29 Aralık 2017 Cuma

SA5404/KY57-AHCZD69: Sûre Sûre Kur'an'da Mü'minlerin Vasıfları 32: Maide(27-36)

 "Müminler,  Allah’ın kurtuluş reçetemiz olarak gönderdiği Kur’an’a sımsıkı sarılırlar ve içindekileri düşünürler, anlamaya ve hayatlarına taşımaya çalışırlar. Allah’ın kitabından uzak ve gaflet içinde bulunamazlar. 


بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم

Bizi yaratan ve bize doğru yolu gösteren, kendine imân etme şerefini nasip eden, yediren ve içiren, hastalandığımızda da bize şifa veren, bizim canımızı alacak ve sonra diriltecek olan, hesap gününde, hatalarımızı bağışlayacağını umduğumuz (Şuara, 26/78-82) Âlemlerin Rabbi olan Allah’a sonsuz hamd’ü senâlar olsun. “Üsve-i hasene” olan Resûlü Muhammed Mustafa (sav)’e  salât u selâm olsun.


MAİDE SURESİNDE MÜ’MİNLERİN VASIFLARI (27-36. Ayetler)[1]

وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَاَ ابْنَيْ اٰدَمَ بِالْحَقِّۢ اِذْ قَرَّبَا قُرْبَاناً فَتُقُبِّلَ مِنْ اَحَدِهِمَا وَلَمْ يُتَقَبَّلْ مِنَ الْاٰخَرِۜ قَالَ لَاَقْتُلَنَّكَۜ قَالَ اِنَّمَا يَتَقَبَّلُ اللّٰهُ مِنَ الْمُتَّق۪ينَ

“Onlara Âdem’in iki oğlunun haberini gerçeğe uygun olarak anlat: Hani ikisi de birer kurban sunmuşlar, birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen, diğerine, "Andolsun seni öldüreceğim!" dedi. O da dedi ki: "Allah ancak takvâ sahiplerinden kabul eder.” (Mâide Suresi,5/27.)

Rivayete göre Âdem’in iki oğlu Hâbil ile Kabil arasında bir ihtilâf çıkmış, babaları her ikisinin de Allah’a kurban sunmalarını, hangisinin kurbanı kabul edilirse onun haklı olacağını söylemişti. O zaman gökten inen bir ateşin kurbanı yakması, kurbanın kabul edildiğini gösteriyordu (krş. Âl-i İmrân 3/183). Sunulan kurbanlardan Hâbil’inki kabul edildi. Kıskançlığı yüzünden bu durumu içine sindiremeyen Kabil, kardeşini öldürdü (İbn Kesîr, III, 76). (Kur'an Yolu Tefsiri, II/251-254.)

Allah’a isyan ve ihanet etmiş buna rağmen kendi Peygamberini de kendi seçmek isteyen,  kıskançlığından Allah’ın Elçisi Muhammed Mustafa (sav)’i ve getirdiği vahyi tanımayan Yahudilere kıskançlıkları noktasında Âdem’in oğulları (Hâbil ile Kabil) hatırlatıldı ki onlardan biri kıskançlığı sebebiyle yeryüzünde ilk defa kan dökerek kardeşini öldürmüş ve insanlık için kötü bir çığır açmıştı. Tam da Meleklerin dediği gibi “bozgunculuk yapacak, kan dökecek biri” (Bakara,2/30.) olarak Kabil kötü örnek oldu ve kötü bir çığır açtı. 

مَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً حَسَنَةً يَكُنْ لَهُ نَص۪يبٌ مِنْهَاۚ وَمَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً سَيِّئَةً يَكُنْ لَهُ كِفْلٌ مِنْهَاۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ مُق۪يتاً

“Kim güzel bir şefaatte bulunursa ondan kendisi için bir nasip olur; kim de kötü bir işe aracılık ederse onun da buna denk bir payı olur. Allah her şeyi koruyup hakkını vermektedir.” (Nisâ Suresi,4/85.)

Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’ in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “İslâm’da iyi bir çığır açan kimseye, bunun sevabı vardır. O çığırda yürüyenlerin sevabından da kendisine verilir. Fakat onların sevabından hiçbir şey noksanlaşmaz. Her kim de İslâm’da kötü bir çığır açarsa, o kişiye onun günahı vardır. O kötü çığırda yürüyenlerin günahından da ona pay ayırılır. Fakat onların günahından da hiçbir şey noksanlaşmaz.”[2]  ( Müslim, Zekât 69. Ayrıca bk. Nesâî, Zekât 64.) 
O günden bugüne kadar yeryüzünün ne Hâbil’i  ne de Kabil’i bitti. Hâbil, katledilse de mazlum/müttakî ve kazanan taraf olduğu, Kabil’in ise ne kadar zalim, barbar ve katil olsa da sonunda kaybedeceği öğretildi.

Bu durum aynı zamanda bize şunu da hatırlatmaktadır; yeryüzünde ne Hâbil ile Kabil, ne İbrahim (as) ve Nemrut, ne Musa (as) ile Firavun ne de Muhammed Mustafa (sav) ve Ebu Cehiller bitmeyecek ve bu hak-bâtıl mücadelesi devam edecektir.

Ayetteki Hâbil’in ifadesi yani "Senin kurbanının kabul edilmemesi benim suçum değildir; takva sahibi olmadığından kurbanın kabul edilmiyor. Bu yüzden beni öldürmeye girişmek yerine, takvayı yerleştirmeye bak." Yahudilere de Allah dilediği kimseyi Peygamber olarak gönderir, bu sizin müdahil olabileceğiniz bir alan değildir, haddinize de değildir. Biz seçilmişiz, Peygamber bizden gelmeli iddianızı da bırakın. Allah bu ulvi ve kutsal sorumluluğu Müslümanlara verdi. Kibir, isyan ve ihanetleriniz dolayısıyla kaybettiniz ancak Allah takvâ sahiplerinin işlerini kabul etmektedir. Kabil’in kardeşi Habil’i katledip bu büyük günahı yüklenmiş olduğu gibi siz de kardeşiniz Müslümanlara ihaneti ve düşmanlığı bırakın. Allah müttakileri sever (Tevbe,9/4.) ve ancak onlardan kabul eder. (Mâide,5/27.)

لَئِنْ بَسَطْتَ اِلَيَّ يَدَكَ لِتَقْتُلَن۪ي مَٓا اَنَا۬ بِبَاسِطٍ يَدِيَ اِلَيْكَ لِاَقْتُلَكَۚ اِنّ۪ٓي اَخَافُ اللّٰهَ رَبَّ الْعَالَم۪ينَ

“Andolsun ki sen öldürmek için bana el uzatsan bile, ben öldürmek için sana elimi kaldıracak değilim! Zira ben âlemlerin rabbi olan Allah’tan korkarım.” (Mâide Suresi,5/28.)

Mevdûdî, bu sözleri şöyle yorumlar: “Beni öldürmek için kötü niyetler besleyebilirsin; fakat ben, senin beni öldürme hazırlıklarını öğrendikten sonra bile senden önce davranmak için bir şey yapacak değilim” (Tefhîm, I/419). Bu ifade aynı zamanda Hâbil’in kendisini savunup saldırgan kardeşini öldürebilecek güçte olduğunu, fakat cana kıymak haram ve Allah katında en büyük günah olduğu için bunu yapmadığını gösterir.

İslâm’da nefsi müdafaa meşrû bir haktır, kişinin kendisini ölüme teslim etmesi fazilet olarak kabul edilemez. Fazilet saldırıyı başlatmamaktır. Karşı taraf saldırıyı başlattığı takdirde saldırganı etkisiz hale getirecek kadar nefsi müdafaa etmek bir haktır ve genel olarak bir ödevdir. (Kur'an Yolu Tefsiri, II/255.)

Yoksa bu Hıristiyanlıktaki İsa peygamberin Zeytinlik dağında yaptığı ünlü vaazda söylediğini kabul ettikleri mitolojik ahlâkî durum gibi değildir: “Kötülük yapana karşı koyma; sağ yanağına vurana öbür yanağını da çevir.”( Matta 5:39)[3]

İsa (as) dayandırdıkları bu söze güya Ona iman ettiklerini söyleyen Hıristiyanlar bile inanmıyor. Hristiyan Amerika 2. dünya savaşından beri, 37 ülke/ulusa saldırmış, 20 milyondan fazla insan öldürmüştür[4]. Buna Hristiyan Rusya ve Avrupa ülkelerini de eklerseniz sonuç bütün korkunçluğu ile ortaya çıkacaktır.

