2 Mayıs 2016 Pazartesi

SA2832/KY1-CÇ244: Kumpas/Roman - Bölüm I-3

"Bu hekat ölümü, ölümleri kutlayan değil yaşamayı ve yaşatmayı seçenlerin hekatıdır. Bu hekat bir dirilişin sessiz çağıltısıdır."


Bölüm Bir
-3-

Alper Eken yıllardır Cansu kavmiyle Canru arasında süren düşük yoğunluklu çatışmanın bir kumpasın ürünü olduğunun farkındaydı. Evet, bir kumpas vardı. Görünmeyen bir el farklılıkların zenginliğiyle vücut bulmuş bir birlikteliği yıkmaya çalışıyordu. Bu yıkım çalışmalarına karşı yapılan ataklar gizli barış görüşmeleri, çatışmayı bitirmeye yönelik adımlar oluyordu ve insanlar umutlanıyordu, “Artık ölümler olmayacak, analar ağlamayacak!” diye seviniyorlardı ve fakat birden bunlar olmamış gibi yeniden kana bulanıyordu sokaklar. Barışa, çatışmasızlığa alışan insanlar neyin ne olduğuna akıl erdirmekte zorlanıyorlardı. Bu çatışmaların bir kumpas sonucu alevlendiği apaçıktı.

 Alper Eken’in yeniden başlattığı barış ve çözüm sürecinin de öncekiler gibi yolu yine kanla kesilmişti. Bir kumpas, evet bir kumpas vardı. Bir şeyler ters gidiyordu. Bir yerlerde bir zafiyet vardı. Tam “Hah nihayet!” denilecekken birden her şey eskiye dönmüştü. Nasıl her şey birden tepetaklak olurdu ki? Bu anlamsızdı, hem de çok anlamsızdı. İki taraf da el birliği etmişken nasıl oluyordu da kan gövdeyi götürmeye devam ediliyordu. Kendinden habersiz devlet birimleri mi baltalıyordu yoksa ayrılıkçı örgüt mü samimi değildi barış isteğinde?


Daha iktidarının ilk evresinde Canru temsilcilerinden bir Bayan “Bunu çözse çözse Alper Bey çözer!” dememiş miydi? Demişti. Tam da Bayan Sözcü'nün dediği gibi olmuştu. Şakamonya devletinin nice ayrımcı yasaları, yaklaşımları terk edilmiş, eşit yurttaş, kavramı mutlak anlamda söylenir olmuştu. Ve bunun gerçekleştirilmesi için de somut adımlar atılmıştı. Artık kimlikler, diller, inançlar inkâr edilmekten çıkmış, tek tip oluşturma gayretleri bir kenara atılmıştı. Bunun üzerine Canru etnik sitesinin gasp edilmiş hakları için yola çıktığını ilan eden örgüt lideri çatışmayı bitirdiklerini duyurmuştu. Kan akması ilelebet durdurulacak ve silahlar gömülecekti, bunun teminatı verildi. Gerçi zaman zaman uzun yıllar süren düşük yoğunluklu çatışmalara ara verilmişti ama hep bir “geçici” ifadesi ile dillendirilirdi ateşkes, bu kere kalıcı bir barıştı sözü edilen. 

Halk bu kere çok umutluydu. Karizmatik lidere her iki etnisitede inanç tamdı. Yüzler gülmeye başlamıştı. Şakamonya halkı umut doluydu, birlik türküleri söyleniyordu. Eski iktidar sahiplerinin bütün kara propagandalarına karşın barışın, birlikteliğin olabileceğine inanç yavaş yavaş yer ediyordu. Barış pamuk ipliğine bağlı olsa da olacağına inanç insanların yüreklerinde çoktan yer almıştı. 

Tam, çözüm birliktelik yeniden kotarılmak üzereyken silah sesleri ve kan dökmeler hiç beklemedik bir zamanda yeniden hortladı. İnsanlar şaşkındı. Eski iktidar sahiplerinin ve ifritlerin zafer naraları duyulmaya başlamıştı. Bu kere karizmatik lideri yeneceklerdi. Dökülen kanlar, öldürülen insanlar bunun işaretini veriyordu. Zaman Şakamonya’lıların aleyhinde işliyordu.

