10 Mart 2016 Perşembe

SA2602/KY1-CÇ211: Tevafuk

“Ben de tam..” diye karşılık vermek için yeltendi ve fakat susmayı seçti adam. Çayı alış biçiminden yarın gitme teklifinin kabul edildiğini çıkarmıştı kadın.


“Şahin!” dedi kadın, “Bugün teyzemleri görmeye gitsek mi? Uzun zamandır bizi dört gözle bekleyip durduğunu söylüyor.”

“Allah seni inandırsın benim de içimden geçiyordu.. Tevafuk mu diyorlardı buna?” diye yanıtladı adam. Kadın suratını astı. Düpedüz somurttu. Ve somurtkanlığı anlaşılsın diye de bütün gayretini göstermekten çekinmedi. Sonra da, “Benimle eğleniyorsun!” dedi kızgın, öfkeli bir ses tonuyla. 

Adam kadının hem kızdığını hem öfkelendiğini ses tonundan çok tazelediği çayı ikram edişinden zaten anlamıştı. Ve fakat anlamazlıktan gelmeyi seçmişti.

“Bak Tanrı hakkı için söylüyorum ki!” diye söz başladı adam ve sürdürdü konuşmasını, “Tanrı hakkı için söylüyorum ki eğlenmek maksadıyla söylemiş değilim. Gerçekten. Gerçekten benim de aklımdan geçmişti. Bir ara söyleyecektim, o esnada araya bir şey karıştı –şimdi neyin karıştığını anımsamıyorum, ama bir şeyin karıştığından eminim- söyleyemedim, sonra da söylemeyi unuttum. Belki bir ara eğlenmek geçmiştir aklımdan ama tümüyle eğlenmek için söylemiş değilim. Bak –çayı gösterdi kadına- bak bu çay nimeti iki gözüme dursun ki hakikati söylüyorum.”

İnanmıştı kadın. Madem çay üzerine yemin edilmişti doğru olmalıydı. Hani çay değil de başka bir şey üzerine yemin etseydi kocası o vakit belki kuşku duyabilirdi kadın. Fakat Şahin –yani kocası- tuhaftı. Şaka mı ediyor, ciddi mi bunca yıl anlamamıştı –hepi topu yirmi yıl geçmişti evliliklerinin üzerinden- ve hala da anlayabiliyor değildi.

Aslında Şahin şakayı seven biri de değildi. Ama o konuşunca nedense insanın o an şaka ettiğini, eğlendiğini sanırdı. Belki bu yüzdendir ki Şahin’in belli bir düşmanı, belli bir sevmeyeni, belli bir dışlayanı olmamıştı. En azından kadın böyle düşünüyordu. 

(Bu düşüncenin temelleri bizce de sağlamdır. Yoksa yirmi yıllık eş nasıl anlamasındı? Şahin böyleydi işte. Çoğu zaman ciddiye alınmamasının altında yatan bu olmalıydı.)

Böyle düşünüyordu kadın ve bunu adama 'söylesem mi, söylemesem mi' diye kurarken adam kendinden emin bir ses tonu ve öğretici bir tavırla, “Sadece teyzeni özlemiş de değilim!” deyiverdi.

Kadın güler gibi yaptı ve, “Teyzem gerçekten seni sever, biliyorsun.. seni yere göğe bırakmaz.. eniştem de öyle!” diye karıştı konuşmaya.

“Dedim ya!” dedi adam, “Sadece teyzeyi özlemiş de değilim.. enişteye duyduğum özlem de yabana atılır bir özlem değil.. bunu bilir, bunu söylerim. Severim enişteyi de..”

'Yine başladı', diye geçirdi içinden kadın. 'İşte yine eğleniyor mu? Yoksa gerçekten içinden samimiyetle geçen bunlar mı?' Anlayamıyordu. Yüzünde en ufacık bir belirti yoktu. Somurtuk desen değil, gülüşler eşliğinde mi söylendi? Hayır! Peki, gerçekte olan ne? Hayır, kocası gerçekten teyzesini severdi. Enişte için de olumsuz bir tek tümce çıkmamıştı ağzından ama.. katlanamadığına da yeminli tanıklık ederdi. Eğriye eğri, doğruya doğru bu tanıklığı hiç kekelemeden, hiç duralamadan, hiç soluk almadan yapardı kadın. Çekincesiz yapardı. Şahin eniştesine katlanamazdı. 

Katlanır gibi yapardı. Bunu bilen yalnızca kendisi, teyzesi de değildi. Enişte yaşlı –en az 30 yıl yaş farkı vardı aralarında- da olsa bunu anlıyor, biliyordu, yine de bilmezden gelmeyi seçiyordu enişte. 