İslam’ın ceza hukuku prensipleri vardır. Buna göre haksızlığa uğrayan biri, uğradığı haksızlılığın mislini yapmak veya affetmek arasında muhayyerdir ama affetmesi tavsiye edilmiştir. Yani sağ yanağına bir tokat yiyen kimse, o kişiye aynı ölçüde iki tokat atma hakkına sahiptir. Biri yediği tokadın karşılığı, diğeri de onun cezasıdır. İsterse o kişiyi affeder ama öbür yanağını dönmez.

وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ ادْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ

Kuran bize “İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir.”(Fussilet,41/34.) ahlâki tavrımızı belirlemiştir. Kur’ân, kötülüğe karşı mukabelede kötülüğü değil; iyilikler arasında tercih yapmayı, tercihte de daha iyisini veya en güzelini aramayı emrediyor ve “Cahillerden yüz çevir”( A’râf,7/19) âyetiyle de seviyesiz davranışlara mukabele edilmemesini emrediyor. Allah’ın elçisi Muhammed Mustafa (sav) de: “Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmezse ona diliyle müdahale etsin. Buna da gücü yetmezse, ona kalben buğz etsin. (Kalben onu reddetsin.) Bu ise îmânî tavrın en zayıf olanıdır”( Müslim, Îmân 78.)buyurur.

كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِۜ وَلَوْ اٰمَنَ اَهْلُ الْكِتَابِ لَكَانَ خَيْراً لَهُمْۜ مِنْهُمُ الْمُؤْمِنُونَ وَاَكْثَرُهُمُ الْفَاسِقُونَ

Allah Teala buyuruyor ki: “Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf (iyi ve İslam'a uygun) olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah'a iman edersiniz.”(Al-i İmran,3/ 110)

الَّذِينَ إِن مَّكَّنَّاهُمْ فِي الْأَرْضِ أَقَامُوا الصَّلَاةَ وَآتَوُا الزَّكَاةَ وَأَمَرُوا بِالْمَعْرُوفِ وَنَهَوْا عَنِ الْمُنكَرِ وَلِلَّهِ عَاقِبَةُ الْأُمُورِ

“Onlar öyle kimselerdir ki, şâyet kendilerine yeryüzünde imkân ve iktidar versek, namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, iyiliği emreder ve kötülüğü yasaklarlar. Bütün işlerin âkıbeti Allah’a aittir.”(Hacc,22/41.)

Kays İbnu Ebî Hâzım anlatıyor: "Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh) Cenâb-ı Hakk'a hamd ve senadan sonra buyurdu ki: "Ey insanlar! Sizler şu âyeti okuyor ve fakat yanlış anlıyorsunuz: "Ey iman edenler, siz kendinize bakın. Doğru yolda iseniz sapıtan kimse size zarar veremez" (Maide,5/105). Biz  Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in: "İnsanlar, zâlimi görüp elinden tutmazlarsa, Allah'ın, hepsine ulaşacak umumî bir belâ göndermesi yakındır" dediğini işittik." Keza ben, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "İçlerinde kötülükler işlenen bir cemiyet, bu  kötülükleri bertaraf edecek güçte olduğu halde, seyirci kalır, müdâhale etmezse, Allah'ın hepsini saran umumî bir  belâ göndermesi yakındır" dediğini işittim.” (Ebu Davud, Sünen, Melahim, 31/17, (IV, 510), Tirmizi, Sünen, Fiten, 34/9 (IV,  469))

Bizden öncekileri helâk eden bir suçu da Rabbimiz bize haber vermektedir:

كَانُوا لَا يَتَنَاهَوْنَ عَنْ مُنْكَرٍ فَعَلُوهُۜ لَبِئْسَ مَا كَانُوا يَفْعَلُونَ

“İşledikleri kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmıyorlardı. Yaptıkları ne fena idi!” (Mâide,5/74.)

Bireylerin kötülükler karşısında rahatsızlık duymama alışkanlığı kazanmaya başlaması ve bununla mücadele etmemeleri bir afettir. Müslümanların benzeri bir konuma düşmemeleri için birçok âyette ve hadiste “emir bi’l-ma‘rûf ve nehiy ani’l-münker” (iyiliği özendirme ve kötülükten caydırma) görevinin önemi üzerinde durulmuş ve bu görevin kurumsallaştırılması ideal bir müslüman toplumun övülen nitelikleri arasında anılmıştır (bu konuda bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/104).

Bu açıklamalardan sonra Hâbil’in ayette bize haber verilen tavrı, İnsanın vicdanını etkileyen çok güç bir durumda bile saldırının karşısında saldırıya uğrayanın yiğitliği, saldırganın korkutması karşısında şaşılacak şekilde güven ve huzur içinde olması, kalbinin sadece alemlerin Rabbi Allah'tan korkup sakınmasını bizlere öğretir. İşte tüm bunlar, huzur, güven ve takva örneğinin vasıfları olarak tasvir ediliyor. İşte bunlar zalim ve katil Kabil’lerle mücadele de gerekli donanımlardır.

اِنّ۪ٓي اُر۪يدُ اَنْ تَبُٓوأَ بِاِثْم۪ي وَاِثْمِكَ فَتَكُونَ مِنْ اَصْحَابِ النَّارِۚ وَذٰلِكَ جَزٰٓؤُا الظَّالِم۪ينَۚ
فَطَوَّعَتْ لَهُ نَفْسُهُ قَتْلَ اَخ۪يهِ فَقَتَلَهُ فَاَصْبَحَ مِنَ الْخَاسِر۪ينَ

“Ben diliyorum ki sen hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenesin, cehennemliklerden olasın! Zalimlerin cezası işte budur." (Mâide Suresi,5/29.)

“Sonunda içindeki duygular onu kardeşini öldürmeye itti; onu öldürdü ve böylece hüsrana uğrayanlardan oldu.” (Mâide Suresi,5/30.)

Önceki âyette “sen hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenesin” ifadesi ne anlama gelmektedir? Kur’ân-ı Kerîm’in bildirdiğine göre hiç kimse bir başkasının günahından sorumlu tutulmaz (bk. İsrâ 17/15). O halde katil maktulün günahını neden yüklensin? Müfessirler, “Bundan maksat ‘Benim işlediğim günahı senin yüklenmeni istiyorum’ demek değildir; maksat, ‘Senin diğer günahlarınla birlikte beni öldürmenin günahını da yüklenerek cehennemliklerden olmanı istiyorum’ demektir” şeklinde yorumlamışlardır. (Kur'an Yolu Tefsiri, II/255.) Zaten Kabil, Hâbil’i öldürdü ve böylece hüsrana uğrayanlardan oldu.

Adeta Hâbil kardeşi Kabil’e şöyle demiştir: Sen öldürmek amacı ile elini bana uzattığın zaman, benim de senin yaptığın bu fiili işlemem ne durumuna ne de tabiatına uygundur. Bu fikir -öldürmek fikri- kesinlikle aklına gelmemiş, fikrimi hiçbir şekilde çelmemiştir. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım. Yoksa bu cinayeti işleyemem. Ben seni, Allah'ın kurbanını kabul etmemesine sebep olan günahına ek olarak beni öldürme günahını da yüklenmiş halde bırakıyorum. Böylece günahın da azabın da kat kat artar. "Zalimlerin cezası budur..."

Kıssadan Hz. Âdem’in çocuklarının Allah’a, âhirete, hesaba, cezaya ve cehenneme inandıkları; Allah korkusu ve takvâ gibi duygulara sahip oldukları, Allah’a kurban takdim etmek gibi bir ibadette bulundukları anlaşılmaktadır. Bu durum Hz. Âdem’in peygamber olduğunun bir delili olup bu inançları çocuklarına onun telkin ettiği ihtimalini kuvvetlendirmektedir. (Kur'an Yolu Tefsiri, II/255-256.) Bu aynı zamanda Rabbimizin ilk insan ve nesliyle beraber gerekli düzenlemeleri emrettiğini ve o günden bu güne kadar kulluğun standartlarının belli olduğunu öğretir.