Canru etnisitesi sözcüsü Bayan Dilan Alper Bey’e ulaşmaya çalışıyordu. Başkan telefonlara çıkmıyordu. İletişim hepten kopmuş gibiydi. Ve fakat Dilan Hanım umudunu yitirmemişti. Bu umut yitirildiğinde her şey yitirilmiş olacaktı. Buna hakkı yoktu. Kayıplar hiç beklemedikleri kadar fazlaydı. Alper Eken’i yanlış değerlendirmişti. Devletin silahlı çatışmaya gireceğini ummamıştı örgüt. Dilan örgütün eylemlerine kısık sesle karşı çıkmaya çalışmış ve fakat ateşlenen silahlar bu sesi çoktan bastırmıştı. Kendisi bile bu kere heveslendikleri şeyin olacağına inanır gibi olmuştu. Belki itiraz sesi bu yüzden kısık çıkmıştı.

Seçim akabinde aldıkları oyla ayrılıkçı örgütün eski sevdası depreşmiş ayrılma siyasetine geri dönmüş ve yeniden saldırıya geçmişlerdi. Saldırılarının nedenini de daha seçim akabinde verdikleri şu demeçle belirtmişlerdi:

“Siyasal iktidar, Canrular sandıkta %13’lük bir oran alınca 'hayır ben bu iradeyi kabul etmiyorum!” 

Böylesi bir görüşün Canrular tarafından dillendirilmesini anlamamıştı Alper Eken. Anlayamıyordu. Nasıl olurdu da savaşı, kanı savunan eski eski iktidar sahipleriyle birlikte kendisini suçlayabilirlerdi? Şimdi eski düşmanları ayrılıkçı terör örgütünün sırtını sıvazlıyordu. Bu nasıl olurdu? Eski iktidar sahipleri ki kendilerini kendileri olarak yaşamasına engel olmuş, dillerini kültürlerini yasaklamıştı. Ne olmuştu? 

Alper Eken öyle anlıyordu ki barışa sarılmasını bir güçsüzlük, bir korkaklık olarak algılamıştı ayrılıkçı örgüt ve onun siyasal uzantısı. Devlet göz yumacak zannedilmişti. Ve fakat umdukları gibi olmamıştı. Yapılan saldırılara hiç beklenilmedik bir karşılık verilmişti. Şakamonya devleti hiç bu kadar kararlı ve etkin karşılık vermemişti. Ayrılıkçı örgüt çok büyük kayıplar veriyordu. Bitme noktasına gelecek gibiydiler. Ve örgüt mensubu olmayan birçok masum da bu kayıplar arasındaydı. 

Örgüte karşı sorumlulukları yanında halkına karşı sorumluluğu da vardı, Dilan hanım bunu uzun zaman önce ayrımsamıştı. Gençliğinde olduğu gibi örgütün her yaptığı eyleme sahip çıkamaz olmuştu. Arada sırada cılız çıkışlarla örgütün gözünden düşse de, kuşkuyla bakılsa da kendi halkının gözünde farklı bir konuma yükseldiğin anlamış ve örgütten çok halkına karşı sorumluluk duygusu ağır basar olmuştu. İşte bu yüzden başkanla görüşmek zorundaydı.

Başkan Alper, sözcüsü Zafer’e “Bu kişiye seçim sonrası verdiği demeçleri hatırlamasını istediğimi söyle!” diye talimat verdi. Zafer sözcüğü sözcüğüne verilen talimatı telefonda oldukça soğuk bir biçimde söyledi. 

