8 Şubat 2019 Cuma

SA7429/KY73-PH12: Nasreddin Hoca'nın Saçaklı Mantığı

"Kapitalizm eleştirisini sonuna kadar yaparken, teoride her şeyiyle mükemmel olduğu savunulan İslami düşünce sistemi; yaşadığımız karmaşık dünya içinde nerede, nasıl duracağımızı tarif edecek, yolumuzu bulmamıza yardımcı olacak, yönlendirme levhalarını belirlemede pratikte çekimser ve ilgisiz kalıyor."



Nasreddin Hoca’nın ‘Hindi’ fıkrasını bilirsiniz, bilmeyenler için anlatayım;

Hoca bir gün pazarda gezerken, rengârenk, parlak tüylü papağanların epey iyi fiyatla satıldığını görmüş. Hemen eve koşup hindisini kaptığı gibi pazara gelmiş, papağan satanların karşısına daha yüksek fiyatla tezgâh açmış. Ancak zaman geçtikçe papağanlar satılırken Hoca'nın hindisine kimse bakmıyormuş. Hoca canı sıkkın sormuş, "Sizin papağanlar tek tek giderken benim hindi niye satılmıyor? Demişler ki, "Bunun mahareti var süslüdür, hem de konuşur… "

Hoca da demiş ki, "E bunun da eti yenir, hem de düşünür!"

Fıkraya biraz ekleme yapmış olabilirim, ama böyle daha anlamlı olduğu kanatindeyim.

Bugünlerde bazılarımız, aslında insanlık için faydalı oldukları halde, süslü püslü, taklitçi papağanlar karşısında yeteri kadar rağbet görmeyen Nasreddin Hoca’nın hindisi gibi hissediyor olabilirler. 

Bizlerin hindi ve papağanlardan farkımız düşünürken aynı zamanda konuşuyor olmamız değil tabii ki. Çünkü bazılarımız hem düşünüyor, hem de konuşuyorum yine de değerim bilinmiyor diye yazıklanabilir. 

Buraya kadarı işin esprisiydi, gerçeği ise hakikaten hayatın anlamını düşünenlerimizin azalmasıdır. ‘Hayatın düşünülecek bir anlamı kalmadı ki’, diyen karamsarlara da, Nasreddin Hoca misali, hak veririm. 

Mantık alanında; ‘sen haklısın, sen de haklısın’, mottosuyla yer edinmiş, cismi belirsiz ama hayat felsefesiyle canlı bir şekilde içimizde yaşayan Nasreddin Hoca’yı ne kadar ansak az…

Alev Alatlı ‘Ben Böyle Düşünüyorum Demekle Olmuyor’ adlı kitabında, mantık, düşünce, dil, din, felsefe vb. konularda kalem oynatırken, doğu-batı mantığı farkı veya Aristo mantığına karşı saçaklı/puslu (fuzzy) mantıktan bahsediyor.  

Bilim dünyasında uzun zamandır, ‘bir şey ya siyahtır ya da siyah değildir, ya doğrudur ya da doğru değildir’ şeklindeki Aristo mantığı yerine (Aristo’dan 200 yıl önce yaşamış) Buda’nın; ‘bir şey ya doğrudur, ya da yanlıştır demek yerine, gerçek uç noktalar arasında bir yerdedir’ mantığının revaçta olduğunu söylemiş. Yani, kimse bütünüyle haklı ya da haksız değildir, haklılık-haksızlık, doğruluk -yanlışlık derece meselesidir diyor. 

Aklınıza ne kadar yatar bilmem ama Alatlı, Uzakdoğu’daki teknoloji hamlesinin yükselişe geçmesinde, bu şekilde düşünme (mantık) sisteminin bilim dünyasında fark edilmesinin büyük etkisi olduğunu hatırlatıyor ve ekliyor; ‘Çin’de 90’lı yılların başında 10 binden fazla fuzzy öğrencisi vardı.’
Buraya ‘ilim Çin’de de olsa gidiniz, alınız’ notunu düşüyorum. 'Not' diyorum çünkü ‘hadis’liği sahih olmamakla birlikte, ilme ve öğrenmeye teşvik ettiğinden fevkalade mühim bir söz olması dolayısıyla makbul bulunur.