Darwin denilince sonuna kadar saçmalama özgürlüğünü kullanmış ve onunla özdeşleşmiş olan en aşağıdan en yukarıya kadar türlerin ilerlemesi ve yüksek maymundan insanın türemesi veya insanın ve maymunun orijinin meçhul olduğu akla gelir. Evrim fikrini savunan Lamarkizm ve Darvinizm ise evrimin (yaratılış), bizzat tabiatın kendisinden kaynaklandığını ileri sürmektedirler. Bundan ötürü de materyalist ve mekanisttir. Hem materyalizmin hem de ateizmin bilimsel bir desteği olarak kabul edilen  evrim teorisinin akılın sınırlarını zorlayan saçmalıkları da çöplüğe atılmıştır. Lamarkizm ve Darvinizm savunucularının bu saçmalıktan kurtulup Allah'ın varlığını kabul etmelerinden başka bir çareleri de yoktur.

فَبَعَثَ اللّٰهُ غُرَاباً يَبْحَثُ فِي الْاَرْضِ لِيُرِيَهُ كَيْفَ يُوَار۪ي سَوْاَةَ اَخ۪يهِۜ قَالَ يَا وَيْلَتٰٓى اَعَجَزْتُ اَنْ اَكُونَ مِثْلَ هٰذَا الْغُرَابِ فَاُوَارِيَ سَوْاَةَ اَخ۪يۚ فَاَصْبَحَ مِنَ النَّادِم۪ينَۚ

“Ardından Allah, kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. "Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten âciz miyim?" dedi, ettiğine de pişman oldu.” (Mâide Suresi,5/31.)

“Allah bir kargayı örnek göstererek şaşkınlık ve cehaleti sebebiyle bocalamakta olan Kabil’i uyardı. Bu olay İbn Âşûr’a göre, insanın kendisinden daha zayıf varlıklardan bilgi edindiği sahnelerin de ilkidir. 

Allah, bir kargayı örnek göstererek cehaleti ve aptallığından dolayı Hz. Adem'in (a.s) suçlu oğlunu uyarmıştır. Ve o bir cesedi saklama konusunda karganın kendinden daha donanımlı olduğunu gördükten sonra, yalnızca pişman olmakla kalmamış, aynı zamanda kardeşini öldürmekle kötü bir iş yaptığını anlamaya başlamıştır.” (Kur'an Yolu Tefsiri, II/256-257.)

Hz. Adem'in (a.s) iki oğlunun kıssası, Yahudileri, Hz. Peygamber (s.a) ve bazı önde gelen sahabelerini öldürme planlarından dolayı (Bkz. Bu sure 30.ayet) ince ve anlamlı bir biçimde kınamaktadır.

İki olay arasındaki benzerlik ortadadır. Yahudilerin Hz. Peygamber'i (s.a) ve bazı sahabeleri öldürme planları, Hz. Adem'in (s.a) suçlu oğlunun Allah'tan sakınan kardeşini öldürme nedeninden kaynaklanıyordu. Allah lütuf ve nimetini takva sahibi olmadıklarından kitap ehlinden çekip, kendisinden korkmaları nedeniyle ümmî Araplara verdiği için Yahudiler Hz. Peygamber'i (s.a) ve ashabını kıskanıyorlardı. Sorunu soğukkanlı düşünüp neden mahkûm edildiklerini hesaplayarak, Allah'ın gazabını üzerine çeken hatalarını telâfî etmek yerine, kendilerini öncekinden daha fazla mahkûm edeceğini bile bile yapıyorlardı bunu. (Tefhîm’den nakille.)

Kıskançlık ve benzeri nefsânî duygulara boyun eğen insan, kardeşini dahi öldürebilir; ancak bunun sonu dünyada insanı içten içe yakan vicdan azabı ve pişmanlık, âhirette ise cehennem ateşidir. (Kur'an Yolu Tefsiri, II/256-257.)

Kıskançlık ve benzeri nefsânî duygulara boyun eğen insanın kendi kardeşlerini Mısır’da, Gazze’de, Suriye, Irak, Yemen, Libya ve Afrika’da kumpas kurup ihanet ettiğine ve nasıl hunharca katlettiğine, şahidiz.

مِنْ اَجْلِ ذٰلِكَۚ كَتَبْنَا عَلٰى بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ اَنَّهُ مَنْ قَتَلَ نَفْساً بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِي الْاَرْضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَم۪يـعاًۜ وَمَنْ اَحْيَاهَا فَكَاَنَّمَٓا اَحْيَا النَّاسَ جَم۪يعاًۜ وَلَقَدْ جَٓاءَتْهُمْ رُسُلُنَا بِالْبَيِّنَاتِۘ ثُمَّ اِنَّ كَث۪يراً مِنْهُمْ بَعْدَ ذٰلِكَ فِي الْاَرْضِ لَمُسْرِفُونَ

“İşte bundan dolayı İsrâiloğulları’na şöyle yazmıştık: "Bir cana kıymaya veya yeryüzünde fesat çıkarmaya karşılık olması dışında, kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur." Şüphesiz peygamberlerimiz onlara apaçık deliller getirdiler. Ama bundan sonra da onların çoğu yeryüzünde taşkınlık göstermektedirler.” (Mâide Suresi,5/32.)

Rahmân ve Rahîm olan Allah gerek İslâm’da gerekse İslâm’dan önceki ilâhî dinlerde insan hayatının kutsal olduğunu bildirmiş, bu sebeple bir canı korumayı bütün insanlığı korumak kadar üstün bir fazilet saymış; bir cana kıymayı da bütün insanları öldürmek kadar büyük bir cinayet olarak değerlendirmiştir. Aynı şekilde kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur. İslam yeryüzünde hadi aşmaya, taşkınlığa, zorbalığa izin vermez.

Yüce Allah birtakım yasaklayıcı hükümler koyduğu gibi bunların ihlali durumunda uygulanması için de cezai hükümler koymuştur. Cezalar da insanları suç işlemekten alıkoymak için vardır. Emir ve yasaklara aykırı hareket edenleri cezalandırmadıktan sonra bu emirlerin ve yasakların hiçbir anlamı olmaz. Üstelik İslâm bu suçlar için hem bu dünyada hem de ahirette cezaların var olduğunu açıklamıştır.

وَمَنْ يَعْصِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَيَتَعَدَّ حُدُودَهُ يُدْخِلْهُ نَاراً خَالِداً ف۪يهَاۖ وَلَهُ عَذَابٌ مُه۪ينٌ۟

 “Kim de Allah’a ve peygamberine itaatsizlik eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar, onun için alçaltıcı bir azap vardır.” (Nisâ Suresi,4/14.)

وَمَن يَعْصِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَإِنَّ لَهُ نَارَ جَهَنَّمَ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا

“Kim Allah’a ve Resûlüne karşı gelirse, şüphesiz onlar için, içinde ebedî kalacakları cehennem ateşi vardır.” (Cinn,72/23.)

Cinayet kapsamına giren suçlara belirlene hadlerden kasıt Allah'ın hakkını almak için miktarı belirlenmiş cezalardır. Suçluyu suça yönelmekten engellediği için bunlar İslam Hukukunda "hadler" olarak isimlendirilmiştir. Suçun kendisi de "had" olarak isimlendirilir.

تِلْكَ حُدُودُ اللّهِ فَلاَ تَقْرَبُوهَا كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ آيَاتِهِ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ

“Bunlar, Allah'ın koyduğu sınırlardır. Bu sınırlara yaklaşmayın. Allah, kendine karşı gelmekten sakınsınlar diye, âyetlerini insanlara böylece açıklar.” (Bakara,2/187.)

“İslam’da adam öldürmenin dünyevî karşılığı olarak ölüm cezası (kısas) öngörülür. Bu aynı zamanda önceki semavî dinlerin de hükmüdür (Bakara,2/178-179; Mâide,5/45). Kısas, cinayette ödeşme olarak tanımlanabilecek olan kısas, gerek öldürme ve yaralama gerek herhangi bir uzvun yok edilmesi veya işe yaramaz duruma getirilmesi şeklinde işlenen suçların faillerinde, olanak elverdiği taktirde, işledikleri suçun aynı ile cezalandırılmasıdır.[5]

Ancak haksız öldürmelerde öldürülenin velisine yetki verildiğinden söz eden ve affetmeyi öğütleyen âyetlerden (el-Bakara 2/178; el-İsrâ 17/33) kısasın uygulanmasının bir emir değil onay olduğu anlaşılmaktadır. Kısas sadece kasten öldürmelerde söz konusudur. Klasik dönem İslâm hukukçularının ortak anlayışına göre öldürme suçu öncelikli ve ağırlıklı olarak öldürülenin yakınlarının şahsî hakkını ihlâl ettiğinden kısasa da ancak onların müştereken istemesi halinde gidilebilir. Kısastan af yetkisi de onlara aittir (Ali Bardakoğlu, Katil, DİA, XXV/48).”