Dilan Hanım yutkundu. Bir şeyler söylemek, merhameti, şefkati, sevgiyi, kardeşliği diriltmek adına birkaç sözcük söylemeyi istedi ve fakat o da soğuk bir sesle “Siz bilirsiniz!” diyerek öfke ile telefonu kapattı. Çetin bir mücadelenin olacağı açıktı. Örgütün pervasızlığı Alper Eken’in kararlılığı işin bambaşka bir boyutta devam edeceğine işaret ediyordu. 

Alper Eken son günlerde sık sık “Örgüt ya silahlarını gömecek ya biz örgütü gömeceğiz!” diye dile getirdiği ifadeler geçmiş liderlerin yaptığı hamasi ifadelerden farklıydı. Dilan hanım bunu çok çok yakinen biliyordu.

“Kahretsin! Kahretsin! Buraya nasıl geldik? Nasıl? Nasıl her şey birden bire tepetaklak oldu?” dedi içinden.

Masasının üzerinde 15 gün önceki gazetede daire içine aldığı habere kilitlendi gözleri.

“İki genç güvenlik elemanı uykularında terör örgütü tarafından öldürüldü!” 

Maktullerin fotoğraflarına uzun uzun baktı. Not düşmüştü kenarına Dilan Hanım. Bu öldürme biçimi hiç de örgütün öldürme eylemine benzemiyor. Örgüt bunu niçin üstlendi?”

“Niçin?” demiş derin bir nefes çekerek.  “Niçin üstlendi?” diye hayıflanıp durmuş Dilan hanım..

Dilan örgütün bu cinayete sahip çıkmasına anlam veremese de anlam veren biri varmış; Başkan Alper Eken. Alper Eken Salih’ül Emre’nin Canru’ların içine sızdığını biliyormuş. İlk başkanlık döneminin üçüncü yılında gerçeklere vakıf olmaya başlamış Alper Eken. Ve öğrendikleri karşısında şok olmuş adeta. 

Öğrenişi de ilginçmiş. Her şey bir rüya ile başlamış. Rüyalara kulak asan biri değilmiş aslında Alper Bey. Fakat üst üste üç kere aynı rüyayı görünce ister istemez etkilenmiş, bir çıkış yolu aramış, zira ne özel yaşamının anlarında ne devlet işlerini yaparken rahat değilmiş. Birileri bir şey anlatsa, bir brifinge katılsa gördüğü rüya beliriyormuş karşısında.

Rüyasında sisli bir mekânda buluyormuş kendini. Kurumaya yüz tutmuş yeni dikili fidanlar, çürümüş çeşitli türde ağaçlar, harap bir köprü, birkaç duvarı sağlam bir han, o hanın hemen giriş kapısının sağında bir elektrik direği varmış. Direğin önündeki bankta otururken buluyormuş kendini.  Cılız sarı bir ışığın aydınlığında gölgesini seyrediyormuş bir süre. Sonra birden 70-80 yaşlarında bir adam aniden beliriyormuş. Elinde keskin bir orak, sırtında siyah bir pelerin, yaşlı adam orağı kaldırıp kendisine saldırıya geçiyor, birden 10-15 yaşlarında bir çocuk beliriyor ve ihtiyar adamın elindeki orağı alıp yaşlı adamı püskürtüp kovuyor sonra da Alper’in önüne dikilip şöyle diyordu:

“Olup bitenleri sadece izleyecek misin Bay Başkan? Sen böyle sadece oturup izlemek için mi buradasın? Kaldı ki, sen olup bitenlerin öyle olup olmadığını bile bilmiyorsun. Aldanıyorsun Bay Başkan! Aldatılıyorsun! İstihbarat dairesine hemen el at. Ve arşiv bölümüne orada çürüsün diye atanan Kaan Ardıç’ı müsteşar yap! Bu senin, benim ve ülkemin geleceği için yapılması gereken şey. Bunca yıl uyuttular seni. Bunca yıl uyudun. Uyan artık! Sahte bir âlemde yaşıyorsun, bu sahte âlemin yapıcısı ve sürdürücüsünün tek gücü istihbarata hâkim olması. O yılanın başını ezmek istiyorsan Kaan’ı al yanına! Ve çok dikkatli ol, kimseler yapacağın atamayı sezmesin!”