(Rol yaptığını söyleyemeyiz. Unuturdu. Unuttuğu için de hep yeniden başlardı. Şahin belki de bunu bilmiyordu. Kadın kaç kere eniştesinin unutkanlığını anlatmış, aynı şeyleri yinelemesinin nedeninin bu olduğunu söylemişti, ama gel gör ki Şahin en az enişte kadar unutkan olduğundan eniştenin yinelemelerinden ötürü enişteye katlanamıyordu. Teyzeyi her ziyaret dönüşü eniştenin bir vagon şeker öyküsü üzerinde tartışırlar ve hatta kavgaya varacak raddeye bile gelirlerdi karı-koca. Oysa zavallı enişte Şahin’i de anlattıklarını da hatta kendisini de unutuyordu.)

Ve karşılaştıklarında da yaşamında hiç unutamadığı biricik olayı anlatmak ihtiyacı duyduğundan anlatıyordu karşısındakine. Hani hiç unutamadığı olay birden fazla olsa niçin anlatmasındı ki adam? 

(Hayır, anlatmaması için ne gibi bir nedeni olabilirdi ki? Yoktu öyle bir neden. Şeker kıtlığı yaşandığı dönemlerde iki buçuk liraya bir vagon şeker almış bir adam başka ne anlatabilirdi ki? Hem sadece alınan şekeri değil, nereden alındığı –Sivas’tan almıştı- enişte detayları asla, ama asla unutmadan anlatıyordu- aldıktan sonra ne yaptığını, nereye gittiğini de anlatıyordu. - Sivas Ulu Camii'nde de Cuma namazı kılmıştı şekerleri vagona yükledikten sonra- Hatta yediği yemeğe kadar anlatırdı adam. 

Olayı bütün detaylarına varıncaya kadar anlatan biri niçin bir tek olayı anlatsın ki? Dediğimiz gibi kuvvetle muhtemel eniştenin bütün yaşamı boyunca -94 yaşındaydı- unutamadığı tek olay o bir vagon şeker ve ödediği meblağdı. Hayır, kadının tanıklığına burada itiraz edip diyoruz ki enişteye sadece anlattığı bir vagon şekerin öyküsünden ötürü katlanamıyor değildi Şahin, -yani kocası-. Tarih öğretme hevesinden de gına gelmişti Şahin’e. Hem bu daha evliliklerinin ilk aylarında olmuştu. Evlendikleri ilk yıl –yani Şahin ile kadın evlendiklerinde- aile büyüklerini gezmişlerdi. El öpmek deniyordu buna. Hem kadının hem Şahin’in ailesi sıkı sıkı bu geleneği yerine getirmeleri için uyarmışlardı kendilerini düğünün üzerinden bir hafta geçmeden hem de, hem de kimlerin gezildiğinin detayları istenerek yapılmıştı. Kim ziyarette ne ikram etti, kim ne dedi, kim nasıl karşıladı. Şahin bir ara kaçmayı bile düşünmüştü. Kaçamamıştı. Ve bu ısrarcı uyarıların baskısı altında aile bireylerinden büyüklerin evleri –kuşkusuz aynı kentte veya aynı kente bağlı ilçelerde oturanların- ziyaret edilmiş elleri öpülmüştü. Hala, teyze, dayı, amca, babaanne, büyük baba, dede –artık kendilerinden yaşça büyük kim varsa- ziyaret edilmişti hoşça diyebileceğimiz vakitler geçirilmişti o ziyaretlerde. Ancak gelin görün ki burada söz konusu edilen teyze ve enişte ziyaretinde Allah sizi inandırsın neredeyse kan dökülmek üzereydi. İki kadın –Şahin’in eşi ve eniştenin eşi- öylece donup kalmışlardı. Hayır yani, gören duyan miras kavgası sanırdı. Öyle iştahlı, öyle ateşli tartışıyorlar ve tartışmışlardı ki, iki kadının donup kalmasında bir sakınca görenin aklından kuşku duyulsa yeridir. Neyse ki teyze ağırlığını koymuş ve iş tatlıya bağlanmıştı. Konuyu şimdi hayal meyal hatırlıyordu Şahin. Ama kesin kez biliyordu ki tarih yüzünden çıkmıştı tartışma. 

Birinin Mısır seferi dönüşünden mi, yoksa birinin bir kadınla bir çadırda olan görüşmesinden mi yoksa geçilmez denildiği halde o yeri geçmeden öteki yerin nasıl işgal edildiğinden mi yoksa yayınlanan fermanların ferman yayınlayanların ömrüyle sınırlıyken ilkelerin ebedi oluşundan mı.. anımsamıyordu Şahin. Anımsadığı tarihsel bir olay yüzünden gırtlak gırtlağa gelindiği ve hem eşinin hem de teyzenin beti benzinin sararıp solduğuydu. Enişte her defasında –kurulu bir saat gibi- bir vagon şekeri anlatır peşinden de tarihsel bir olayın analizine girerdi ve fakat ne tarihsel olayın sözü edilen olay olmadığı itirazlarına ne de analizlerin tutarsızlığına yönelik mantıksal çıkarımlara kulak asardı. Neyse ki her defasında –tıpkı bir vagon şeker gibi- aynı olay gündeme gelmiyordu. Buncacık bir farklılık bile –şekerle olan anı gibi olmayan- içini rahatlatmıyor değildi Şahin’in.)