Diyet ise ölüm veya yaralama ile sonuçlanan bir suç işlendiğinde, kısas istenmediği veya kısasın mümkün olmadığı durumlarda, mal olarak verilmesi gereken bedele "diyet" denilmekteydi. Diyet bir bakıma para cezasıdır.[6]

Ne yazık ki Allah Teâlâ insan hayatının önemi ve bu hayata kıyanlara verilecek cezalar hakkındaki âyetlerini peygamberleri vasıtasıyla göndermiş ve insanlara tebliğ etmiş olmasına rağmen birçok insan yine de yeryüzünde fesat çıkarmaya ve kan dökmeye devam etmektedir. Hatta fitne, barbarlık, soykırım, katliam, işkence, zulüm, öldürme noktasında insan kendisini güncellemiş ve insanoğlunun görmediği bir zorbalık düzeyine ulaşmıştır.

اِنَّمَا جَزٰٓؤُا الَّذ۪ينَ يُحَارِبُونَ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَيَسْعَوْنَ فِي الْاَرْضِ فَسَاداً اَنْ يُقَتَّلُٓوا اَوْ يُصَلَّـبُٓوا اَوْ تُقَطَّعَ اَيْد۪يهِمْ وَاَرْجُلُهُمْ مِنْ خِلَافٍ اَوْ يُنْفَوْا مِنَ الْاَرْضِۜ ذٰلِكَ لَهُمْ خِزْيٌ فِي الدُّنْيَا وَلَهُمْ فِي الْاٰخِرَةِ عَذَابٌ عَظ۪يمٌۙ

“Allah’a ve peygamberine karşı savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışanların cezası ancak ya öldürülmeleri veya asılmaları yahut el ve ayaklarının çapraz olarak kesilmesi ya da bulundukları yerden sürgün edilmeleridir. Bu, onların dünyada uğradıkları aşağılayıcı cezadır. Âhirette ise onlar için büyük bir azap vardır.” (Mâide Suresi,5/33.)

“Kamu düzeninin, emniyet ve asayişin sağlanması, kişilerin mal ve canlarının, seyahat özgürlüklerinin korunması İslam’ın temel amaçları arasında yer aldı­ğından eşkıyalık suçu dinen büyük günahlar, hukuken de büyük suçlar arasında sayılmış, bu suç ve uygulanacak cezai müeyyideleri konusunda Kur'an ve Sünnet'te özel hüküm ve açıklamalar yer almıştır. İslam hukukçuları arasında hâkim kanaat, bunun İslam ülkesinde yol kesip baskın yapan Müslüman veya zimmiler hakkında hüküm bildirdiği yönündedir. Suçun Allah ve Resulü'ne karşı savaş açma şeklinde nitelendirilmesi onun ağırlığını vurgulama amacıyla izah edilir. Hz. Peygamber'in de toplum güvenliğini, genel asayişi ihlal eden, yol kesen, baskın yapıp adam öldürenleri ayette zikredilen cezalara benzer şekilde cezalandırdığı rivayetleri mevcuttur (bk. Buhari. "Hudud", 15-18; Müslim "Kasame" 9-14; Ebu Davud  “Hudud", 3)” [7]

Allah ve resulüne savaş açanlar ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlardan maksat, insanların Allah inancını sarsmaya ve yıkmaya yönelik faaliyetlerde bulunan, Allah ve resulünün koyduğu ilkelere karşı düşmanca tavır alıp meşrû nizama karşı çıkanlara belirlene ayetteki belirlenen cezalar Allah’a karşı savaş açanların hak ettikleri cezanın kaçınılmazlığının bir ifadesidir. Onların ahlakî yükümlülüklere düşmanlıkları, bütün dînî/manevî değerlerini kaybetmelerine yol açar ve sonuçta düştükleri uyumsuzluk ve sapıklık, aralarında dünyevî kazanç ve güç uğruna hiç bitmeyen bir çatışmayı teşvik eder, birbirlerinden çok sayıda insan öldürürler ve birbirlerine büyük ölçüde işkence eder ve sakat bırakırlar ve sonuçta bütün bir toplum silinip gider veya Kur’an’ın belirttiği gibi yeryüzünden sürülürler.

Müfessirlerin çoğunluğu, bu ayetleri bir şer’i hüküm olarak değerlendirir ve bu nedenle şöyle yorumlarlar: İslâm bilginlerinin çoğunluğuna göre Allah’a ve Elçisi’ne savaş açan, silâhlanıp açıktan devlete baş kaldıran  ve yeryüzünde fesadı yayanların cezası, onların öldürülmeleri yahut asılmaları yahut ellerinin ve ayaklarının çapraz olarak kesilmesi yahut yeryüzünden sürülmeleri olacaktır. Bu, onların bu dünyadaki zilletleridir.

Hanefî âlim Ahmed b. Ali Ebû Bekir er-Râzî el-Cessâs (371/981)’a göre Allah ile savaşmanın imkânsızlığından hareketle hakikî manada kullanımın doğru olmadığını ve “savaşanlar” kelimesiyle yani Allah ile savaşanlardan maksat, Allah’ın dostlarıyla savaşanlardır.(Cessâs, Ahkâmü’l-Kurân, II, 508)

Mâlikî âlim Muhammed b. Abdullah Ebû Bekir İbnü’l-Arabî’ye (543/1148)’ye göre de hiç kimse Allah’a savaş açamaz ve O’na galip gelemez. İbnü’l-Arabî’de, burada bir hazif olduğunu ve “Allah dostlarıyla savaşanlar” şeklinde takdir edilmesi gerektiğini söylemiştir. Allah’ın bu âyette dostları yerine kendi zatını koyarak ifade etmesinin gerekçesi ise onların konumunu yüceltmek ve onlara yönelik eziyetin ne derece büyük bir günah olduğunu ifade etmek içindir. (İbnü’l-Arabî, Ahkâmü’l-Kur’ân, II, 95-96.)[8]

Yol kesme ve buna benzer şekilde işlenen terör suçu, ağır ceza gerektiren bir eylem olarak tespit edilmiş olmakla beraber âyette sıralanan cezaların suçun mahiyetine göre tercih ve tasnifi Cessâs tarafından savunulmuş olup, devlet başkanının takdir alanı sınırlanmıştır. Bunun yanı sıra ilgili suçun yardım isteme imkânı bulunmayan yerleşim yerleri dışında işlenmiş olması ve nisap şartı, yol kesme suçunun unsurları arasında kabul edilmiştir. İbnü’l-Arabî ise nisap şartını dikkate almayarak salt yol kesme eyleminin işlenmiş olmasının ceza için yeterli olduğu görüşünü tercih etmiş ve ceza tercihi konusunda devlet başkanına geniş yetkiler vermiştir.[9]

“Allah’a ve Resulüne savaş açanlar, Müslüman topluma ve onların başkanlarına, imamlarına karşı isyan edenlerdir. Yollarda terör estirirler, yeryüzünü bozguna uğratmaya ve ifsada kalkışırlar. Bazıları, devlet başkanının bu cezalardan herhangi birini tatbik etmede serbest olduğunu söylerken, bazıları buna karşı çıkar ve şöyle derler: Eğer bir kimseyi öldürmüş ve mal almamışsa öldürülür, çünkü cana karşı can kısas edilir. Hem öldürüp hem de mal almışsa, asılır ve ölene dek asılı tutulur, asılması mal almasının cezasıdır, ölmesi ise öldürmesinin cezasıdır. Eğer sadece mal almışsa, imam isterse sağ elini hırsızlık cezası olarak, sol ayağını ise isyan ve fesadının karşılığı olarak keser, isterse de onu sürgün eder, yani en tercihe şayan ifadeyle hapseder. Çünkü sadece sürgün, ceza değil, onu başkalarına bela etme ve başka bir yerde yaptıklarını tekrar yapma imkânı vermektir.” (İbn Kuteybe, Tevil’u Müşkili’l-Kur’an, s. 399– 401.)[10]