Her üç rüya da aynıydı. Ne söylenen sözlerde bir değişiklik ne mekânda bir ayrılık söz konusu olmuştu. Ve her üçünde de ter kan içinde uyanmıştı. Bu böyle olmayacaktı. Kuşkusuz rüyası kendisine bir şey söylüyordu. Kuşkusuz rüya yoluyla kendisi kendisine bir şeylerin ters gittiğini söylüyor olmalıydı. 

Kuşkusuz bunun böyle olmasının kökeninde hali hazırda emekliliği gelen istihbarat başkanının yerine yapılacak atama vardı. Son günlerde ülke nedense istihbaratta gerçekleşecek değişikliğe kilitlenmişti. Hemen her kesim yeni istihbarat müsteşarlığına kimin atanması, kimin atanmaması gerektiğini söyler olmuştu. Tamam, müsteşar değişikliğinin zamanıydı. Fakat ülke tarihinde ilk kez böyle bir şey oluyordu. Nedense herkesi ilgilendirir bir hal almıştı. Bu ilginçti. Hem de çok ilginçti. Hem bu ilginçlik hem aklında bir ismin olmamasının bunaltıcılığı neden olmalıydı aynı düşü tekrar tekrar görmesi. 

Kararsızdı, çünkü aklında kimse yoktu, kendisine önerilen isimlerin hemen hepsinin ortak noktası hizmet hareketinin okullarından mezun olmalarıydı. Gerçi her birinin üstün başarılarını yakinen tanımıştı Alper Eken ve fakat nedense içi rahat değildi. İşte üst üste gördüğü rüya her şeyi değiştirmişti. Kararını vermişti. İstihbarat başkanlığına atayacak ismi bulmuştu. Gerçi kendisine önerilen isimler arasında Kaan Ardıç diye biri yoktu. Öyle birinin istihbarat dairesinde çalıştığını bile bilmiyordu. Hem nasıl bilsin ki, “Her kurumda çalışanı tek tek bilemem ya!” derdi her başkan kendi kendine, "Falan veya filanı niçin atamıyorsun?" denildiğinde. 

Aynı rüyayı dördüncü kez görmüştü ve bu kere adeta haykırarak uyanmıştı. Bir süre yatakta oturdu. Eşi Vildan Hanım haykırışını duymamıştı. Uyuyan eşine baktı ve sonra “Bu sabah ilk işim istihbarat başkanına veda partisine katılacaklara plaket verme teklifi olsun gitmek olsun! Bunu da yüz yüze yapmalı!” dedi kendi kendine ve günün aydınlanmasını bekledi, rüyanın etkisini bir türlü üzerinden atamamıştı. Bu son gördüğünün etkisi diğerlerine benzemiyordu. Sanki gerçek dünyada yaşamıştı. Öylesine sahici ve öylesine ürkütücü. 

Daha saat dörttü. Böyle yatakta günün ağarmasını bekleyecek değildi herhalde. Usulca yataktan çıktı. Çalışma odasına geçti. Odanın ışığını yakmadan çalışma masasının koltuğuna oturdu, geriye yaslandı. Hafif hafif koltuğunu sallayarak düşüncelere daldı. Rüyadaki çocuğun sesi çınlıyordu kulaklarında: “Olan bitenin öyle olup olmadığını bile bilmiyorsun!” 

Gerçekten de böyle miydi? On yıldan fazladır iktidardaydı. Olan bitenin öyle olup olmadığını bilmemek, bu nasıl olabilirdi ki? Mümkün müydü böyle bir şey? Mümkündü elbet. Ülkenin yıllardır birikmiş birçok sorunun birçoğu çözülmüş, bir kaçı çözülmek üzereyken, ayrılıkçı örgüt sorunu karşısında neredeyse hemen hiç yol alınamamıştı. Bu nasıl olurdu? 