“Umarım” dedi adam, -adam “umarım” dediğinde kadın hala kocasının hiç bir zaman ciddiye alınmamasının altında yatanın ne olduğuna ilişkin düşüncesini söylemekle söylememek arasında bocalayıp duruyordu- “Umarım bu kere bir vagon şekerden başlamaz da tarihten bahseder böylece beni şaşırtmayı dener ve başarır da.. ama yine de ümit var değilim. Sırayı bozacağını sanmam. Belki daha çaylarımızdan birer yudum almadan –belki almışızdır birer yudum, şimdilik doğru bir tahminde bulunamayacağım- o başlar “Mısır, Irak, Suriye”” 

“Yok!” dedi kadın araya girmeyi geciktirmeden. Aklındaki düşüncesini söylemekle söylememek arasındaki ikilemi öteleyerek aceleyle lafını kesti adamın. “Hayır, geçen gidişimizde onu anlatmıştı, senin de bildiğin gibi tarihsel olayları yinelemez Fikret Eniştem” diye bitirdi konuşmasını. 

(Hele şükür bu arada eniştenin adını öğrenmiş olduk.) 

Adam başını salladı, “Haklısın!” dedi, biraz alınmış gibiydi. Biraz değil epey alınmıştı. Bu yanılgıya düşüşünü hayra yormak için alelacele içine yöneldiyse de her hangi bir işaret göremedi içinde hayra yönelik. Doğru ya Fikret Enişte geçen gidişlerde Yavuz’un Mısır Seferi üzerine hiç alışılmadık analizler yapıyordu. 

Üstüne üstlük tarihler yine yanlıştı, dönem yine yanlıştı, fakat itirazları duymazdan gelmişti, celallenmeden, öfkelenmeden, sinirlenmeden yapmıştı bunu ve ipe sapa gelmez analizlerini döktürmüştü.

(Kimsenin Fikret Enişte'den böyle bir şey istemediğini söylememize gerek var mı? Yok! Ama yine de yapmıştı. Yapıyordu. Kuşkusuz yapacaktı da. Ve fakat kendisi –yani Şahin- bunu nasıl atlamıştı)

Yirmi yıllık tanışıklık –evlendiği günden beri tanıyordu Fikret Enişte'yi.. "Bu yanılgıya engel olamıyorsa ortalıkta ürkütücü şeyler var demektir", diye düşündü adam. Derin düşüncelere daldı anlık olsa da bu dalış. Kadın bunun ayrımında değildi. 

Kadın şuan hiçbir şeyin ayrımında değildi. 'Söylesem mi, söylemesem mi?' diye düşünüp duruyordu. Tartıp duruyordu yorulmaksızın bu ikilemi. Bıkmaksızın. Yorulacağa, bıkacağa da benzemiyordu. 

(Tanrı sizi inandırsın ki hiç benzemiyordu. Bu neme nem bir ikilemdi ki dakikalarca kendisini meşgul etmişti ve edeceğe benziyordu. Hayır, benzemiyor edecekti. Hali hazırda meşguldü zihni bu ikilemle. Öyle ise bütün gün bütün bir gece belki bütün bir hafta, belki bütün bir ay, belki bütün bir yıl, belki son nefesine kadar sürecekti. Açıktı bu.)

"Şahin niye böyleydi? Niye kendisini her defasında ikilemde bırakacak bir tavır sergilerdi? Acaba bu tavırda kendisinin de payı var mıydı?" gibi ve daha nice sorular birer kibrit çöpü gibi parlayıp sönüyor beyninin uygun yerlerinde ve fakat ikilem zihninde dip diri duruyordu. 

Kadın bu ikilemden sıyrılmak için bilerek davet ediyordu o soruları, yoksa kendisini meşgul etmek için değil, yeni sorunlarla cebelleşmeyi aklından geçirmiş değildi kadın ve fakat bu davetlerin nafile olduğu da gün gibi ortadaydı.  Çıkmıyordu zihninden. 'Söylese mi? Söylemese mi?' 

“Söylesem mi? Söylemesem mi? Söylesem mi? Söylemesem mi? Söylesem mi? Söylemesem mi? Söylesem mi? Söylemesem mi? Söylesem mi? Söylemesem mi? Söylesem mi? Söylemesem mi?”, diye yineleyip duruyordu içinden. Kaç kere yinelemişti, unutmuştu. 

Birden yerinden heyecanla doğruldu kadın ikilem falan kalmamıştı neyi söylese mi söylemese mi anımsamıyordu! Rahatlamıştı. Üzerinden büyük bir yük kalkmıştı. Kocasına üçüncü bardak çayı olanca şefkatiyle ikram etti:

“Yarın gidelim mi?” dedi.

“Ben de tam..” diye karşılık vermek için yeltendi ve fakat susmayı seçti adam. Çayı alış biçiminden yarın gitme teklifinin kabul edildiğini çıkarmıştı kadın.


Cemal Çalık, 10.03.2016,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü
Cemal Çalık Yazıları


Seçkin Deniz Twitter Akışı