“Hanefî, Şafiî ve Hanbelîlere göre, yol kesicilere verilecek had cezası, ayet-i kerimedeki tertibe göredir. Çünkü cezanın suç miktarına göre olması icap eder. Eğer yol kesiciler, sadece malı almışlarsa elleri ve ayakları çaprazlama kesilir, eğer mal almayıp yolcuları öldürmüşlerse öldürülürler ve asma işlemi yapılmaz. Eğer hem öldürmüşler hem de malı almışlarsa öldürülüp asılırlar. Şayet sadece insanları korkutmuşlarsa, oradan sürgün edilirler. İmam Malik‟e göre, yol kesicilerin cezası hususunda karar, Müslümanların İmamı (devlet başkanı)nın içtihad, kanaat ve fakihler ile meşveretine kalmıştır, umumun menfaatlerine uygun ve fesadı defedecek olan şekli seçer.”  [11]

“Allah‟a ve Resulü‟ne savaş açan,” yani Allah‟ın ve Resulü‟nün emirlerine ve hükümlerine fiilen karşı çıkmakla onlara harp vaziyeti alan, “yeryüzünde bozgunculuk için koşan,” cana veya mala veya ırza saldırmaya veya ekin ve nesli yok etmeye kalkışan, hak nizamı ve halkın asayişini yol keserek, terör estirerek bozmak ve ifsad etmek için çalışan kimselerin suçlarının derecelerine göre cezaları şunlardan ibarettir: “Öldürülmeleri”, yani adam öldürmüşlerse kısas yoluyla değil, affı caiz olmamak üzere cezayı tatbik ederek öldürülmeleri, “veya asılmaları” yani hem adam öldürmüşler hem de mal almış veya ırza tecavüz etmişlerse diri olarak asılıp öldürülmeleri yahut öldürüldükten sonra ölü olarak asılıp halka gösterilmeleri, “veya ellerinin ve ayaklarının çapraz kesilmesi,” yani adam öldürmemişler de yalnızca mal almışlar ise, biri sağdan biri soldan olmak üzere birer elleriyle birer ayaklarının kesilmesi, “veya bulundukları yerden sürülmeleri,” yani anlatılan suçların hiçbirisini işlememiş olup yalnızca yolda tehdit etmişler, korkutup terör estirmişlerse, hapsedilmeleri ve bulundukları yerden diğer bir yere sürgün edilmeleridir. “Bu ceza, bunların sırf dünyadaki düşüklük ve rezaletleridir. Bundan başka bunlar için ahirette de pek büyük bir azap daha vardır.” Öyle ki bunların hiçbirisiyle kıyas edilmesi mümkün değildir. [12]

İSLAM HUKUNDA CAYDIRICILIK

İslam Hukukunda cezanın suçlu kim olursa olsun mutlaka uygulanacak olduğunun bilinmesi ve adâletin gecikmeden yerine gelmesi de caydırıcılıkta etkilidir. Nitekim Hz. Peygamber’in suça karşı mücadelede amansız olduğuna ve kendi kızı bile olsa suçluya karşı cezaların infâzında kararlılığına kaynaklar dikkat çekmektedir (Buhârî, Hudud 12) . Cezanın etkili olması için suçluyu korkutucu bir etkisi olması gerekmektedir. Çünkü hadlerin maksadı mevâni', yani tüm toplumu suçtan uzak tutmaktır. Böylece suçun cezasını bilen kişi suçu işlemekten caydırılmış olur ve cezadan sonra da suçu tekrar işlemekten engellenmiş olur.[13] Neticede ayette sözkonusu edilen cezalar istenen tesire sahip olduklarından pek az uygulanma alanı bulmuş ve bu durum caydırıcılık gayesinin gerçekleştiğine de bir delil teşkil etmiştir (eş-Şevkânî, Fethu'l-kadîr, IV, 5; Bilmen, Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, III, 201-203.)[14]

Suç işlemiş kişilere verilmiş cezalar caydırıcı olmalıdır ki suça meyilli insanlar onları taklit etmekten çekinsinler. Cezanın kendisinin ağırlığının yanında suçlu yaftasını taşıyacağını düşünmek bile insanın suçtan uzak durmasına etki edecek psikolojik bir unsurdur. İşlediği suçtan dolayı etkili bir ceza ile cezalandırılan kişi aynı cezayı yaşamamak için suçtan vazgeçecektir. En azından caydırıcı cezalar toplumda suç oranını azaltacaktır.[15]

اِلَّا الَّذ۪ينَ تَابُوا مِنْ قَبْلِ اَنْ تَقْدِرُوا عَلَيْهِمْۚ فَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ۟

 “Ancak onları yenip ele geçirmenizden önce tövbe edenler müstesna! Biliniz ki Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.” (Mâide Suresi,5/34.)

Bu ayet, suçluların cezalarını açıklayan önceki ayetin şer’i hüküm ifade ettiğini biraz daha belirginleştirir. Çünkü buna göre müslüman toplum, suçluları yakalayıp cezalandırmakla görevlidir. Ancak onlar suçluları yakalamadan önce, suçlular kendiliğinden pişman olarak gelip tövbe etseler, cezalandırılmaktan kurtulurlar. Allah’ın bağışlamasına ve merhametine mazhar olurlar.[16]

“Eşkıyanın yakalandıktan sonra tövbe etmesinin ise sadece onunla Allah arasında bir mesele olup suçun dünyevi cezasını etkilemeyeceği hususunda İslam hukukçuları fikir birliği içindedir. Ayette cezayı düşürücü bir sebep olarak gösterilen tövbe, İslam hukukçuları tarafından suçlunun suç ve günahını itiraf edip yaptıklarından dolayı pişmanlık duyması şeklinde psikolojik ve sübjektif bir durum değil  fiili olarak suçu işlemekten vazgeçtiğini gösteren maddi ve objektif veriler şeklinde anlaşılmıştır. Bunun için de İslam hukukçuları eşkıyanın tövbe etmiş sayılabilmesi için suç işlediği bölgeden ayrılması, üzerindeki silahı ve suç aletlerini bırakması, devlet güçlerine teslim olması, devlet başkanının huzuruna gelip ona itirafta bulunması ve bağlılık sözü vermesi gibi objektif şartlar ileri sürmüşlerdir.

İslam hukukçularının çoğunluğu eş­kıyanın yukarıda açıklanan şekliyle tövbesinin kısas, diyet, kazf cezası, tazminat ve malın iadesi gibi şahıs haklarını ilgilendiren müeyyideleri  etkilemeyeceği, sadece Allah ve toplum hakkıyla ilgili cezaları düşüreceği görüşündedir. Buna göre eşkıyanın tövbesi suçun sadece ağırlaştırıcı sebebini kaldırır. Onun bu tövbesinin eşkıyalık öncesi işlediği suçların cezasına ne derece etki edeceği veya eşkıyalık eylemi esnasında zina, şarap içme, kazf gibi asıl suçla doğrudan bağlantılı olmayan suçlar işlediğinde tövbenin bunları kapsayıp kapsamayacağı ise tartışmalıdır. 

Tövbenin şahıs ve Allah hakkını ilgilendiren bütün cezaları düşüreceği şeklinde Leys b. Sa'd, Taberi ve Zeydiyye'ye ait azınlık görüşünün yanı sıra eşkıyanın tövbesinin uygulanacak cezayı hiç etkilemeyeceği görüşü de vardır. Bu son görüş, toplumda suçun bilerek işlenmesinden sonra cezasından kurtulmak için daima istismara müsait bulunan tövbe ile kurtulma yolunun kapatılmasına yönelik bir tedbir mahiyetindedir.

Eşkıyaya Allah ve toplum hakkı olarak ayette öngörülen cezalardan birinin verilmiş olması onun şahısların malları­na karşı verdiği zarar ve ziyandan doğan hukuki sorumluluğunu kaldırmaz.” (Ali Bardakoğlu, Eşkıya, DİA, XI/466.)

Allah’a, Resûlüne, kitâbına, milletine ve ümmetine ihanet eden, “Yeryüzünde bozgunculuk için koşan,” cana veya mala veya ırza saldırmaya veya ekin ve nesli yok etmeye kalkışan, hak nizamı ve halkın asayişini yol keserek, terör estirerek bozmak ve ifsad etmek için çalışan bugün ki PKK, FETÖ, DHKPC, IŞİD, Hizbullah gibi terör örgütleri mensuplarına ve bunları işgal aparatı olarak kullanan, Allah’a ve Resulü’ne ve iman eden Müslümanlara savaş açan  Batı’lı barbar devletlerin ajanlarına, milis güçlerine ayetteki bu cezaların uygulanmasının önünde hiçbir engel yoktur. Belirlenen cezaları fazlasıyla hak etmişlerdir.