Bizde de Rahmetli Doç. Dr. Erkâni Keyman varmış ki, Nasreddin Hoca’nın adını Fuzzy literatürüne sokan oymuş. Hoca Nasreddin’in “Sen haklısın, sen de haklısın, sen dahi haklısın!”  saptamasının çokdeğerlilik kavramını açıklamak için mükemmel bir örnek olduğunu söylermiş. 

Alev Alatlı’dan devam edersek, kısaca diyor ki, “Sen bir ömür Aristo’nun peşinde koş, bir de arkanı dön bak, adamlar Hoca Nasreddin mantığıyla akıllı makineler, yapay zekâ üretiyor olsunlar!”

Ne diyelim, Nasreddin Hoca biziz aslında. Bizim kültürümüz, bizim medeniyetimiz. Bizim çeşitli coğrafyalardan süzerek aldığımız, harmanladığımız bilgilerimiz, ortak hafızamız. Bir gün fark edilmesini dilerim. 

Aristo’nun peşinde koşanların başında İslam âlimleri geliyor. Doğuyu es geçip batıya yöneldikleri, Eski Yunan Filozoflarının eserlerini tercüme ederek üzerinde çalışıp yeni eserler, çıkarımlar yaptıkları, hatta Batının, Aristo’nun Platon’un düşünce esaslarını bu âlimler sayesinde tanıdıkları, Rönesans’ın doğmasına zemin oldukları bilinegelmiştir. 

Türkistanlı Filozof Farabi’nin, Aristo’nun ‘Fizik’ini 40 kere, ‘De Anima’yı da (Ruha Dair) 100 veya 200 kere okuduğunu söylenir. Bir insan bir kitabı 200 kere neden okur? Ezberlemek için herhalde. 

İbn-i Sina ise Aristo’nun Metafizik’i ile büyüyor ve aynı zamanda O’nun en mühim eleştirmenlerinden biri. İslam filozoflarından birine Aristo’nun bir eserini soruyorlar, "Okudum ama henüz ezberlemedim", diyor.

Alatlı’ya göre bu İslam Felsefesinin ‘Helenleşmesi’dir ve daha M.S 830’ da Bağdat’ta kurulan Hikmet Evi ile başlar. “Beyt-ül Hikmet, 20 yıl içinde Eflatun’u, Öklid’i, Hipokrat’ı ve diğer Yunan Filozoflarının tüm eserlerini çevirmiş, Müslüman aydınlar Yunan Felsefesini Kur’an’la uzlaştırmaya koyulmuşlardı” der.

Tam olarak uzlaştırıp uzlaştıramadıklarını bilmiyoruz ama bugün, ah nerede o eski âlimlerimiz, ne güzel insanlarmış, Avrupa’ya bilimi onlar öğretmişti diye ağıt yaktığımız; büyük matematikçi; tıp ecza ve müziği matematiğe döken El Kindi, Ortaçağ’ın tartışmasız en büyük matematikçisi El Biruni, Cebir'in babası El Harizmi, Farabi, Gazali, İbn-i Sina, mekanik, robot ve matrix ustası El-Cezeri gibi birçok âlim-bilim adamı bu kaynaklardan faydalandı ve aynı zamanda onları iyileştirdiler, geliştirdiler. 

O tarihlerin ve o zamanın ruhunun ilim yolu ve yönü bu şekilde akmıştı. Bugün neden öyle de böyle değil diyecek konumda değiliz. 

Ancak genel geçer bir kural olarak, mantık ve felsefe olmadan matematik ve fizik olamadığını, fizik olmadan da bilim-ilerleme olamayacağını söyleyebiliyoruz.

Bizde ise uzun zamandır kendisini İslam âlimi olarak varsayan kişiler ve bir üst mertebe olan diyanet kurumunun bilimle İslam’ın arasını keskin bir çizgiyle ayırdığını fark ediyoruz. 

Bilime dair bir teşvik, telkin, özendirme veya yol açma yok ama sosyal hayat için var mı?