Ayrılıkçı örgütün taban bulmada öne sürdüğü gerekçeler birer birer ortadan kaldırıldığı halde ayrılıkçı örgütten beklenen kopmalar olmadığı gibi örgüt de katliamlarına devam ediyordu. Çaresiz kaldığı tek şey bu sorundu. Ve bir çıkış yolu da bulamıyordu. Kendinden önce ülkenin yönetimine gelmiş nice başkanlar da bu sorun karşısında çaresiz kalmışlardı. Kimi başkan çaresizlikten çıkış yolu olarak örgütle gizli görüşmeler yapmış, yol alınır gibi olmuş ama görülmez bir el her şeyi tepetaklak edivermişti. Bir zafiyet vardı. Bu da rüyalarına giriyordu. Zafiyetin başında istihbarat geliyordu. Bunun başka bir izahı olamazdı. 

Ve ilginç olan bir başka şey de kimi üst yönetici bürokratlar kendi inisiyatiflerini kullanarak çözüme katkı sunmaya kalkıştıklarında bir şekilde ortadan kaldırılmaları geliyordu. Ya itibarları yok edilip bulundukları makamları terk etmek zorunda kalıyorlardı bu kişiler. Ya kuşkulu trafik kazalarında, uçak kazalarında ölüyorlardı. Doğru dürüst bir soruşturma bile olmuyordu kazalarla ilgili. Böyle olduğunu sezse de dillendirmeyi erken buluyordu başkan Alper Eken. İstihbarat birimi yolu üstündeydi geçerken arada bir şöyle uğradığı için bu ziyarette kuşku çekmeyecekti.  

Başkan'ın beklenmedik ziyareti karşısında istihbarat çalışanlarının eli ayağı birbirine dolanmış elbet. Eh koca Başkan hem de hiç habersiz, birden bire çıkıp gelmişse çalışanlar elbet şaşkına döner. Öylesine bir ziyaret olduğuna ikna olunmuş mudur bilinmez ama emekliliği yaklaşmış müsteşarı bir tür onore etmek olarak değerlendirmiş kimileri bu ziyareti. 

Başkan bir süre müsteşarla görüşmüş sonra birim başkanlarıyla tanışmak istediğini söylemiş. Ve bütün birim başkanları toplantı salonunda başkanla tanıştırılmışlar. Arşiv birim başkanının tıpkı rüyasında ki gibi adı soyadı söylendiğinde kendisini zor tutmuş başkan. 

“Bunun mutlaka bir açıklaması vardır” diye düşünmüş. Elinden geldiğince gizlemiş şaşkınlığını. Ve hatta şaşkınlığını açıklayıcı hoş bir tesadüfle rahatlamış. Meğer arşiv birim başkanı Kaan Ardıç Başkan’ın hemşerisi imiş. Erzinya’nın Buhur kasabasından Ardıçların beşinci kuşağı. Başkan hemşeri olmaklığın verdiği rahatlıkla daha bir ilgi göstermiş arşiv birim başkanına. Her hangi birinin kuşkulanmasına mahal vermemiş böylece.

Alper, bu tuhaf sakınma güdüsünün nedenini az biraz değil, bütünüyle biliyormuş. Üst üste gördüğü o rüya idi bu halin müsebbibi, buna canı sıkılsa da içinden gelen itaat duygusuna uyuyordu.

Müdürüm yakında birini atamam gerek yerinize. Kimi önerirsin?” diye sormuştu birim başkanına. Birim başkanı da utanıp sıkılarak “Ne haddime birini önermek efendim? Zati alileri benden daha iyi bilir elbet!” cevabını vermiş. Başkan teşekkür etmiş “Burayı yöneten sensin.. hizmetlerinden gayet de memnunum. Ve hiç kuşkusuz bu işi hakkıyla yapacak olanı da en iyi sen bilirsin. Bana bir iki isim ver dosyalarıyla birlikte!” demiş ve birimden ayrılmış.




<< Önceki                                           Sonraki>>



Cemal Çalık, 02.05.2016,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Kumpas, Roman 

Seçkin Deniz Twitter Akışı