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَابْتَغُٓوا اِلَيْهِ الْوَس۪يلَةَ وَجَاهِدُوا ف۪ي سَب۪يلِه۪ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun, O’na yaklaşmaya vesile arayın ve O’nun yolunda çaba harcayın ki kurtuluşa eresiniz.” (Mâide Suresi,5/35.)

Müminler Allah'ın, yakınlığı ve razılığını kazanmasıza yardım edecek her türlü meşrû aracın peşinden koşarlar.

“Vesile kelimesi sözlükte “pâye, rütbe, derece, muhabbet ve yakınlık” anlamlarına gelir. Bu son anlamından hareketle kişiyi Allah’a yaklaştıran amele vesile denilmiştir. Müfessirler âyette kastolunan vesilenin, Allah’ın emrettiklerinin yerine getirilmesi ve yasakladıklarının terkedilmesi olduğunu belirtmişler, kişiyi Allah’a yaklaştıracak ve O’nun rızâsını kazanmaya yardım edecek her türlü ibadet ve eylemi vesile saymışlardır.” (Kur'an Yolu Tefsiri, II/264-265.)

KİŞİYİ ALLAH’A YAKLAŞTIRACAK VE O’NUN RIZASINI KAZANMAYA YARDIM EDECEK HER TÜRLÜ MEŞRÛ İBADET VE EYLEM: VESİLE

Âyetin mana özeti “Biz mü’miniz Allah bizi yalnız iman ile sever deyip de ciddiyetsiz olmayınız, Allah’dan korkunuz, kötü ahlaktan ve çirkin amelden sakınınız. Yalnız korkmakla da kalmayıp iradenizi sarfedip gerekli sebeplere de teşebbüs ediniz. Her fırsattan istifade ile kendi gönlünüz ve isteğinizle farzlar ve vacipler dışında güzel işler, Allah’ın rızasına uygun ameller kendinizi Allah’a sevdirmek isteyiniz, isteyerek, yalvararak çalışınız ve uğraşınız” demektir. Allah’a yaklaşma ve sevme arzusudur bu kast ile sebepleri araştırma, güzel ahlak ve güzel amel gibi Allah’ın rızasına uygun hoş vesileler hazırlamakla kulluk için koşmayı emretmektedir. Ve bunun içindir ki mücahede emri katılmıştır. İman, ittika ile; İttika vesileyi aramakla; vesileyi aramada mücâhede ile tamam olur.( Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, III, 234.)[17]

Rahmân ve Rahîm olan Allah müminlere hitap ederek yalnız iman etmekle yetinmemelerini, Allah’ın buyruklarını yerine getirmelerini, kötü huylardan ve yanlış davranışlardan sakınmalarını, Allah’a yaklaşmak için vesile aramalarını, yani farz, nafile ve benzeri ibadetlerle O’nun sevgi ve rızâsını kazanmaya çalışmalarını emretmekte; müminlerin bunu gerçekleştirerek kurtuluşa erebilmeleri için gerek nefislerine gerekse dış engellere karşı mücadele etmelerini istemektedir.[18]

 “Çaba harcayın” diye çevrilen “câhidû” fiilinin masdarı olan “cihad” kelimesi İslâmî terminolojide, düşmana karşı uygun vasıtalarla savaş yanında –burada olduğu gibi– insanın Allah yolunda göstermiş olduğu her türlü hayırlı gayretleri, kararlı davranışları da ifade eden bir kavram olarak kullanılır. Âyetin ifadesine göre iman, Allah korkusuyla ve kişiyi Allah’a yaklaştıracak vesileyi araştırmakla, vesile talebi de belirtilen anlamdaki cihadla tamamlanmaktadır. Kısaca kişiyi Allah’a yaklaştıran yollardaki engelleri ortadan kaldıracak en etkili unsur cihaddır. Bu sebeple âyet-i kerîme, insanları Allah yolundan alıkoyan, Allah’tan başkasına kulluk etmeye zorlayan her türlü iç ve dış engele (kişi, grup ve güç) karşı mücadele edilmesini emretmektedir. (Kur'an Yolu Tefsiri, II/267.)

VESÎLE

قُلِ ادْعُواْ الَّذِينَ زَعَمْتُم مِّن دُونِهِ فَلاَ يَمْلِكُونَ كَشْفَ الضُّرِّ عَنكُمْ وَلاَ تَحْوِيلاً أُولَئِكَ الَّذِينَ يَدْعُونَ يَبْتَغُونَ إِلَى رَبِّهِمُ الْوَسِيلَةَ أَيُّهُمْ أَقْرَبُ وَيَرْجُونَ رَحْمَتَهُ وَيَخَافُونَ عَذَابَهُ إِنَّ عَذَابَ رَبِّكَ كَانَ مَحْذُورًا

 “De ki: “Onu bırakıp da ilâh diye ileri sürdüklerinizi çağırın. Onlar, başınızdaki sıkıntıyı ne kaldırabilirler ne de değiştirebilirler. Onların yalvardıkları bu varlıklar, “Hangimiz daha yakın olacağız.” diye Rablerine vesile ararlar. O’nun rahmetini umarlar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı gerçekten korkunçtur.” (İsrâ,17/56, 57.)

Allah ile kul arasında velilerin, mutasavvıfların vasıta (aracı) oldukları düşüncesi, tevhid inancıyla bağdaşmaz ve kula kulluğun farklı bir versiyonu, sömürü düzeninin bir başka şeklidir. Yaratığın yaratıktan yardım talep etmesi, boğulmuş birisinin boğulmuştan yardım istemesi gibidir. Yaratığın yaratıktan yardım istemesi, tutuklunun tutukludan yardım istemesi gibidir. Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:

a) “Ancak sana kulluk/ibadet eder, sadece senden yardım isteriz.”(Fatiha, 1/5.)
b) “Kullarım sana benden sual edecek olurlarsa, hiç şüphe etmesinler ki Ben çok yakınım.”( Bakara, 2/186)
c) “Biz ona şah damarından daha yakınız.”( Kaf, 50/16.)
d) “Allah iman edip salih ameller işleyenlerin dualarını kabul eder, hatta kendi kereminden onlara istediklerinden fazlasını verir.”( Şûrâ, 42/26.)
e) “İnsanın başına bir sıkıntı gelince yatarken, otururken ve ayaktayken bize dua eder. Ama biz onun sıkıntısını kaldırınca sanki yakalandığı sıkıntıdan dolayı bize hiç dua etmemiş gibi olur.”( Yunus, 10/12.)
f) “Denizde size bir sıkıntı (tehlike) gelince Allah dışındaki bütün yalvardıklarınız kayboluverir. Fakat O sizi kurtarıp karaya çıkarınca yine kendisini tek bilmekten vazgeçersiniz. İnsan gerçekten nankördür.”( İsrâ, 17/67.)
g) “De ki; acaba Allah’ın herhangi bir azabına uğrasanız veya size Kıyamet günü gelse, doğru sözlü iseniz söyleyin bakalım, Allah’tan başkasına mı dua edersiniz? Hayır, sadece O’na yalvarırsınız. O da dilerse giderilmesini istediğiniz belayı kaldırır ve o zaman O’na ortak koştuklarınızı (putlarınızı) unutuverirsiniz.”( En’am, 6/40, 41.)

“Vesile ile aynı kökten türemiş olan tevessül ise sözlükte “yaklaşmak, hedeflenen ve arzulanan gayeye ulaşmak için bir şeyi vasıta kılmak” demektir. Dinî bir terim olarak tevessül, “Allah’a yaklaşmak, O’ndan yardım dilemek üzere bir söz veya davranışı aracı kılmak” anlamına gelir. Ancak bu terim zamanla farklı bir anlam kazanmış; melekler, arş, kürsî vb. kutsal sayılan bazı varlıklarla peygamber ve velîlerin Allah katındaki yüksek mertebeleri hürmetine dua etmeyi ve âhirete intikal etmiş sâlih insanlardan yardım istemeyi ifade eder hale gelmiştir.” (Kur'an Yolu Tefsiri, II/264.)

Allah’tan başka ölülerle, dirilerle ve hali hazırda bulunmayanlarla dua etmek ve menfaat sağlamak, sıkıntıları gidermek için onlardan yardım istemek veya onlardan şefaat ve dua dilemek şirk olarak telakki edilmiştir. “Yetiş ya Geylani!” cümlesini bir Müslüman, Mevlâsı, Rabbi ve her şeye gücü yeten, duaları kabul eden Allah’ı varken nasıl söyleyebilir?