Büyük resme bakınca, insanların gündelik hayatındaki ve gittikçe tam otomatik makineye dönüşen toplum ve modernleşen dünya ile ilgili sorunlara dini çerçeveden bakarak çözüm bulmada yetersiz kaldıklarını söyleyebiliriz. 

Kapitalizm eleştirisini sonuna kadar yaparken, teoride her şeyiyle mükemmel olduğu savunulan İslami düşünce sistemi; yaşadığımız karmaşık dünya içinde nerede, nasıl duracağımızı tarif edecek, yolumuzu bulmamıza yardımcı olacak, yönlendirme levhalarını belirlemede pratikte çekimser ve ilgisiz kalıyor. Karı koca hukukundan, paranın yönetimine, insan hakları çerçevesinden doğayla ve şehirle ilişkimize kadar pek çok konuda bocalıyoruz. Günün sonunda hoş geldin, silik ve eksik levhalar yüzünden labirentte kaybolan, yalnız ve mutsuz İslam toplumu. 

Ama modernizm, çağdaşlık, aydınlanma adına her ne derseniz, dogmatik kuralları yok saydı. Yeni dünya düzeninde dine lüzum yoktu, istenmiyordu. Ayrıca laiklik diye bir düstur ortaya çıkardılar ki dinle dünyayı tamamen ayırdı ve bu toplumların da hoşuna gitmişti, bizim de elimizi kolumuzu bağladı… 

Kısmen doğru fakat yine de ekonomiye ve hukuka dair vicdani bir söylem ve uygulama üzerine kafa yormak lazımdı. Bir toplumun ana kumanda merkezi, ekonomi ve hukuktur. Bu alanlarda doğru yol açılmazsa merkez karışır ve diğer bütün yollar tıkanır. 

Basit örnek; faizsiz bankacılık dediğimiz şey kâr payı, kâr-zarar ortaklığı falan fişman teraneleriyle piyasanın üstünde faiz uygulayan, dünya üçkâğıt piyasasına göre hareket eden anlamsız bir kandırmacadan ibaret.

Polonyalı düşünür Zygmunt Bauman, kapitalizm, modernite, bireysellik, emek gibi olguları ele aldığı ‘Akışkan Modernite’ adlı kitabında: “Son birkaç yüzyıldır akademi dünyasının, kapitalistlerin tasarlayıp uygulamaya koydukları dünyadan başka, üzerine kafa yoracakları, tanımlayıp yorumlayacakları başka dünyaları olmadı” diyor.

Peki, kendisini bütün izm’lerden üstün ve karşısında gören İslam dünyası ve düşünürlerinin farklı bir dünyaları oldu mu? Bilmiyorum, olduysa da biz hissedemiyoruz. 

Aşağı yukarı bir yıl önce hatırlarsanız, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın "İslam'ın güncellenmesi gerektiği" ile ilgili bir açıklaması olmuştu.  Tabi çok sert eleştiriler aldı, bunun karşısında sorgusuz kabul edenler de vardı. Ben ikisinin ortasındayım. Jet hızıyla kabul edenler gibi, aslında şunu demek istedi diye tevil etme işgüzarlığına da gerek yok. Ben o sözlerden, anlamak istediğimi anladım. 

Yani, kendimce kafa yorduğum; İslam’ın teknoloji, bilim, tüketim- tasarruf dengesi, modern çağın gerekliklerinin Müslümanlar üzerindeki etkisi, sosyal medya insan ilişkisi- kul hakkı, kredi kartlı hayat, kadınların iş hayatındaki yeri vb. gibi eski toplumların derdi olmayan konulara da yorum getirmesi, yeni bir bakış açısı sunması gerektiğini söylediğini düşündüm. 

Getirdiği yorum da insani ve vicdani açıdan uygulanabilir olmalıydı. 

Ancak bizim İslam âlimi tasarımımız, henüz yatak odasından dışarı çıkamadı. 




Peri Han, 08.02.2019, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Güneşin Altındaki Her Şey



Sonsuz Ark'tan
  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.

Seçkin Deniz Twitter Akışı