboğlu, YirmiSekiz Mart İkiBinOnBir- Onüç
Mustafa Eyyüboğlu Yazıları

Seçkin Deniz Twitter Akışı