Sistemleşmiş, ilkeselleşmiş ve kavramsallaşmış yeryüzünün en büyük günahı olan şirk, yalnız Allah’a ait bir kısım isim ve sıfatları başka varlıklarda da görmek, onları o konuda Allah ile ortak saymaktır. Bu varlıklar daha çok, din büyükleri olur. Onlar Allah’a yakın bilindiği için o isim ve sıfatları onlara vermek fazla rahatsız edici olmaz. Bu, onları Allah’a karşı arabulucu konumuna sokar. Allah ile olacak işlerde bunların aracılığına ihtiyaç duyulmaya başlanır. Artık onlara, Allah’a boyun eğer gibi boyun eğmek zor olmaz. Böylece o büyüklerin her biri bir tanrı yerine konmuş olur. Doğru yolun üstündeki en büyük tuzak şirk tuzağıdır. O tuzağa düşenin işi temelden biter. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bunun dışında olanı dilediği kimse için bağışlar." (Nisa 4/48)

Şirk, tarih boyunca insanların mensup olduğu bir din türüdür. Kur’an şirki bir din olarak anmakta ve tanıtmaktadır. Hem de zorlu ve köklü bir dindir şirk… (Kâfirûn,109/6) Şirk dininin, peygamberlerin tanıttığı dinden farkı, Allah’ın yanına-yöresine şefaatçılar, aracılar koyması ve Allah’a kulluğu bu aracı-şefaatçıların onayına bağlamasıdır.

Tam da burada Kur’an’da haber verilen müşriklerin durumu hatırlanması gerekmektedir ki onlar da: “Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” diyorlardı. (Zümer, 39/3)  Bir nevi müşriklerde putları Allah’a yaklaşabilmek için vesîle ediniyorlardı. Bu ölümcül tehlikeyi Rabbimiz bize haber vermişti.

أَلَا لِلَّهِ الدِّينُ الْخَالِصُ وَالَّذِينَ اتَّخَذُوا مِن دُونِهِ أَوْلِيَاء مَا نَعْبُدُهُمْ إِلَّا لِيُقَرِّبُونَا إِلَى اللَّهِ زُلْفَى إِنَّ اللَّهَ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ فِي مَا هُمْ فِيهِ يَخْتَلِفُونَ

“İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler, “Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” diyorlar. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir.” (ez-Zümer, 39/3)

وَلَئِن سَأَلْتَهُم مَّن نَّزَّلَ مِنَ السَّمَاء مَاء فَأَحْيَا بِهِ الْأَرْضَ مِن بَعْدِ مَوْتِهَا لَيَقُولُنَّ اللَّهُ قُلِ الْحَمْدُ لِلَّهِ بَلْ أَكْثَرُهُمْ لَا يَعْقِلُونَ

“Andolsun, eğer onlara, “Gökten yağmuru kim indirip de onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltti?” diye soracak olsan, mutlaka, “Allah” diyeceklerdir. De ki: “Hamd Allah’a mahsustur.” Fakat onların çoğu akıllarını kullanmazlar.” (el-Ankebut, 29/63).

قُلْ أَفَرَأَيْتُم مَّا تَدْعُونَ مِن دُونِ اللَّهِ إِنْ أَرَادَنِيَ اللَّهُ بِضُرٍّ هَلْ هُنَّ كَاشِفَاتُ ضُرِّهِ أَوْ أَرَادَنِي بِرَحْمَةٍ هَلْ هُنَّ مُمْسِكَاتُ رَحْمَتِهِ قُلْ حَسْبِيَ اللَّهُ عَلَيْهِ يَتَوَكَّلُ الْمُتَوَكِّلُونَ

 “De ki: Öyleyse bana bildirin, Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, onun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut Allah, bana bir rahmet dilerse, onlar onun bu rahmetini önleyebilir mi? De ki: Bana Allah yeter. Güvenip dayanacaklar, ancak O’na güvenip dayanırlar.” (Zümer, 39/38; Yunus, 10/18; Ahkâf, 46/4-6.)

وَأَنَّ الْمَسَاجِدَ لِلَّهِ فَلَا تَدْعُوا مَعَ اللَّهِ أَحَدًا

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Mescidler şüphesiz Allah’ındır. O halde, Allah ile birlikte kimseye yalvarmayın.”( Cin, 72/18.) “Kimseye” ifadesi belirsiz isimdir ve olumsuzluk ifadesinden sonra gelmektedir. Dolayısıyla bu ifade, Allah’ın tebliğle görevlendirdiği nebîleri kapsadığı gibi Allah ile güçlü bir irtibata sahip olduğu kabul edilen herkesi kapsar.

Allah hidayete ulaştırmayı bile elçisi Muhammed Mustafa (sav)’e bırakmamıştır. Hidayeti bizzat Allah dilediğine ve hak edene vermektedir. Allahın gönderdiği bütün Peygamberler de sadece Allah’tan korkmuşlar, sadece Ona tevekkül etmişler ve sadece O’ndan istemişlerdir. “Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf,50/16.) diye hatırlatmıştır Rabbimiz. Hidayeti başkasına bırakmayan Allah, yardımı niye başkasına bıraksın ki?

لَّيْسَ عَلَيْكَ هُدَاهُمْ وَلَكِنَّ اللّهَ يَهْدِي مَن يَشَاء

“Onları hidayete erdirmek sana ait değildir. Fakat Allah, dilediğini hidayete erdirir.” (Bakara,2/272)

إِنَّكَ لَا تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ يَهْدِي مَن يَشَاء وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ

“Şüphesiz sen sevdiğin kimseyi doğru yola iletemezsin. Fakat Allah, dilediği kimseyi doğru yola eriştirir. O, doğru yola gelecekleri daha iyi bilir.” (Kasas,28/56)

يَا فَاطِمَةُ، أَنْقِذِي نَفْسَكِ مِنَ النَّارِ، فَإِنِّي لَا أَمْلِكُ لَكُمْ مِنَ اللهِ شَيْئًا، غَيْرَ أَنَّ لَكُمْ رَحِمًا سَأَبُلُّهَا بِبَلَالِهَا»

" Ey Resulullah’ın kızı Fatıma! Sen de kendini Allah’tan satın almaya çalış; zira senin için de bir şey yapamam, Allah'ın azabından kurtaramam!..." (Buharî, Vesâyâ 11; Tefsir (26) 2; Müslim, İman 348-352.)

En güzel örneğimiz, âlemlere rahmet ve en yüce ahlak üzere olan Muhammed Mustafa (sav) amca oğlu Abdullah’a tavsiyesi de şu şekildeydi:

إِذَا سَأَلْتَ فَاسْأَلِ اللَّهَ ، وَإِذَا اسْتَعَنْتَ فَاسْتَعِنْ بِاللَّهِ ، وَاعْلَمْ أَنَّ الْأُمَّةَ لَوِ اجْتَمَعَتْ عَلَى أَنْ يَنْفَعُوكَ بِشَيْءٍ ، لَمْ يَنْفَعُوكَ إِلَّا بِشَيْءٍ قَدْ كَتَبَهُ اللَّهُ لَكَ ، وَإِنِ اجْتَمَعُوا عَلَى أَنْ يَضُرُّوكَ بِشَيْءٍ ، لَمْ يَضُرُّوكَ إِلَّا بِشَيْءٍ قَدْ كَتَبَهُ اللَّهُ عَلَيْكَ ، رُفِعَتِ الْأَقْلَامُ وَجَفَّتِ الصُّحُفُ .

Abdullah ibn Abbas (Allah Onlardan razı olsun)’den bildirildiğine göre: Bir gün Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)’in bindiği hayvanın arkasına binmiştim. Bana şöyle söyledi: “…Birşey isteyeceksen Allah’tan iste, yardım dileyeceksen Allah’tan dile, bil ki bütün insanlar toplanıp sana fayda temin etmeye çalışsalar, ancak senin için Allah’ın yazdığı faydayı sana ulaştırabilirler. Yine bütün insanlar sana zarar vermeye kalksalar, ancak Allah’ın senin hakkında takdir ettiği zararı verebilirler..” (Tirmîzî, Kıyâme 59)

Günümüzde insanların, kabir ve türbe ziyaretlerinde ibret almak ve ölmüş olan kimse için dua etmek dışında aşırı birtakım davranışlarda bulundukları görülmektedir. Türbeleri mesire alanlarına çevirmek, belirli zamanlarda (sınav öncesi, sünnet, düğün, adak, hastalık vb.) türbeleri ziyarete gitmek, orada kurbanlar kesmek, dileklerin kabulü için mum yakma ve ağaçlara bez bağlama gibi yöntemlere başvurmak bu aşırılıklar bize sinsi ve ölümcül şirkin ayak seslerini hatırlatır. İnsanlar farkında olmadan tevhid ilkesine aykırı olacak davranışlarda bulunmaktadırlar. Dualarının kabulü için türbede yatan kişileri aracı kılmak, türbelerde yapılan duaların daha makbul olacağını düşünmek şirke kapı aralamaktır.[19] Dindar bir toplumda sömürünün beslendiği en önemli kaynak şirktir[20]. Şirke kapı aralamamak lazımdır.

Müslümanın imanı çok iyi bilmesi gerektiği gibi imanın en büyük düşmanları olan şirk, küfür, nifak’ı da çok iyi bilmesi gerekmektedir. Kişi bilmediği, tanımadığı ve anlamlandıramadığı bir tehlikeden nasıl korunabilir ki? Abdesti, namazı, orucu bozan şeylerin yanında iman’ı bozan şeyleri de Müslüman olarak öğrenmek zorundayız.

İslam’ın tevhid inancı, insana özgürlük sağlar. Allah’tan başka bir şeye tapmama, insan ruhunu özgürleştirir. Bu inanç, insanları tanrılaştırmayı da ortadan kaldırır. Tevhid, Allah ile kul arasında her türlü aracılığı ortadan kaldırır. Bundan dolayı Kur’an’dan çıkarılabilecek ve tevhide en uygun olan tevessül; Allah’ın isimleri, iman ve salih amel ile yapılan tevessüldür.

Allah’ın sevmediği ve hoşnut olmadığı söz, fiil ve inançlarla Allah’a yakınlık aranmaz.  Müslüman, Allah'tan başkasının varlıklar üzerinde tesiri olabileceği imajını veren lafızlardan da kaçınmak zorundadır ve tevhidi sarsan şirke kapı aralayan her  şeyden uzak durması gerekmektedir.
Allah müminlerden, ıslahatçıyı bekleyip beklemediklerini değil, bunun için kendilerinin ne yaptıklarını soracaktır. Müminin en büyük vesilesi de Allah için ve Allah’ın koyduğu standartlarda işlediği sâlih amelleridir.

Müslümanlar olarak garipliği, savrulmayı, bozgunu, parçalanmayı, fitneyi, ihaneti, yabancılaşmayı iliklerimize kadar hissedebileceğimiz bir zamanda yaşıyoruz. Topraklarımız, zihinler ve gönüller işgal altında. Tevhid ve vahdeti yeterince koruyamadığımız bir dönemdeyiz. Allah’a, Allah’ın razı olduğu ve istediği şekilde kul olmamızdan ve O’nun rızasını kazanmak için sahîh bir imanla sâlih amel işlemekten, emrettiklerini yerine getirip yasakladıklarından kaçınmaktan başka çaremiz yok. Kurtuluşu Allah’ın dışında, gönderdiği kitap Kur’anın rehberliği ve elçisi Muhammed Mustafa (sav)’in en güzel örnekliği dışında arayamayız.

اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَوْ اَنَّ لَهُمْ مَا فِي الْاَرْضِ جَم۪يعاً وَمِثْلَهُ مَعَهُ لِيَفْتَدُوا بِه۪ مِنْ عَذَابِ يَوْمِ الْقِيٰمَةِ مَا تُقُبِّلَ مِنْهُمْۚ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ

“Kâfir olanlar var ya, yeryüzünde olan her şey, bunun yanında bir o kadarı daha onların olsa ve kıyamet gününün azabından kurtulmak için onu bedel verseler, onlardan asla kabul edilmez; onlar için elem verici bir azap vardır.” (Mâide Suresi,5/36.)

Bu ayette ise Allah'tan sakınıp O'na yakınlaştıracak yol ve kurtuluşa eremeyen kafirlerin tablosu yer almaktadır.




 <<Önceki                     Sonraki>>


Ahmet Hocazâde, 29.12.2017, Sonsuz Ark, Konuk Yazar,  Muhâfız ya da Muârız'a dair

Ahmet Hocazâde Yazıları


[1] Bu çalışmada Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Meal ve Tefsir çalışması kaynak olarak alınmış olup, zaman zaman açıklamalarla zenginleştirme yoluna gidilmiştir.
[2] منْ دَعَا إِلَى هُدًى كَانَ لَهُ مِنَ الأَجْرِ مِثْلُ أُجُورِ منْ تَبِعَهُ لا ينْقُصُ ذلِكَ مِنْ أُجُورِهِم شَيْئاً ، ومَنْ دَعَا إِلَى ضَلاَلَةٍ كَانَ عَلَيْهِ مِنَ الإِثْمِ مِثْلُ آثَامِ مَنْ تَبِعَهُ لا ينقُصُ ذلكَ مِنْ آثَامِهِمْ شَيْئاً
[3] https://incil.info/KM/arama/Matta+5:39
[4]https://www.globalresearch.ca/us-has-killed-more-than-20-million-people-in-37-victim-nations-since-world-war-ii/5492051/amp
[5] Ömer Nasuhi BİLMEN, Hukuku İslamiye ve Istilahatı Fıkhiye Kamusu, İstanbul 1950, III/19; Sabri Şakir ANSAY, Hukuk Tarihinde İslam Hukuku, 3. Bası 1958, s.282; Hasan Tahsin FENDOĞLU, Türk Hukuk Tarihi, İstanbul 2000, s.459; ÜÇOK, Çoşkun-MUMCU, Ahmet-BOZKURT, Gülnihal, Türk Hukuk Tarihi, Ankara 1999, s.75; Akif AYDIN, Türk Hukuk Tarihi, İstanbul 1999, s. 160 vd.
[6] Dr. İlhan Akbulut, İslam Hukukunda Suçlar Ve Cezalar, s.171. http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/38/284/2590.pdf
[7] Ali Bardakoğlu, Eşkıya, DİA, XI/463.
[8] Şükrü Şirin, Cassâs Ve İbnü’l-Arabî’nin Ahkâmü’l-Kur’ân İsimli Eserlerinde Yol Kesme Suçunun Karşılaştırılması, s.50-51.     http://dergipark.gov.tr/download/article-file/303761
[9] Şükrü Şirin, a.g.m., s.75.    
[10] http://isamveri.org/pdfdrg/D03763/2013_2_3/2013_3_TURANM.pdf
[11] Dr. Maşallah Turan, Maide 33-34 Ekseninde Muhammed Esed‟İn Sembolizm Algısına Eleştirel Bir Yaklaşım, s.270-271.
[12] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur‟an Dili, (I-X C.), (Sadeleştirme), Azim Dağıtım, İstanbul, tsz. III, 229-232.; Geniş bilgi için bkz. Maşallah Turan, a.g.m., s.271-272.
[13] Nazım BÜYÜKBAŞ, İSLAM CEZA HUKUKUNDA HADDLERİN CAYDIRICILIĞI, s.99-100.
http://dergipark.gov.tr/download/article-file/303811
[14] Nazım BÜYÜKBAŞ, a.g.m., s.105.
[15] Nazım BÜYÜKBAŞ, a.g.m., s.122.
[16] İbni Kesir‟in açıklamasına ve yaptığı nakillere göre, Sahabeler, suçlu veya suçlular yakalanmadan önce gelip tövbe ettikleri takdirde bütün cezaların düşeceğini söylemişlerdir. Ayetin zahirinden anlaşılan da bu manadır. Bk., İbn Kesir, a.g.e., I, 514-515. Bkz. Maşallah Turan, a.g.m., s.272.
[17] Fatma Betül GÖZEN, MAİDE SURESİNDE BİREYSEL VE TOPLUMSAL KURALLAR, YÜKSEK LİSANS TEZİ, KONYA – 2010, Danışman: Prof. Dr. Ali AKPINAR, s.15. http://acikerisim.selcuk.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/123456789/2755/279004.pdf?sequence=1
[18] Fatma Betül GÖZEN, a.g.t., s.15.
[19] Yrd. Doç. Dr. Berat Sarıkaya, İnsan Allah İletişimi ve Tevessül, s.134.
http://gifdergi.gumushane.edu.tr/Makaleler/435398782_6.pdf
[20] SA4348/KY57-AHCZD5: İslâm'ın Kavramları: Şirk
http://www.sonsuzark.com/2017/05/sa4348ky57-ahczd5-islamn-kavramlar-sirk.html




Sonsuz Ark'tan
  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.

Seçkin Deniz Twitter Akışı